018. Cuz
RevelationCuzPageSurah
74 18341Muminun(23)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
١
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
(1) kad eflehal mü’minun
gerçekten mü’minler felah bulmuştur
(1) The Believers must (eventually) win through,
1. |
kad |
: olmuştu |
2. |
efleha |
: felâha erdi |
3. |
el mu’minûne |
: mü’minler |
٢
اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
(2) ellezine hüm fi salatihim haşiun
onlar ki namazı huşu içinde kılarlar
(2) Those who humble themselves in their Prayers
1. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
fî salâti-him |
: onların namazlarında |
4. |
hâşiûne |
: huşû duyanlar |
٣
وَالَّذينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
(3) vellezine hüm anil lağvi mu’ridun
onlar ki, faydasız şeylerden yüz çevirenlerdir
(3) and those who they turn away from evil vain talk
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
anil lagvi (an el lagvi) |
: boş şeylerden, boş sözlerden |
4. |
mu’ridûne |
: yüz çevirenlerdir |
٤
وَالَّذينَ هُمْ لِلزَّكوةِ فَاعِلُونَ
(4) vellezine hüm liz zekati failun
onlar ki, zekatlarını verenlerdir
(4) Who are active in deeds of Charity
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
li ez zekâti |
: zekâtı |
4. |
fâilûne |
: yapanlar, yerine getirenler |
٥
وَالَّذينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ
(5) vellezine hüm li fürucihim hafizun
onlar ki, ırz ve namuslarını muhafaza edip koruyanlardır
(5) and those who their private parts guard
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
li furûci-him |
: onların (kendi) iffetleri (ırzları) |
4. |
hâfizûne |
: koruyanlar |
٦
اِلَّا عَلى اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومينَ
(6) illa ala ezvacihim ev ma meleket eymanühüm fe innehüm ğayru melumin
ancak kendi zevceleri ve sahip oldukları cariyeler (hariç) artık bunlar (ilişkilerinden dolayı) kınanmazlar
(6) Except with those joined to them in the marriage bond, or (the captive) whom their right hands possess, for (in their case) they are free from blame,
1. |
illâ |
: hariç, den başka |
2. |
alâ ezvâci-him |
: onların (kendi) zevcelerine |
3. |
ev |
: veya |
4. |
mâ meleket |
: sahip oldukları şeyler |
5. |
eymânu-hum |
: onların elleri |
6. |
fe inne-hum |
: o taktirde muhakkak onlar |
7. |
gayru |
: değil |
8. |
melûmîne |
: levmedilmiş, kınanmış |
٧
فَمَنِ ابْتَغى وَرَاءَ ذلِكَ فَاُولءِكَ هُمُ الْعَادُونَ
(7) fe menibteğa verae zalike fe ülaike hümül adun
artık kim ararsa bundan ötesini işte onlar adalet ölçüsünü aşmışlardır
(7) But whoever seeks beyond that then those they are the transgressors
1. |
fe menibtegâ (men ibtegâ) |
: artık kim isterse |
2. |
verâe zâlike |
: bunun arkasında, bunun ötesinde |
3. |
fe ulâike |
: o taktirde işte onlar |
4. |
hum |
: onlar |
5. |
el âdûne |
: haddi aşanlar |
٨
وَالَّذينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ
(8) vellezine hüm li emanatihim ve ahdihim raun
onlar ki, emanetlerine ve verdikleri ahde riayet ederler
(8) Those who to their trusts are they true to amanat and to their covenants
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
li emânâti-him |
: emanetlerine |
4. |
ve ahdi-him |
: ve ahdlerine |
5. |
râûne |
: riayet edenler, koruyanlar, uyanlar, sadık olanlar |
٩
وَالَّذينَ هُمْ عَلى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ
(9) vellezine hüm ala salevatihim yühafizun
ve onlar namazlarını muhafaza ederler
(9) And who their Prayers (strictly) guard
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
alâ |
: üzerine, …e |
4. |
salavâti-him |
: onların namazları |
5. |
yuhâfızûne |
: muhafaza ederler, devam ettirirler |
١٠
اُولءِكَ هُمُ الْوَارِثُونَ
(10) ülaike hümül varisun
işte bunlar varislerin ta kendileridir
(10) These will be the heirs,
1. |
ulâike |
: işte onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
el vârisûne |
: varisler, miras sahipleri |
١١
اَلَّذينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ
(11) ellezine yerisunel firdevs hüm fiha halidun
onlar firdevs cennetine varis olacaklar onlar orada ebedi olarak kalacaklar
(11) Who will inherit Paradise: they will dwell therein (forever).
1. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
2. |
yerisûne |
: varis olacaklar |
3. |
el firdevse |
: firdevs (cenneti) |
4. |
hum |
: onlar |
5. |
fîhâ |
: orada |
6. |
hâlidûne |
: ebedî kalanlar |
١٢
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طينٍ
(12) velekad halaknel insane min sülaletim min tiyn
Yemin olsun ki, yarattık insanın öz hulasasını çamurdan
(12) Man We did create from a quintessence (of clay)
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
halaknâ |
: biz yarattık |
3. |
el insâne |
: insan |
4. |
min sulâletin |
: özünden |
5. |
min tînin |
: balçıktan, nemli topraktan, organik ve inorganik maddelerden |
١٣
ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فى قَرَارٍ مَكينٍ
(13) sümme cealnahü nutfeten fi kararim mekin
sonra onu nutfe yaptık sağlam bir yerde
(13) Then We placed him as (a drop of) sperm in a place of rest, firmly fixed
1. |
summe |
: sonra |
2. |
cealnâ-hu |
: onu kıldık |
3. |
nutfeten |
: nutfe, damla |
4. |
fî karârin |
: karar kılmış halde (bir yere yerleşmiş olarak) |
5. |
mekînin |
: sağlam, kuvvetli |
١٤
ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اخَرَ فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقينَ
(14) sümme halaknen nutfete alekaten fe halaknel alekate mudğaten fe halaknel mudğate izamen fe kesevnel izame lahmen sümme enşe’nahü halkan ahar fe tebarakellahü ahsenül halikiyn
sonra getirdik o nutfeyi bir kan pıhtısı haline sonra kan pıhtısını bir embriyo yarattık sonra yarattık o embriyo parçasından bir takım kemikler sonra o kemiklere et giydirdik sonra ona hayat verdik (ruh verip) başka bir yaratılışla Allah ne mübarektir yapıp yaratanın en güzeli
(14) Then We made the sperm into a clot of congealed blood then of that clot We made a (foetus) lump then We made out of that lump bones and clothed the bones with flesh: the We developed out of it another creature. So blessed be Allah, the Best to create!
1. |
summe |
: sonra |
2. |
halaknâ |
: biz halkettik, yarattık |
3. |
en nutfete |
: bir nutfe, bir damla |
4. |
alakaten |
: alaka (rahim duvarına bir noktadan bağlı olan), embriyo |
5. |
fe halaknâ |
: sonra yarattık |
6. |
el alakate |
: alaka (rahim duvarına bir noktadan bağlı olan), embriyo |
7. |
mudgaten |
: (bir çiğnem et görünümünde) mudga, cenin |
8. |
fe halaknâ |
: sonra yarattık |
9. |
el mudgate |
: (bir çiğnem et görünümünde) mudga, cenin |
10. |
izâmen |
: kemik |
11. |
fe kesevnâ |
: sonra giydirdik (üzerini kapladık) |
12. |
el izâme |
: kemik |
13. |
lahmen |
: et |
14. |
summe |
: sonra |
15. |
enşe’nâ-hu |
: biz onu inşa ettik, şekillendirdik |
16. |
halkan |
: bir yaratılış |
17. |
âhara |
: başka, diğer |
18. |
fe |
: öyleyse, işte böyle |
19. |
tebârekallâhu |
: Allah tebarektir, mübarektir (tebâreke allâhu) |
20. |
ahsenu |
: en güzel |
21. |
el hâlikîne |
: halkedenler, yaratanlar, yaratıcılar |
١٥
ثُمَّ اِنَّكُمْ بَعْدَ ذلِكَ لَمَيِّتُونَ
(15) sümme inneküm ba’de zalike le meyyitun
sonra mutlaka sizler bundan sonra elbette öleceksiniz
(15) After that, at length ye will die.
1. |
summe |
: sonra |
2. |
inne-kum |
: muhakkak siz |
3. |
ba’de zâlike |
: bundan sonra |
4. |
le meyyitûn |
: mutlaka ölecek olanlarsınız |
١٦
ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيمَةِ تُبْعَثُونَ
(16) sümme inneküm yevmel kıyameti tüb’asun
sonra mutlaka sizler kıyamet günü (tekrar) dirileceksiniz
(16) Again, on the Day of Judgment, will ye be raised up.
1. |
summe |
: sonra |
2. |
inne-kum |
: muhakkak siz |
3. |
yevme el kıyâmeti |
: kıyâmet günü |
4. |
tub’asûne |
: beas olunacaksınız, yeniden diriltileceksiniz |
١٧
وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَاءِقَ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِلينَ
(17) velekad halakna fevkaküm seb’a taraika ve ma künna anil halkı ğafilin
yemin olsun, yarattık biz! sizin üzerinizde yedi yol ve bizler yaratmaktan gafil olmadık
(17) And We have made, above you, seven tracts and We are never unmindful of (our) Creation.
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
halaknâ |
: biz yarattık |
3. |
fevka-kum |
: sizin üzerinizde |
4. |
seb’a |
: yedi (7) |
5. |
tarâika |
: tarîkler, yollar |
6. |
ve mâ kunnâ |
: ve biz değiliz |
7. |
anil halkı (an el halkı) |
: yaratmaktan |
8. |
gâfilîne |
: gâfil olanlar |
Sayfa:342
١٨
وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ فَاَسْكَنَّاهُ فِى الْاَرْضِ وَاِنَّا عَلى ذَهَابٍ بِه لَقَادِرُونَ
(18) ve enzelna mines semai maem bi kaderin fe eskennahü fil erdi ve inna ala zehabim bihi le kadirun
semadan indirdik ölçü miktarı su o suyu bazı mekanlara yerleştirdik şüphesiz biz onu gidermeye de kadiriz
(18) And We send down water from the sky according to (due) measure, and We cause it to soak in the soil and We certainly are able to drain it off (with ease).
1. |
ve enzel-nâ |
: ve biz indirdik |
2. |
min es semâi |
: semadan |
3. |
mâen |
: su |
4. |
bi kaderin |
: kader ile, takdir edilmiş miktarda, bir ölçü ile |
5. |
fe |
: böylece |
6. |
eskennâ-hu |
: onu iskân ettik, yerleştirdik, durdurduk |
7. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
8. |
ve in-nâ |
: ve muhakkak biz |
9. |
alâ |
: …e |
10. |
zehâbin |
: giderme |
11. |
bi-hi |
: onu |
12. |
le |
: mutlaka, elbette |
13. |
kâdirûne |
: kaadir olanlar, muktedir olanlar, gücü yetenler |
١٩
فَاَنْشَاْنَا لَكُمْ بِه جَنَّاتٍ مِنْ نَخيلٍ وَاَعْنَابٍ لَكُمْ فيهَا فَوَاكِهُ كَثيرَةٌ وَمِنْهَا تَاْكُلُونَ
(19) fe enşe’na leküm bihi cennatim min nehiyliv ve a’nab leküm fiha fevakihü kesiratüv ve minha te’külun
sizin için onunla bahçeler var ettik sizin için (arz da) hurma ve üzüm, içlerinde bir çok yemişler de, ve onlardan yersiniz
(19) With it We grow for you Gardens of date palms and vines: in them have ye abundant fruits: and of them ye eat (and have enjoyment),
1. |
fe |
: böylelikle, böylece |
2. |
enşe’nâ |
: biz inşa ettik, yarattık |
3. |
lekum |
: sizin için |
4. |
bi-hi |
: onunla |
5. |
cennâtin |
: cennetler, (ağaçlı) bahçeler |
6. |
min nahîlin |
: hurmalıklardan, hurma ağaçlarından |
7. |
ve a’nâbin |
: ve üzümlerden, bağlardan |
8. |
lekum |
: sizin için (vardır) |
9. |
fî-hâ |
: orada, içinde |
10. |
fevâki-hu |
: onun meyveleri |
11. |
kesîretun |
: (pek) çoktur, çok (vardır) |
12. |
ve min-hâ |
: ve onlardan |
13. |
te’kulûne |
: siz yersiniz |
٢٠
وَشَجَرَةً تَخْرُجُ مِنْ طُورِسَيْنَاءَ تَنْبُتُ بِالدُّهْنِ وَصِبْغٍ لِلْاكِلينَ
(20) ve şeceraten tahrucü min turi seynae tembütü bid dühni ve sibğil lil akilin
bir ağaç çıkar Tur-i Sina dağından (hem) yağ bitirir hem de yiyenlere katık olur
(20) Also a tree springing out of Mount Sinai, which produces oil, and relish for those who use it for food.
1. |
ve şecereten |
: ve ağaç |
2. |
tahrucu |
: çıkar |
3. |
min tûri seynâe |
: Turi Sina’dan |
4. |
tenbutu |
: biter, yetişir |
5. |
bi ed duhni |
: yağı |
6. |
ve sıbgın |
: ve bir katık |
7. |
li el âkilîne |
: yiyenler için |
٢١
وَاِنَّ لَكُمْ فِى الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقيكُمْ مِمَّا فى بُطُونِهَا وَلَكُمْ فيهَا مَنَافِعُ كَثيرَةٌ وَمِنْهَا تَاْكُلُونَ
(21) ve inne leküm fil en’ami le ibrah nüskiyküm mimma fi bütuniha ve leküm fiha menafiu kesiratüv ve minha te’külun
şüphesiz hayvanlarda sizin için ibretler vardır karınlarında ki sütten size içiririz sizin için onlarda daha bir çok faydalar (vardır) onların etlerini de yersiniz
(21) And in cattle (too) ye have an instructive example: from within their bodies We produce (milk) for you to drink there are in them, (besides), numerous (other) benefits for you and of their (meat) ye eat
1. |
ve inne |
: ve muhakkak |
2. |
lekum |
: sizin için (vardır) |
3. |
fî el en’âmi |
: hayvanlarda |
4. |
le ibreten |
: ibret, bir ders |
5. |
nuskî-kum |
: size içiririz |
6. |
mimmâ (min mâ) |
: şeyden |
7. |
fî |
: içinde |
8. |
butûni-hâ |
: onun karnı (karınları) |
9. |
ve lekum |
: ve sizin için (vardır) |
10. |
fî-hâ |
: orada, onun içinde, onda |
11. |
menâfiu |
: menfaatler, faydalar |
12. |
kesîretun |
: (pek) çok, birçok, çoktur |
13. |
ve min-hâ |
: ve ondan |
14. |
te’kulûne |
: yersiniz |
٢٢
وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ
(22) ve aleyha ve alel fülki tuhmelun
(karada) onlarla ve (denizde) gemilerle taşınırsınız
(22) And on them, as well as in ships, ye ride.
1. |
ve aleyhâ |
: ve onun üzerinde |
2. |
ve alâ el fulki |
: ve gemilerin üzerinde |
3. |
tuhmelûne |
: taşınırsınız |
٢٣
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلى قَوْمِه فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَالَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ اَفَلَا تَتَّقُونَ
(23) ve le kad erselna nuhan ila kavmihi fe kale ya kavmi’ büdüllahe ma leküm min ilahin ğayruh e fe la tettekun
Yemin olsun biz gönderdik, Nuh’u Kavmine, şöyle dedi! Ey kavmim Allah’a kulluk edin sizin için ondan başka ilah yoktur. Hala sakınmazmısınız.
(23) (Further, We sent a long line of prophets for your instruction). We sent Noah to his people: he said: O my people! Worship Allah! Ye have no other god but Him. Will ye not fear (Him)?
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
ersel-nâ |
: biz gönderdik |
3. |
nûhan |
: Nuh |
4. |
ilâ kavmi-hi |
: onun (kendi) kavmine |
5. |
fe |
: böylece |
6. |
kâle |
: dedi |
7. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
8. |
u’budullâhe (u’budu allâhe) |
: Allah’a kul olun |
9. |
mâ lekum |
: sizin için yoktur |
10. |
min |
: den |
11. |
ilâhin |
: ilâh |
12. |
gayru-hu |
: ondan başka |
13. |
e fe lâ tettekûne |
: hâlâ takva sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz) |
٢٤
فَقَالَ الْمَلَؤُا الَّذينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه مَا هذَا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُريدُ اَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْ وَلَوْ شَاءَ اللّهُ لَاَنْزَلَ مَلءِكَةً مَا سَمِعْنَا بِهذَا فى ابَاءِنَا الْاَوَّلينَ
(24) fe kalel meleül lezine keferu min kavmihi ma haza illa beşerum mislüküm yüridü ey yetefeddale aleyküm ve lev şaellahü le enzele melaikeh ma semi’na bi haza fi abainel evvelin
İleri gelenleri şöyle dedi kavminden küfür edenlerin bu sizin gibi ancak bir insan size karşı üstünlük taslamak istiyor eğer Allah dileseydi elbette melekler indirirdi bununla ilgili (bir şey) işitmedik biz evvelki atalarımızdan
(24) The chiefs of the Unbelievers among his people said: He is no more than a man like yourselves: his wish is to assert his superiority over you: if Allah had wished (to send messengers), he could have sent down angels: never did we hear such a thing (as he says), among our ancestors of old.”
1. |
fe kâle |
: böylece, bunun üzerine dedi |
2. |
el meleu |
: halk, eşraf, ileri gelenler |
3. |
ellezîne keferû |
: inkâr edenler, kâfir olanlar |
4. |
min kavmi-hi |
: onun kavminden |
5. |
mâ |
: şey |
6. |
hâzâ |
: bu |
7. |
illâ |
: sadece, dan başka |
8. |
beşerun |
: beşer, insan |
9. |
mıslu-kum |
: sizin gibi |
10. |
yurîdu |
: diliyor, istiyor |
11. |
en yetefaddale |
: üstün olmak, hükmetmek |
12. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
13. |
ve lev |
: ve eğer |
14. |
şâallâhu (şâe allâhu) |
: Allah diledi |
15. |
le enzele |
: mutlaka indirirdi |
16. |
melâiketen |
: melekler |
17. |
mâ semi’nâ |
: işitmedik |
18. |
bi hâzâ fî |
: bunun hakkında |
19. |
âbâine el evvelîne |
: evvelki babalarımız, atalarımız |
٢٥
اِنْ هُوَ اِلَّا رَجُلٌ بِه جِنَّةٌ فَتَرَبَّصُوا بِه حَتّى حينٍ
(25) in hüve illa racülüm bihi cinnetün fe terabbesu bihi hatta hiyn
O, kendisinde cinnet (bulunan) adamdan başkası değil onu gözetleyin belli bir zamana kadar
(25) (And some said): “He is only a man possessed: wait (and have patience) with him for a time.”
1. |
in huve |
: o ancak olur |
2. |
illâ |
: sadece, dan başka |
3. |
raculun |
: bir adam |
4. |
bi-hi |
: onu, o |
5. |
cinnetun |
: cinnet getirmiş |
6. |
fe |
: o zaman, öyleyse, o halde |
7. |
terabbasû |
: bekleyin, gözetim altında tutun |
8. |
bi-hi |
: onu |
9. |
hattâ |
: öyle ki, oluncaya kadar |
10. |
hînin |
: zaman, süre |
٢٦
قَالَ رَبِّ انْصُرْنى بِمَا كَذَّبُونِ
(26) kale rabbinsurni bima kezzebun
(Nuh) dedi ki ey Rabbim! bana yardım et onların beni yalanlamalarına karşı
(26) (Noah) said: “O my Lord! Help me: for that they accuse me of falsehood!”
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
rabbi |
: Rabbim |
3. |
unsur-nî |
: bana yardım et |
4. |
bimâ |
: sebebiyle, olduğu için |
5. |
kezzebû-ni |
: beni yalanladılar |
٢٧
فَاَوْحَيْنَا اِلَيْهِ اَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَاِذَا جَاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ فَاسْلُكْ فيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْ وَلَا تُخَاطِبْنى فِى الَّذينَ ظَلَمُوا اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ
(27) fe evhayna ileyhi enisnail fülke bi a’yünina ve vahyina fe iza cae emruna ve farat tennuru feslük fiha min küllin zevceynisneyni ve ehleke illa men sebeka aleyhil kavlü minhüm ve la tühatibni fillezine zalemu innehüm muğrakun
Biz ona vahy ettik gemi yap bizim gözetimimiz (altında) vahyimiz ile sonra emrimiz geldiği zaman tandır kaynayınca hemen ona yükle her (canlı) dan birer çift erkek ve dişi mahluktan bir de aile halkını da (al) üzerine azap vacip olanlardan başka bana yalvarma zalim kimseler için çünkü onlar boğulacaklardır
(27) So We inspired him (with this message) “Construct the Ark within Our sight and under Our guidance: then when comes Our command, and the fountains of the earth gush forth, take thou on board pairs of every species, male and female, and thy family – except those of them against whom the Word has already gone forth and address Me not in favour of the wrongdoers: for they shall be drowned (in the Flood).
1. |
fe |
: o zaman, böylece |
2. |
evhay-nâ |
: biz vahyettik |
3. |
ileyhi |
: ona |
4. |
en ısnai |
: yapmasını |
5. |
el fulke |
: gemi |
6. |
bi a’yuni-nâ |
: gözümüzün önünde |
7. |
ve vahyi-nâ |
: ve vahyimizle |
8. |
fe |
: böylece |
9. |
izâ câe |
: geldiği zaman |
10. |
emru-nâ |
: bizim emrimiz |
11. |
ve fâre |
: ve fevaran etti, kaynadı |
12. |
et tennûru |
: tennur, kazan |
13. |
fesluk (fe usluk) |
: hemen koy |
14. |
fî-hâ |
: onun içine |
15. |
min kullin |
: hepsinden, herbirinden |
16. |
zevceynisneyni |
: her çiften ikişer |
17. |
ve ehleke |
: ve senin maiyetin, senin ailen |
18. |
illâ |
: sadece, hariç |
19. |
men |
: kimse, kim |
20. |
sebeka |
: geçti |
21. |
aleyhi |
: onun üzerine (onun hakkında) |
22. |
el kavlu |
: söz |
23. |
min-hum |
: onlardan |
24. |
ve lâ tuhâtıb-nî |
: ve bana hitap etme |
25. |
fî |
: hakkında |
26. |
ellezîne zalemû |
: zulmeden kimseler |
27. |
inne-hum |
: muhakkak onlar |
28. |
mugrakûne |
: boğulacak olanlar |
Sayfa:343
٢٨
فَاِذَا اسْتَوَيْتَ اَنْتَ وَمَنْ مَعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذى نَجّينَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمينَ
(28) fe izesteveyte ente ve mem meake alel fülki fe kulil hamdü lillahil lezi neccana minel kavmiz zalimin
yerleştiğiniz zaman sen ve beraberindekiler gemiye (çıkıp), de ki hamd Allah’a mahsustur o ki bizi kurtardı zalim kavimden
(28) And when thou hast embarked on the Ark- thou and those with thee- say: “Praise be to Allah, Who has saved us from the people who do wrong.”
1. |
fe izesteveyte |
: bindiğin zaman |
2. |
ente |
: sen |
3. |
ve men |
: ve kimseler |
4. |
mea-ke |
: seninle beraber |
5. |
alâ el fulki |
: gemiye |
6. |
fe kul |
: o zaman de |
7. |
el hamdu |
: hamd |
8. |
li allâhi |
: Allah’a |
9. |
ellezî |
: ki o |
10. |
neccâ-nâ |
: (o) bizi kurtardı |
11. |
min |
: den |
12. |
el kavmi ez zâlimîne |
: zalim kavim |
٢٩
وَقُلْ رَبِّ اَنْزِلْنى مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَاَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِلينَ
(29) ve kur rabbi enzilni münzelem mübarakev ve ente hayrul münzilin
De ki ey Rabbim! beni indir bereketli bir yere sen yerleştiricilerin en hayırlısısın
(29) And say: “O my Lord! Enable me to disembark with Thy blessing: for Thou art the Best to enable (us) to disembark.”
1. |
ve kul |
: ve de |
2. |
rabbi |
: Rabbim |
3. |
enzil-nî |
: beni indir |
4. |
munzelen |
: indirişle, inişle |
5. |
mubâreken |
: mübarek |
6. |
ve ente |
: ve sen |
7. |
hayru el munzilîne |
: indirenlerin en hayırlısı |
٣٠
اِنَّ فى ذلِكَ لَايَاتٍ وَاِنْ كُنَّا لَمُبْتَلينَ
(30) inne fi zalike le ayativ ve in künna le mübtelin
Şüphesiz bunda bir çok alametler (vardır) doğrusu biz imtihan edenleriz
(30) Verily in this there are Signs (for men to understand) (thus) do We try (men).
1. |
inne |
: muhakkak, elbette |
2. |
fî zâlike |
: bunda (vardır) |
3. |
le |
: elbette, mutlaka, muhakkak |
4. |
âyâtin |
: âyetler |
5. |
ve in kunnâ |
: ve biz oluruz |
6. |
le |
: elbette, mutlaka, muhakkak |
7. |
mubtelîne |
: imtihan edenler |
٣١
ثُمَّ اَنْشَاْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْنًا اخَرينَ
(31) sümme enşe’na mim ba’dihim karnen aharin
Sonra yarattık onların arkasından başka nesiller
(31) Then We raised after them another generation.
1. |
summe |
: sonra |
2. |
enşe’nâ |
: biz yarattık |
3. |
min ba’di-him |
: onlardan sonra |
4. |
karnen |
: bir nesil |
5. |
âharîne |
: diğerleri, başkaları |
٣٢
فَاَرْسَلْنَا فيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ اَنِ اعْبُدُوا اللّهَ مَالَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ اَفَلَا تَتَّقُونَ
(32) fe erselna fihim rasulem minhüm eni’büdüllahe ma leküm min ilahin ğayruh e fe la tettekun
Sonra gönderdik onların içlerinden kendilerine resul Allah’a kulluk edin sizin için yoktur O’ndan başka ilah hala sakınmayacak mısınız?
(32) And We sent to them a messenger from among themselves, (saying), “Worship Allah! Ye have no other god but Him. Will ye not fear (Him)?”
1. |
fe ersel-nâ |
: o zaman, böylece biz gönderdik |
2. |
fî-him |
: onların içinde |
3. |
resûlen |
: bir resûl |
4. |
min-hum |
: onlardan |
5. |
eni’budû allâhe (en u’budû) |
: Allah’a kul olsunlar diye |
6. |
mâ |
: yoktur |
7. |
lekum |
: sizin için |
8. |
min ilâhin |
: (ilâhtan) bir ilâh |
9. |
gayru-hu |
: ondan başka |
10. |
e fe lâ tettekûne |
: hâlâ takva sahibi olmayacak mısınız |
٣٣
وَقَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِهِ الَّذينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِلِقَاءِ الْاخِرَةِ وَاَتْرَفْنَاهُمْ فِى الْحَيوةِ الدُّنْيَا مَا هذَا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يَاْكُلُ مِمَّا تَاْكُلُونَ مِنْهُ وَيَشْرَبُ مِمَّا تَشْرَبُونَ
(33) ve kalel meleü min kavmihillezine keferu ve kezzebu bi likail ahirati ve etrafnahüm fil hayatid dünya ma haza illa beşerum mislüküm ye’külü mimma te’külune minhü ve yeşrabü mimma teşrabun
dedi kavmin kafirlerinden ileri gelenler, yalanlayanlar, ahirete kavuşmayı kendilerine (refah) verdiğimiz (kimseler şöyle dediler) dünya hayatın da bu ancak sizin gibi bir beşerdir o da sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor
(33) And the chiefs of his people, who disbelieved and denied the Meeting in the Hereafter, and on whom We had bestowed the good things of this life, said: He is no more than a man like yourselves: he eats of that of which ye eat, and drinks of what ye drink.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
el meleu |
: ileri gelenler |
3. |
min kavmi-hi |
: onun kavminden |
4. |
ellezîne keferû |
: inkâr edenler, kâfir olan kimseler, kâfirler |
5. |
ve kezzebû |
: ve yalanladılar |
6. |
bi likâi el âhıreti |
: ahirete (Allah’a) mülâki olmayı |
7. |
ve etrafnâ-hum |
: ve biz onlara refah verdik |
8. |
fî el hayâti ed dunyâ |
: dünya hayatında |
9. |
mâ hâzâ |
: bu değildir |
10. |
illâ |
: ancak, den başka |
11. |
beşerun |
: bir beşer, bir insan |
12. |
mislu-kum |
: sizin gibi |
13. |
ye’kulu |
: (yemek) yer |
14. |
mimmâ (min mâ) |
: şeylerden |
15. |
te’kulûne |
: siz yiyorsunuz |
16. |
min-hu |
: ondan |
17. |
ve yeşrebu |
: ve içer |
18. |
mimmâ (min mâ) |
: şeylerden |
19. |
teşrabûne |
: siz içiyorsunuz |
٣٤
وَلَءِنْ اَطَعْتُمْ بَشَرًا مِثْلَكُمْ اِنَّكُمْ اِذًا لَخَاسِرُونَ
(34) ve lein eta’tüm beşeram misleküm inneküm izel lehasirun
Yemin olsun, eğer siz kendiniz gibi bir beşere tabi olursanız, gerçekten o zaman ziyan edenlerden olursunuz
(34) If ye obey a man like yourselves, behold, it is certain ye will be lost.
1. |
ve le in |
: ve eğer |
2. |
eta’tum |
: siz itaat edersiniz |
3. |
beşeren |
: bir beşer, bir insan |
4. |
misle-kum |
: sizin gibi |
5. |
inne-kum |
: muhakkak siz |
6. |
izen |
: o taktirde, o zaman |
7. |
le |
: mutlaka |
8. |
hâsirûne |
: hüsrana düşenler |
٣٥
اَيَعِدُكُمْ اَنَّكُمْ اِذَا مِتُّمْ وَكُنْتُمْ تُرَابًا وَعِظَامًا اَنَّكُمْ مُخْرَجُونَ
(35) e yeidüküm enneküm iza mittüm ve küntüm türabev ve izamen enneküm muhracun
size vaat mi ediyor? şüphesiz siz öldüğünüz zaman toprak ve kemik olduğunuzda (tekrar) çıkarılacağınızı
(35) Does he promise that when ye die and become dust and bones, ye shall be brought forth (again)?
1. |
e yaıdu-kum |
: size vaad mi ediyor |
2. |
enne-kum |
: mutlaka siz, sizin olacağınız |
3. |
izâ |
: o zaman |
4. |
mittum |
: siz öldünüz |
5. |
ve kuntum |
: ve siz oldunuz |
6. |
turâben |
: toprak |
7. |
ve ızâmen |
: ve kemik |
8. |
enne-kum |
: mutlaka siz, sizin olacağınız |
9. |
muhracûne |
: çıkarılacaksınız |
٣٦
هَيْهَاتَ هَيْهَاتَ لِمَا تُوعَدُونَ
(36) heyhate heyhate lima tuadun
ne kadar uzak! ne kadar uzak! size vaat olunan şey
(36) Far, very far is that which ye are promised!
1. |
heyhâte |
: heyhat, yazık |
2. |
heyhâte |
: heyhat, yazık |
3. |
limâ |
: şeye |
4. |
tûadûne |
: siz vaadediliyorsunuz |
٣٧
اِنْ هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثينَ
(37) in hiye illa hayatüned dünya nemutü ve nahya ve ma nahnü bi meb’usin
hayat ancak dünya hayatıdır biz ölürüz ve yaşarız ama biz (öldükten sonra) dirilmeyiz
(37) There is nothing but Our life in this world! We shall die and we live! But we shall never be raised up again!
1. |
in hiye |
: o sadece |
2. |
illâ |
: ancak |
3. |
hayâtuned dunyâ |
: dünya hayatımız |
4. |
nemûtu |
: ölürüz |
5. |
ve nahyâ |
: ve yaşarız |
6. |
ve mâ nahnu |
: ve biz değiliz |
7. |
bi meb’ûsîne |
: beas edilenler, yeniden diriltilenler |
٣٨
اِنْ هُوَ اِلَّا رَجُلٌ افْتَرى عَلَى اللّهِ كَذِبًا وَمَا نَحْنُ لَهُ بِمُؤْمِنينَ
(38) in hüve illa racülüniftera alellahi kezibev ve ma nahnü lehu bi mü’minin
bu şahıs ancak Allah’a karşı yalan iftira eden biridir biz ona inanacak değiliz
(38) He is only a man who invents a lie against Allah, but we are not the ones to believe in him!
1. |
in huve |
: o ancak |
2. |
illâ |
: sadece |
3. |
raculunifterâ (raculun ifterâ) |
: iftira eden bir adam |
4. |
alâ allâhi |
: Allah’a |
5. |
keziben |
: yalan söyleyerek, yalanla |
6. |
ve mâ nahnu |
: ve biz değiliz |
7. |
lehu |
: ona |
8. |
bi mu’minîne |
: inananlar |
٣٩
قَالَ رَبِّ انْصُرْنى بِمَا كَذَّبوُنِ
(39) kale rabbin surni bima kezzebun
(Nuh) ya Rabbi dedi beni yalanlamalarından dolayı bana yardım et
(39) (The prophet) said: O my Lord! help me: for that they accuse me of falsehood.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
rabbi |
: Rabbim |
3. |
unsur-nî |
: bana yardım et |
4. |
bimâ |
: den dolayı, sebebiyle |
5. |
kezzebû-ni |
: beni yalanladılar |
٤٠
قَالَ عَمَّا قَليلٍ لَيُصْبِحُنَّ نَادِمينَ
(40) kale amma kalilil le yusbihunne nadimin
buyurdu: az bir şey (kaldı), elbette ki onlar pişman olacaklar
(40) (Allah) said: In but a little while, they are sure to be sorry!
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
ammâ (an mâ) kalîlin |
: az (kısa zamanda) |
3. |
le yusbihunne |
: mutlaka olacaklar |
4. |
nâdimîne |
: nadim olanlar, pişman olanlar |
٤١
فَاَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ بِالْحَقِّ فَجَعَلْنَاهُمْ غُثَاءً فَبُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمينَ
(41) fe ehazethümüs sayhatü bil hakkı fe cealnahüm ğusa fe bu’del lil kavmiz zalimin
İşte onları yakalayıverdi hak ettikleri korkunç ses onları çer çöp haline koyduk artık zalimlerin kavmi uzak olsun
(41) Then the Blast overtook them with justice, and We made them as rubbish of dead leaves (floating on the stream of Time)! So away with the people who do wrong!
1. |
fe ehazet-hum |
: Böylece onları aldı (yakaladı) |
2. |
es sayhatu |
: bir sayha (çok büyük bir ses dalgası) |
3. |
bi el hakkı |
: hak ile |
4. |
fe cealnâ-hum |
: o zaman onları kıldık |
5. |
gusâen |
: zerreler halinde |
6. |
fe bu’den |
: artık uzak olsun |
7. |
li el kavmi ez zâlimîne |
: zalim kavimden |
٤٢
ثُمَّ اَنْشَاْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قُرُونًا اخَرينَ
(42) sümme enşe’na mim ba’dihim kurunen aharin
sonra yarattık onların arkasından başka nesiller.
(42) Then We raised after them other generations.
1. |
summe |
: sonra |
2. |
enşe’nâ |
: biz inşa ettik, yarattık |
3. |
min ba’di-him |
: onlardan sonra |
4. |
kurûnen |
: nesiller |
5. |
âharîne |
: diğerleri, başkaları |
Sayfa:344
٤٣
مَاتَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا وَمَا يَسْتَاْخِرُونَ
(43) ma tesbiku min ümmetin eceleha ve ma yeste’hirun
hiçbir ümmet ecelini öne alamaz, ve erteleyemez.
(43) No people can hasten their term, nor can they delay (it).
1. |
mâ tesbiku |
: öne geçmez, erkene alamaz |
2. |
min ummetin |
: (ümmetlerden) bir ümmet |
3. |
ecele-hâ |
: onun eceli, onun süresi |
4. |
ve mâ yeste’hırûne |
: ve ertelemez, erteleyemez, tehir edemez |
٤٤
ثُمَّ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَا كُلَّمَا جَاءَ اُمَّةً رَسُولُهَا كَذَّبُوهُ فَاَتْبَعْنَا بَعْضَهُمْ بَعْضًا وَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاديثَ فَبُعْدًا لِقَوْمٍ لَايُؤْمِنُونَ
(44) sümme erselna rusülena tetra küllema cae ümmeter rasulüha kezzebuhü fe etba’na ba’dahüm ba’dav ve cealnahüm ehadis fe bu’del li kavmil la yü’minun
Sonra gönderdik, ard arda resullerimizi her ümmete resul geldikçe onu yalanladılar bizim (azabımızda) onları takip etti ve onlara yaptık ibretli hadiseler artık uzak olsun (bizden) iman etmeyen kavim
(44) Then sent We Our Messengers in succession: every time there came to a people their messenger, they accused him of falsehood: so We made them follow each other (in punishment): We made them as a tale (that is told): so away with a people that will not believe!
1. |
summe |
: sonra |
2. |
ersel-nâ |
: biz gönderdik |
3. |
rusule-nâ |
: resûllerimiz |
4. |
tetrâ |
: birbirinin arkasından, ardından, ardarda |
5. |
kullemâ |
: her defasında |
6. |
câe |
: geldi |
7. |
ummeten |
: ümmet |
8. |
resûlu-hâ |
: onun (kendi) resûlü |
9. |
kezzebû-hu |
: onu yalanladılar |
10. |
fe |
: artık, böylece, bundan sonra |
11. |
etbâ’nâ |
: biz tâbî kıldık, takip ettirdik |
12. |
ba’dahum ba’dan |
: onların bir kısmını bir kısmına, birbirine |
13. |
ve cealnâ-hum |
: ve onları kıldık |
14. |
ehâdîse |
: efsane, nakledilen olaylar |
15. |
fe |
: artık, böylece |
16. |
bu’den |
: uzak olsun |
17. |
li kavmin |
: kavim için, kavim |
18. |
lâ yu’minûne |
: mü’min olmayanlar |
٤٥
ثُمَّ اَرْسَلْنَا مُوسى وَاَخَاهُ هرُونَ بِايَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبينٍ
(45) sümme erselna musa ve ehahü harune bi ayatina ve sültanim mübin
Sonra gönderdik Musa’yı ve kardeşi Harun’u açık mucizelerimiz ve delillerimizle
(45) Then We sent Moses and his brother Aaron, with Our Signs and authority manifest,
1. |
summe |
: sonra |
2. |
erselnâ |
: biz gönderdik |
3. |
mûsâ |
: Musa |
4. |
ve ehâ-hu |
: ve onun kardeşi |
5. |
hârûne |
: Harun |
6. |
bi âyâti-nâ |
: âyetlerimizi |
7. |
ve sultânin |
: ve bir delil |
8. |
mubînin |
: apaçık |
٤٦
اِلى فِرْعَوْنَ وَمَلَاءِه فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا عَالينَ
(46) ila fir’avne ve meleihi festekberu ve kanu kavmen alin
firavun ve onun ileri gelen adamlarını hemen büyüklendiler ve onlar bir kavimdiler kibirlenen, ululuk taslayan
(46) To Pharaoh and his Chiefs: but these behaved insolently: they were people. an arrogant
1. |
ilâ fir’avne |
: firavuna |
2. |
ve melei-hî |
: ve onun ileri gelenleri, halk |
3. |
festekberû (fe istekberû) |
: böylece, fakat büyüklendiler |
4. |
ve kânû |
: ve oldular |
5. |
kavmen |
: bir kavim |
6. |
âlîne |
: âlîn olanlar, üstün gelmeye çalışanlar |
٤٧
فَقَالُوا اَنُؤْمِنُ لِبَشَرَيْنِ مِثْلِنَا وَقَوْمُهُمَا لَنَا عَابِدُونَ
(47) fe kalu enü’minü li beşerayni mislina ve kavmühüma lena abidun
(onlar) dediler bizim gibi iki beşere mi inanacağız? ve onların kavmi bize kölelik ederken
(47) They said: Shall we believe in two men like ourselves? And their people are subject to us!
1. |
fe |
: artık, böylece, sonra |
2. |
kâlû |
: dediler |
3. |
e nu’minu |
: inanalım mı |
4. |
li beşereyni |
: iki beşere |
5. |
misli-nâ |
: bizim gibi |
6. |
ve kavmu-humâ |
: ve ikisinin kavmi |
7. |
lenâ |
: bize |
8. |
âbidûne |
: kul olanlar |
٤٨
فَكَذَّبُوهُمَا فَكَانُوا مِنَ الْمُهْلَكينَ
(48) fe kezzebuhüma fe kanu minel mühlekin
Sonra ikisini de yalanladılar böylece helak edilenlerden oldular
(48) So they accused them of falsehood, and they became of those who were destroyed.
1. |
fe |
: artık, böylece |
2. |
kezzebû-humâ |
: ikisini yalanladılar |
3. |
fe |
: artık, böylece |
4. |
kânû |
: oldular |
5. |
min-el muhlekîne |
: helâk edilenlerden |
٤٩
وَلَقَدْ اتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ
(49) ve le kad ateyna musel kitabe leallehüm yehtedun
Yemin olsun ki, Musa’ya kitap verdik umulur ki hidayete ererler
(49) And We gave Moses the Book, in order that they might receive guidance.
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
âteynâ |
: biz verdik |
3. |
mûsâ |
: Musa |
4. |
el kitâbe |
: kitap |
5. |
lealle-hum |
: umulur ki böylece onlar |
6. |
yehtedûne |
: hidayete ererler |
٥٠
وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُ ايَةً وَاوَيْنَاهُمَا اِلى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعينٍ
(50) ve cealnebne meryeme ve ümmehu ayetev ve aveynahüma ila rabvetin zati karariv ve meiyn
Biz Meryem oğlu İsa ve annesini bir mucize yaptık her ikisini de yerleştirdik düz su kaynağı bulunan bir tepeye
(50) And We made the son of Mary and his mother as a Sign: We gave them both shelter on high ground, affording rest and security and furnished with springs.
1. |
ve cealnebne (cealnâ ibne) |
: ve oğlunu kıldık |
2. |
meryeme |
: Meryem |
3. |
ve umme-hu |
: ve onun annesini |
4. |
âyeten |
: âyet |
5. |
ve âveynâ-humâ |
: ve ikisini barındırdık, yerleştirdik |
6. |
ilâ rabvetin |
: yüksek bir tepeye |
7. |
zâti |
: sahip |
8. |
karârin |
: karargâh, yerleşme mekânı |
9. |
ve maînin |
: ve akan su |
٥١
يَا اَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا اِنّى بِمَا تَعْمَلُونَ عَليمٌ
(51) ya eyyüher rusülü külu minet tayyibati va’melu saliha inni bima ta’melune alim
Ey resuller! temiz, güzel ve hoş şeylerden yeyin ve salih amel işleyin şüphesiz ben yaptıklarınızı bilirim
(51) O ye messengers! enjoy (all) things good and pure, and work righteousness: for I am well-acquainted with (all) that ye do.
1. |
yâ eyyuhâ er rusulu |
: ey resûller |
2. |
kulû |
: yeyiniz |
3. |
min et tayyibâti |
: tayyib olanlardan (temiz, helâl ni’metlerden) |
4. |
va’melû (ve a’melû) |
: amel yapınız |
5. |
sâlihan |
: salih amel, nefsi tezkiye edici amel |
6. |
in-nî |
: muhakkak ki ben |
7. |
bimâ |
: şeyleri |
8. |
ta’melûne |
: yapıyorsunuz |
9. |
alîmun |
: çok iyi, en iyi bilen |
٥٢
وَاِنَّ هذِه اُمَّتُكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَاَنَا رَبُّكُمْ فَاتَّقُونِ
(52) ve inne hazihi ümmetüküm ümmetev vahidetev ve ene rabbüküm fettekun
Şüphe yok ki bu sizin ümmetinizdir tek bir ümmet olarak ben de sizin Rabbinizim benden korkun
(52) And verily this Brotherhood of yours is a single Brotherhood, and I am your Lord and Cherisher: therefore fear Me (and no other).
1. |
ve inne |
: ve muhakkak |
2. |
hâzihî |
: bu |
3. |
ummetu-kum |
: sizin ümmetiniz |
4. |
ummeten |
: bir ümmet |
5. |
vâhıdeten |
: tek, bir tek |
6. |
ve ene |
: ve ben |
7. |
rabbu-kum |
: sizin Rabbiniz |
8. |
fettekûni (fe ittekû-ni) |
: artık bana karşı takva sahibi olun |
٥٣
فَتَقَطَّعُوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
(53) fetekkatau emrahüm beynehüm zübüra küllü hizbim bima ledeyhim ferihun
Böylece ayırdılar onlar işlerini kendi aralarında gruplara her grup kendilerinin yanında olanla sevinip şımardı
(53) between them, into sects: their affair (of unity), But people have cut off each party rejoices in that which is with itself.
1. |
fe |
: artık, böylece, fakat |
2. |
tekattaû |
: parçaladılar, ayırıp böldüler |
3. |
emre-hum |
: onların emirleri, emirlerini |
4. |
beyne-hum |
: aralarında |
5. |
zuburan |
: parçalar halinde, kısımlar halinde |
6. |
kullu |
: hepsi, bütün hepsi, |
7. |
hızbin |
: grup |
8. |
bimâ |
: şeyle, şeyi |
9. |
ledey-him |
: onların yanında, kendi yanlarında |
10. |
ferihûne |
: ferahlananlar |
٥٤
فَذَرْهُمْ فى غَمْرَتِهِمْ حَتّى حينٍ
(54) fezerhüm fi ğamratihim hatta hiyn
Şimdi onları şaşkınlıkları içinde bırak belli bir zamana kadar
(54) But leave them in their confused ignorance for a time.
1. |
fe |
: artık, böylece |
2. |
zer-hum |
: onları bırak, terket |
3. |
fî |
: içinde |
4. |
gamrati-him |
: onların sapıklık, dalâlet, gafletleri |
5. |
hattâ |
: oluncaya kadar, kadar |
6. |
hînin |
: süre, vakit |
٥٥
اَيَحْسَبُونَ اَنَّمَا نُمِدُّهُمْ بِه مِنْ مَالٍ وَبَنينَ
(55) e yahsebune ennema nümiddühüm bihi mim maliv ve benin
Kendilerini desteklemiş olmamızı ne sanıyorlar? Sadece onlara ait mal ve oğullarla
(55) Do they think that because We have granted them abundance of wealth and sons,
1. |
e yahsebûne |
: onlar mı sanıyorlar |
2. |
ennemâ |
: ancak, sadece, olduğunu |
3. |
numiddu-hum |
: onları destekleriz, onlara yardım ederiz |
4. |
bi-hi |
: onunla |
5. |
min mâlin |
: maldan |
6. |
ve benîne |
: ve oğullar |
٥٦
نُسَارِعُ لَهُمْ فِى الْخَيْرَاتِ بَلْ لَايَشْعُرُونَ
(56) nüsariu lehüm fil hayrat bel la yeş’urun
(Onları) aceleyle vermemizi kendileri için hayır mı sanıyorlar hayır! şuur etmezler
(56) We would hasten them on in every good? Nay, they do not understand.
1. |
nusâriu |
: çabuk yapıyoruz |
2. |
lehum |
: onlar için, onlara |
3. |
fî el hayrâti |
: hayırlarda |
4. |
bel |
: bilâkis, hayır |
5. |
lâ yeş’urûne |
: şuurunda (bilincinde), farkında değiller |
٥٧
اِنَّ الَّذينَ هُمْ مِنْ خَشْيَةِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَ
(57) innellezine hüm min haşyeti rabbihim müşfikun
şüphesiz onlar Rablerinden haşye duyar ve titrerler
(57) Verily those who live in awe for fear of their Lord
1. |
innellezîne (inne ellezîne) |
: muhakkak o kimseler |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
min haşyeti |
: haşyetlnden |
4. |
rabbi-him |
: onların Rab’leri, Rab’lerinin |
5. |
muşfikûne |
: çekinenler, korkanlar |
٥٨
وَالَّذينَ هُمْ بِايَاتِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ
(58) vellezine hüm bi ayati rabbihim yü’minun
o kimseler ki Rablerinin ayetlerine iman ederler
(58) Those who believe in the Signs of their Lord
1. |
vellezîne (ve ellezîne) |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
bi âyâti |
: âyetlere |
4. |
rabbi-him |
: onların Rab’leri, Rab’lerinin |
5. |
yu’minûne |
: îmân ederler |
٥٩
وَالَّذينَ هُمْ بِرَبِّهِمْ لَايُشْرِكُونَ
(59) vellezine hüm bi rabbihim la yüşrikun
Ve o kimseler Rablerine ortak koşmazlar
(59) Those who join not (in worship) partners with their Lord
1. |
vellezîne (ve ellezîne) |
: o kimseler, onlar |
2. |
hum |
: onlar |
3. |
bi rabbi-him |
: onların Rab’leri, Rab’lerine |
4. |
lâ yuşrikûne |
: ortak koşmazlar şirk koşmazlar |
Sayfa:345
٦٠
وَالَّذينَ يُؤْتُونَ مَا اتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ اَنَّهُمْ اِلى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ
(60) vellezine yü’tune ma atev ve kulubühüm veciletün ennehüm ila rabbihim raciun
O kimseler ki zekatlarını verirler ve onların kalpleri çarpar şüphesiz onlar Rablerine döneceklerinden (dolayı)
(60) And those who dispense their Charity with their hearts full of fear, because they will return to their Lord
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler |
2. |
yu’tûne |
: verirler |
3. |
mâ âtev |
: verecekleri şey |
4. |
ve kulûbu-hum |
: ve onların kalpleri |
5. |
veciletun |
: titreyerek |
6. |
enne-hum |
: muhakkak ki onlar, onlar ….. olduğundan |
7. |
ilâ rabbi-him |
: Rab’lerine |
8. |
râciûne |
: dönenler, rücu edenler |
٦١
اُولءِكَ يُسَارِعُونَ فِى الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ
(61) ülaike yüsariune fil hayrati ve hüm leha sabikun
işte onlar hayırda acele edenlerdir ve onlar bununla öne geçenlerdir
(61) It is these who hasten in every good work, and these who are foremost in them.
1. |
ulâike |
: işte onlar |
2. |
yusâriûne |
: yarışırlar |
3. |
fî el hayrâti |
: hayırlarda |
4. |
ve hum |
: ve onlar |
5. |
lehâ |
: onun, onda |
6. |
sâbikûne |
: öne geçenlerdir |
٦٢
وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنْطِقُ بِالْحَقِّ وَهُمْ لَايُظْلَمُونَ
(62) ve la nükellifü nefsen illa vüs’aha ve ledeyna kitabüy yentiku bil hakkı ve hüm la yuzlemun
Teklif edemeyiz hiçbir nefse gücünden fazlasını ve katımızda hakkı söyleyen kitap (vardır) ve onlara hiçbir zulüm yapılmaz
(62) On no soul do We place a burden greater than it can bear: before Us is a record which clearly shows the truth: they will never be wronged.
1. |
ve lâ nukellifu |
: ve mükellef tutmayız |
2. |
nefsen |
: nefs, kişi, kimse |
3. |
illâ |
: den başka, dışında |
4. |
vus’a-hâ |
: onun gücü, kapasitesi |
5. |
ve ledeynâ |
: ve katımızda, yanımızda, nezdimizde |
6. |
kitâbun |
: bir kitap |
7. |
yantıku |
: söyleyen, konuşan |
8. |
bi el hakkı |
: hakkı |
9. |
ve hum |
: ve onlar |
10. |
lâ yuzlemûne |
: zulmedilmez |
٦٣
بَلْ قُلُوبُهُمْ فى غَمْرَةٍ مِنْ هذَا وَلَهُمْ اَعْمَالٌ مِنْ دُونِ ذلِكَ هُمْ لَهَا عَامِلُونَ
(63) bel kulubühüm fi ğamratim min haza ve lehüm a’malüm min duni zalike hüm leha amilun
Hayır! onların kalpleri bundan gaflettedir. onların (kötü) amelleri (vardır ki) onlar bu işleri yapar dururlar.
(63) But their hearts are in confused ignorance of this and there are, besides that, deeds of theirs, which they will (continue) to do,
1. |
bel |
: bilâkis, hayır |
2. |
kulûbu-hum |
: onların kalpleri |
3. |
fî gamratin |
: gaflette, dalâlette |
4. |
min hâzâ |
: bundan |
5. |
ve lehum |
: ve onların (vardır) |
6. |
a’mâlun |
: ameller |
7. |
min dûni zâlike |
: bundan başka |
8. |
hum |
: onlar |
9. |
lehâ |
: onun |
10. |
âmilûne |
: amel edenler, yapanlar |
٦٤
حَتّى اِذَا اَخَذْنَا مُتْرَفيهِمْ بِالْعَذَابِ اِذَا هُمْ يَجَْرُونَ
(64) hatta iza ehazna mütrafihim bil azabi iza hüm yec’erun
Hatta yakaladığımız zaman zevk yapanları azap ile o zaman onlar feryat ederler
(64) Until, when We seize in Punishment those of them who received the good things of this world, behold, they will groan in supplication!
1. |
hattâ izâ |
: olunca, olduğu zaman |
2. |
ehaznâ |
: biz aldık |
3. |
mutrafî-him |
: onların refahta olanları |
4. |
bi el âzâbi |
: azap ile |
5. |
izâ |
: o zaman |
6. |
hum |
: onlar |
7. |
yec’erûne |
: yalvarıp bağırarak yardım isterler |
٦٥
لَا تَجَْرُوا الْيَوْمَ اِنَّكُمْ مِنَّا لَاتُنْصَرُونَ
(65) la tec’erul yevme inneküm minna la tünsarun
bu gün feryat figan yapmayın, size bizden yardım edilmez
(65) (It will be said): Groan not in supplication this day: for ye shall certainly not be helped by Us.
1. |
lâ tec’erû |
: yalvarıp bağırarak yardım istemeyin |
2. |
el yevme |
: o gün |
3. |
inne-kum |
: muhakkak siz |
4. |
min-nâ |
: bizden |
5. |
lâ tunsarûne |
: yardım edilmezsiniz, size yardım edilmez |
٦٦
قَدْ كَانَتْ ايَاتى تُتْلى عَلَيْكُمْ فَكُنْتُمْ عَلى اَعْقَابِكُمْ تَنْكِصُونَ
(66) kad kanet ayati tütla aleyküm fe küntüm ala a’kabiküm tenkisun
Şüphe yok ki karşınızda ayetlerim okunuyordu da bunun üzerine sizler arkanızı dönüp uzaklaşıyordunuz
(66) My Signs used to be rehearsed to you, but ye used to turn back on your heels
1. |
kad |
: olmuştur |
2. |
kânet |
: idi, oldu |
3. |
âyâtî |
: âyetlerim |
4. |
tutlâ |
: okunuyor |
5. |
aleykum |
: size |
6. |
fe |
: o zaman |
7. |
kuntum |
: siz oldunuz |
8. |
alâ a’kâbi-kum |
: topuklarınız üzerinde |
9. |
tenkisûne |
: dönüp kaçıyorsunuz |
٦٧
مُسْتَكْبِرينَ بِه سَامِرًا تَهْجُرُونَ
(67) müstekbirine bihi samiran tehcürun
Onu kibrinize yediremiyor (gece toplanıp) hezeyanlar savuruyordunuz
(67) In arrogance: talking nonsense about the (Quran), like one telling fables by night.
1. |
mustekbirîne |
: kibirlenenler |
2. |
bi-hi |
: onunla |
3. |
sâmiran |
: gece toplanıp görüşenler |
4. |
tehcurûne |
: ayrılıyordunuz, saçma sapan konuşuyordunuz |
٦٨
اَفَلَمْ يَدَّبَّرُوا الْقَوْلَ اَمْ جَاءَهُمْ مَا لَمْ يَاْتِ ابَاءَهُمُ الْاَوَّلينَ
(68) e fe lem yeddebberul kavle em caehüm ma lem ye’ti abaehümül evvelin
Hala bu kelamı düşünmediler mi? yoksa onlara biri mi geldi? evvelki atalarına gelmeyen
(68) Do they not ponder over the Word (of Allah), or has anything (new) come to them that did not come to their fathers of old?
1. |
e fe lem yeddebberû |
: hâlâ düşünmüyorlar mı, düşünmediler mi |
2. |
el kavle |
: söz |
3. |
em |
: yoksa, veya |
4. |
câe-hum |
: onlara geldi |
5. |
mâ |
: şey |
6. |
lem ye’ti |
: gelmeyen |
7. |
âbâe-hum |
: onların babaları, ataları |
8. |
el evvelîne |
: önceki, evvelki |
٦٩
اَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ
(69) em lem ya’rifu rasulehüm fe hüm lehu münkirun
Yoksa resullerini tanımadılar da onun için (mi) onları inkar ediyorlar
(69) Or do they not recognize their Messenger, that they deny him?
1. |
em |
: yoksa, veya |
2. |
lem ya’rifû |
: tanımıyorlar, tanımadılar |
3. |
resûle-hum |
: onların resûlü |
4. |
fe |
: o zaman |
5. |
hum |
: onlar |
6. |
lehu |
: onu |
7. |
munkirûne |
: inkâr edenler |
٧٠
اَمْ يَقُولُونَ بِه جِنَّةٌ بَلْ جَاءَهُمْ بِالْحَقِّ وَاَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ
(70) em yekulune bihi cinneh bel caehüm bil hakkı ve ekseruhüm lil hakkı karihun
Yoksa onda bir cinnet mi var diyorlar hayır! onlara hak ile geldi ve onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar
(70) Or do they say, He is possessed? Nay, he has brought them the Truth, but most of them hate the Truth.
1. |
em |
: yoksa, veya |
2. |
yekûlûne |
: diyorlar, söylüyorlar |
3. |
bi-hi |
: onunla, onda |
4. |
cinnetun |
: bir delilik |
5. |
bel |
: hayır |
6. |
câe-hum |
: onlara geldi |
7. |
bi el hakkı |
: hak ile |
8. |
ve ekseru-hum |
: ve onların çoğu |
9. |
li el hakkı |
: hakkı |
10. |
kârihûne |
: kerih görenler |
٧١
وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّموَاتُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فيهِنَّ بَلْ اَتَيْنَاهُمْ بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَنْ ذِكْرِهِمْ مُعْرِضُونَ
(71) ve levittebeal hakku ehvaehüm le fesedetis semavatü vel erdu ve men fihinn bel eteynahüm bi zekrihim fe hüm an zikrihim mu’ridun
Velev hakka tabi olsaydı onların hevaları mutlaka fesada giderdi gökyüzünde, yeryüzünde ve bunların içinde bulunanlar hayır! onlara öğütlerimizi getirdik fakat onlar nasihatlerden yüz çeviriyorlar
(71) If the Truth had been in accord with their desires, truly the heavens and the earth, and all beings therein would have been in confusion and corruption! Nay, We have sent them their admonition, but they from their admonition. turn away
1. |
ve lev ittebea |
: ve uysaydı, tâbî olsaydı |
2. |
el hakku |
: |
3. |
ehvâe-hum |
: onların hevaları |
4. |
le fesedeti |
: mutlaka fesada uğrardı |
5. |
es semâvâtu |
: semalar |
6. |
vel ardu |
: ve arz, yeryüzü |
7. |
ve men fî hinne |
: ve onların içinde olanlar |
8. |
bel |
: hayır |
9. |
eteynâ-hum |
: onlara getirdik |
10. |
bi zikri-him |
: onların zikirleri |
11. |
fe |
: o zaman, fakat |
12. |
hum |
: onlar |
13. |
an zikri-him |
: zikirlerinden |
14. |
mu’ridûne |
: yüz çevirenler |
٧٢
اَمْ تَسَْلُهُمْ خَرْجًا فَخَرَاجُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقينَ
(72) em tes’elühüm harcen fe haracü rabbike hayruv ve hüve hayrur razikın
yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? fakat Rabbinin mükafatı daha hayırlıdır ve o, hayırlı rızık verendir
(72) Or is it that thou askest them for some recompense? But the recompense of thy Lord is best: He is the Best of those who give sustenance.
1. |
em |
: yoksa, veya |
2. |
tes’elu-hum |
: onlardan istiyorsun |
3. |
harcen |
: bir harc, bir ücret |
4. |
fe |
: o zaman |
5. |
haracu |
: mükâfatı |
6. |
rabbi-ke |
: senin Rabbin |
7. |
hayrun |
: (daha) hayırlıdır |
8. |
ve huve |
: ve o |
9. |
hayru |
: (en) hayırlıdır |
10. |
er râzikîne |
: rızık verenler, rızıklandıranlar |
٧٣
وَاِنَّكَ لَتَدْعُوهُمْ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ
(73) ve inneke le ted’uhüm ila siratim müstekım
gerçekten sen onları davet ediyorsun Allah’ın dosdoğru yoluna.
(73) But verily thou callest them to the straight Way
1. |
ve inne-ke |
: ve muhakkak sen |
2. |
le ted’û-hum |
: mutlaka onları davet ediyorsun |
3. |
ilâ sırâtın mustakîmin |
: Sıratı Mustakîm’e (Allah’a götüren yola) |
٧٤
وَاِنَّ الَّذينَ لَايُؤْمِنُونَ بِالْاخِرَةِ عَنِ الصِّرَاطِ لَنَاكِبُونَ
(74) ve innellezine la yü’minune bil ahirati anis sirati lenakibun
şüphe yok ki ahirete inanmayanlar bu yoldan sapıp yan çiziyorlar
(74) And verily those who believe not in the Hereafter, are deviating from that Way.
1. |
ve inne ellezîne |
: ve muhakkak o kimseler |
2. |
lâ yu’minûne |
: inanmazlar |
3. |
bi el âhıreti |
: ahirete (Allah’a hayatta iken ulaşmaya) |
4. |
ani es sırâtı |
: yoldan |
5. |
le nâkibûne |
: mutlaka sapanlar (dalâlette olanlar) |
Sayfa:346
٧٥
وَلَوْ رَحِمْنَاهُمْ وَكَشَفْنَا مَا بِهِمْ مِنْ ضُرٍّ لَلَجُّوا فى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
(75) ve lev rahimnahüm ve keşefna ma bihim min durril leleccu fi tuğyanihim ya’mehun
Velev onlara acıyarak (başlarına gelen) zararı onlardan kaldırsak ısrarla devam ederlerdi şaşkınlıkla azgınlıklarına
(75) If We had mercy on them and removed the distress which is on them, they would obstinately persist in their transgression, wandering in distraction to and fro.
1. |
ve lev |
: ve eğer |
2. |
rahımnâ |
: rahmet (merhamet) ettik |
3. |
hum |
: onlar |
4. |
ve keşefnâ |
: ve biz giderdik |
5. |
mâ |
: şey |
6. |
bi-him |
: onları |
7. |
min durrin |
: (zarardan) bir zarar |
8. |
le |
: mutlaka, elbette |
9. |
leccû |
: ısrar ettiler, devam ettiler |
10. |
fî |
: içinde |
11. |
tugyâni-him |
: onların azgınlıkları |
12. |
ya’mehûne |
: bocalıyorlar, şaşkın şaşkın dolaşıyorlar |
٧٦
وَلَقَدْ اَخَذْنَاهُمْ بِالْعَذَابِ فَمَا اسْتَكَانُوا لِرَبِّهِمْ وَمَا يَتَضَرَّعُونَ
(76) ve le kad ehaznahüm bil azabi fe mestekanu li rabbihim ve ma yetedarraun
Yemin olsun, biz onları azap ile yakaladık onlar Rablerine itaat etmiyorlar ve yalvarmıyorlar
(76) We inflicted Punishment on them, but they humbled not themselves to their Lord, nor do they submissively entreat (Him)!
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
ehaznâ-hum |
: biz onları yakaladık |
3. |
bi el azâbi |
: azap ile |
4. |
fe |
: o zaman, fakat |
5. |
mestekânû (mâ istekânû) |
: boyun eğmediler |
6. |
li rabbi-him |
: Rab’lerine |
7. |
ve mâ yetedarreûne |
: ve yalvarıp dua etmiyorlar |
٧٧
حَتّى اِذَا فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا ذَا عَذَابٍ شَديدٍ اِذَا هُمْ فيهِ مُبْلِسُونَ
(77) hatta iza fetahna aleyhim baben za azabin şedidin iza hüm fihi müblisun
Hatta üzerlerine açtığımız zaman şiddetli azap kapılarını o zaman onlar o azaptan dolayı ümitsizliğe düşmüşlerdi
(77) Until We open on them a gate leading to a severe Punishment: then lo! They will be plunged in despair therein!
1. |
hattâ |
: hatta, nihayet, oluncaya kadar |
2. |
izâ fetahnâ |
: açtığımız zaman |
3. |
aleyhim |
: onlara |
4. |
bâben |
: kapı |
5. |
zâ azâbin |
: azap sahibi |
6. |
şedîdin |
: şiddetli |
7. |
izâ |
: olduğu zaman |
8. |
hum |
: onlar |
9. |
fîhi |
: içinde |
10. |
mublisûne |
: ümitsizliğe düşenler, umutlarını kaybedenler |
٧٨
وَهُوَ الَّذى اَنْشَاَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفِْدَةَ قَليلًا مَاتَشْكُرُونَ
(78) ve hüvellezi enşee lekümüs sem’a vel ebsara vel ef’ideh kalilem ma teşkürun
ve o, sizin için yarattı kulakları, gözleri ve gönülleri ne kadar az şükür ediyorsunuz
(78) It is He Who has created for you (the faculties of) hearing, sight, feeling and understanding: little thanks it is ye give!
1. |
ve huve |
: ve o |
2. |
ellezî |
: ki o |
3. |
enşee |
: inşa etti, yarattı |
4. |
lekum |
: sizin için |
5. |
es sem’a |
: işitme hassası |
6. |
ve el ebsâra |
: ve görme hassası |
7. |
ve el ef’idete |
: ve fuad hassaları |
8. |
kalîlen mâ |
: ne kadar az |
9. |
teşkurûne |
: şükrediyorsunuz |
٧٩
وَهُوَ الَّذى ذَرَاَكُمْ فِى الْاَرْضِ وَاِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
(79) ve hüvellezi zeraeküm fil erdi ve ileyhi tuhşerun
O ki sizi yaratıp yeryüzüne yayandır ve onun huzurunda haşr olunacaksınız
(79) And He has multiplied you through the earth, and to Him shall ye be gathered back.
1. |
ve huve |
: ve o |
2. |
ellezî |
: ki o |
3. |
zeree-kum |
: sizi yaratıp çoğalttı, yaydı |
4. |
fî el ardı |
: arzda, yeryüzünde |
5. |
ve ileyhi |
: ve ona |
6. |
tuhşerûne |
: haşrolunacaksınız |
٨٠
وَهُوَ الَّذى يُحْي وَيُميتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
(80) ve hüvellezi yuhyi ve yümiytü ve lehuhtilafül leyli ven nehar e fe la ta’kilun
Ve o ki hayat veren ve öldürendir sürekli değişmesi o’na aittir gece ve gündüzün düşünmeyecek misiniz?
(80) It is He Who gives life and death, and to Him (is due) the alternation of Night and Day: will ye not then understand?
1. |
ve huve |
: ve o |
2. |
ellezî |
: ki o |
3. |
yuhyî |
: diriltir |
4. |
ve yumîtu |
: ve öldürür |
5. |
ve lehuhtilâfu (lehu ihtilâfu) |
: ve ihtilâf, karşılıklı dönüşüm ona ait |
6. |
el leyli |
: gece |
7. |
ve en nehâri |
: ve gündüz |
8. |
e |
: mı |
9. |
fe |
: hâlâ |
10. |
lâ ta’kılûne |
: akıl etmiyorsunuz |
٨١
بَلْ قَالُوا مِثْلَ مَا قَالَ الْاَوَّلُونَ
(81) bel kalu misle ma kalel evvelun
hayır! dediler evvelkilerin dediği gibi
(81) nay but they say the like of what said the men of old
1. |
bel |
: hayır |
2. |
kâlû |
: dediler |
3. |
misle |
: misli, aynısı, benzeri |
4. |
mâ kâle |
: dedikleri şeyler, söyledikleri |
5. |
el evvelûne |
: evvelkiler |
٨٢
قَالُوا ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ
(82) kalu e iza mitna ve künna türabev ve izamen e inna le meb’usun
Dediler biz öldüğümüz, zaman mı? toprak ve kemik olduğumuz gerçekten biz mi diriltileceğiz?
(82) They say: What! When we die and become dust and bones, could we really be raised up again?
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
e izâ mitnâ |
: öldüğümüz zaman mı |
3. |
ve kunnâ |
: ve biz olduk |
4. |
turâben |
: toprak |
5. |
ve izâmen |
: ve kemik |
6. |
e |
: mı |
7. |
innâ |
: muhakkak, gerçekten |
8. |
le meb’ûsûne |
: mutlaka beas edilenler, yeniden diriltilenler |
٨٣
لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَابَاؤُنَا هذَا مِنْ قَبْلُ اِنْ هذَا اِلَّا اَسَاطيرُ الْاَوَّلينَ
(83) le kad vüidna nahnü ve abaüna haza min kablü in haza illa esatiyrul evvelin
şüphesiz bize vaat olundu bizim atalarımıza da bundan önce (vaat olunan) bu ancak evvelkilerin anlattığı masallardır
(83) Such things have been promised to us and to our fathers before! They are nothing but tales of the ancients!
1. |
lekad |
: andolsun |
2. |
vuıdnâ |
: biz vaadedildik, bize vaadedildi |
3. |
nahnu |
: biz |
4. |
ve âbâu-nâ |
: ve babalarımız |
5. |
hâzâ |
: bu |
6. |
min kablu |
: daha önceden |
7. |
in hâzâ illâ |
: bu ancak |
8. |
esâtîru |
: efsaneler |
9. |
el evvelîne |
: evvelkiler |
٨٤
قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ فيهَا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
(84) kul li menil erdu ve men fiha in küntüm ta’lemun
Sor: yeryüzün de ve onun içindeki varlıklar kimin? eğer sizler biliyorsanız
(84) Say: To whom belong the earth and all beings therein? (Say) if ye know!
1. |
kul |
: de |
2. |
li men |
: kimin |
3. |
el ardu |
: arz, yeryüzü |
4. |
ve men |
: ve kimseler |
5. |
fî-hâ |
: onun içinde, orada |
6. |
in kuntum |
: eğer siz oldu iseniz |
7. |
ta’lemûne |
: siz biliyorsunuz |
٨٥
سَيَقُولُونَ لِلّهِ قُلْ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ
(85) seyekulune lillah kul efela tezekkerun
Diyecekler Allah’ındır de ki: o halde akıl erdiremiyor musunuz?
(85) They will say, To Allah! Say: Yet will ye not receive admonition?
1. |
se-yekûlûne |
: diyecekler |
2. |
li allâhi |
: Allah’ın |
3. |
kul |
: de |
4. |
e |
: mı |
5. |
fe lâ tezekkerûne |
: hâlâ tezekkür etmezsiniz |
٨٦
قُلْ مَنْ رَبُّ السَّموَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظيمِ
(86) kul mer rabbüs semavatis seb’i ve rabbul arşil aziym
Sor : yedi semanın Rabbi ve büyük arşın Rabbi kimdir?
(86) Say: who is the Lord of the seven heavens, and the Lord of the Throne (of Glory) Supreme?
1. |
kul |
: de |
2. |
men |
: kim |
3. |
rabbu |
: Rab |
4. |
es semâvâti |
: semalar |
5. |
es seb’ı |
: yedi (7) |
6. |
ve rabbu |
: ve Rabbi |
7. |
el arşi |
: arş |
8. |
el azîmi |
: büyük |
٨٧
سَيَقُولُونَ لِلّهِ قُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ
(87) seyekulune lillah kul e fe la tettekun
Diyecekler Allah’ındır de ki: o halde hiç sakınmaz mısınız?
(87) They will say, (They belong) to Allah. Say: Will ye not then be filled with awe?
1. |
se-yekûlûne |
: diyecekler |
2. |
li allâhi |
: Allah’ın |
3. |
kul |
: de |
4. |
e |
: mı |
5. |
fe lâ tettekûne |
: hâlâ takva sahibi olmayacaksınız |
٨٨
قُلْ مَنْ بِيَدِه مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ يُجيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
(88) kul mem bi yedihi melekutü külli şey’iv ve hüve yuciru ve la yücaru aleyhi in küntüm ta’lemun
Sor: kimin elinde? her şeyin mülkü o, himaye eden kendi himaye edilmeyen eğer siz biliyorsanız
(88) Say: Who is it in whose hands is the governance of all things, who protects (all), but is not protected (of any)? (Say) if ye know.
1. |
kul |
: de |
2. |
men |
: kim |
3. |
bi yedi-hi |
: onun elinde |
4. |
melekûtu |
: mülk, yönetim, idare |
5. |
kulli şey’in |
: herşey |
6. |
ve huve |
: ve o |
7. |
yucîru |
: korur, himaye eder |
8. |
ve lâ yucâru |
: ve korunmaz, korunmaya ihtiyacı olmaz |
9. |
aleyhi |
: onun üzerine, ona |
10. |
in kuntum |
: eğer siz oldu iseniz |
11. |
ta’lemûne |
: siz biliyorsunuz |
٨٩
سَيَقُولُونَ لِلّهِ قُلْ فَاَنّى تُسْحَرُونَ
(89) seyekulune lillah kul fe enna tüsharu
Diyecekler Allah’ındır de ki: nasılda büyükleniyorsunuz?
(89) They will say, (It belongs) to Allah. Say: Then how are ye deluded?
1. |
se-yekûlûne |
: diyecekler |
2. |
li allâhi |
: Allah’ın |
3. |
kul |
: de |
4. |
fe |
: o zaman, öyleyse |
5. |
ennâ |
: nasıl |
6. |
tusharûne |
: aldatılıyorsunuz, büyüleniyorsunuz |
Sayfa:347
٩٠
بَلْ اَتَيْنَاهُمْ بِالْحَقِّ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
(90) bel eteynahüm bil hakkı ve innehüm le kazibun
hayır! onlara geldik hak ile muhakkak onlar yalancılardır
(90) We have sent them the Truth: but they indeed practise Falsehood!
1. |
bel |
: hayır, bilâkis |
2. |
eteynâ-hum |
: biz onlara getirdik |
3. |
bi el hakkı |
: hakkı |
4. |
ve inne-hum |
: ve muhakkak onlar |
5. |
le |
: elbette, gerekten, mutlaka |
6. |
kâzibûne |
: tekzip edenler, yalanlayanlar |
٩١
مَا اتَّخَذَ اللّهُ مِنْ وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ اِلهٍ اِذًا لَذَهَبَ كُلُّ اِلهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
(91) mettehazellahü miv velediv ve ma kane meahu min ilahin izel le zehebe küllü ilahüm bima haleka ve leala ba’duhüm ala ba’d sübhanellahi amma yesıfun
Allah, çocuk edinmiş değildir onunla beraber bir ilah da yoktur o zaman bütün ilahlar gelirdi yaratmış oldukları ile üstün olmaya çalışırlardı birbirlerine Allah Münezzehtir onların yakıştırdıkları vasıflardan
(91) No son did Allah beget, nor is there any god along with Him: (if there were many gods) behold, each god would have taken away what he had created, and some would have lorded it over others! Glory to Allah! (He is free) from the (sort of) things they attribute to Him!
1. |
mettehazallâhu |
: Allah edinmemiştir |
2. |
min veledin |
: bir çocuk |
3. |
ve mâ kâne |
: ve olmamıştır, yoktur |
4. |
mea-hu |
: onunla beraber |
5. |
min ilâhin |
: bir ilâh |
6. |
izen |
: öyle olsaydı, o taktirde |
7. |
le |
: mutlaka |
8. |
zehebe |
: gitti, giderdi |
9. |
kullu ilâhin |
: bütün ilâhlar |
10. |
bimâ halaka |
: yarattığı şey |
11. |
ve le |
: ve mutlaka |
12. |
alâ |
: üstün |
13. |
ba’du-hum alâ ba’dın |
: onların bir kısmı bir kısmına |
14. |
subhâne allâhi |
: Allah Sübhan’dır, münezzehtir |
15. |
ammâ (an mâ) |
: şeylerden |
16. |
yasıfûne |
: vasıflandırıyorlar |
٩٢
عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَتَعَالى عَمَّا يُشْرِكُونَ
(92) alimil ğaybi veş şehadeti fe teala amma yüşrikun
O gaybı da, görüleni de bilendir O çok yücedir ortak koştukları şeylerden
(92) He knows what is hidden and what is open: too high is He for the partners they attribute to Him!
1. |
âlimi |
: bilen |
2. |
el gaybi |
: gayb, görünmeyen |
3. |
ve eş şehâdeti |
: ve görülen |
4. |
fe teâlâ |
: işte o çok yüce |
5. |
ammâ (an mâ) |
: şeyden |
6. |
yuşrikûne |
: şirk koşuyorlar |
٩٣
قُلْ رَبِّ اِمَّا تُرِيَنّى مَا يُوعَدُونَ
(93) kul rabbi imma türiyenni ma yuadun
De ki ey Rabbim! eğer bana göstereceksen onlara vaat edilen (azabı)
(93) Say: O my Lord! If Thou wilt show me (in my lifetime) that which they are warned against,
1. |
kul |
: de |
2. |
rabbi |
: Rabbim |
3. |
immâ |
: veya, eğer |
4. |
turiyen-nî |
: bana göstereceksin |
5. |
mâ |
: şey |
6. |
yûadûne |
: vaadolunuyor |
٩٤
رَبِّ فَلَا تَجْعَلْنى فِى الْقَوْمِ الظَّالِمينَ
(94) rabbi fe la tec’alni fil kavmiz zalimin
Ey Rabbim! beni aralarında bulundurma o zalim kavmin
(94) Then, O my Lord! put me not amongst the people who do wrong!
1. |
rabbi |
: Rabbim |
2. |
fe |
: o zaman, öyleyse |
3. |
lâ tec’al-nî |
: beni kılma |
4. |
fi |
: içinde |
5. |
el kavmi ez zâlimîne |
: zalimler kavmi |
٩٥
وَاِنَّا عَلى اَنْ نُرِيَكَ مَا نَعِدُهُمْ لَقَادِرُونَ
(95) ve inna ala en nüriyeke ma neidühüm lekadirun
Şüphesiz biz (onu gidermeye de kadiriz) onlara vaat edilen azabı sana göstermeye kadiriz
(95) And We are certainly able to show thee (in fulfillment) that against which they are warned.
1. |
ve innâ |
: ve muhakkak biz |
2. |
alâ |
: üzerine, üstüne |
3. |
en nuriye-ke |
: sana bizim göstermemiz |
4. |
mâ |
: şeyi |
5. |
neidu-hum |
: onlara vaadediyoruz |
6. |
le |
: mutlaka, elbette |
7. |
kâdirûne |
: kaadir olanlar |
٩٦
اِدْفَعْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ السَّيِّءَةَ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ
(96) idfa’ billeti hiye ahsenüs seyyieh nahnü a’lemü bi ma yesifun
bertaraf et kötülüğü o güzellik ile biz biliriz onların yakıştırdıklarını
(96) Repel evil with that which is best: We are well acquainted with the things they say.
1. |
idfa’ |
: uzaklaştır, yok et |
2. |
billetî (bi elletî) |
: ki onunla |
3. |
hiye |
: o |
4. |
ahsen |
: en güzel |
5. |
es seyyiete |
: seyyiat, kötülük |
6. |
nahnu |
: biz |
7. |
a’lemu |
: en iyi bilen |
8. |
bi mâ |
: şeyleri |
9. |
yasıfûne |
: vasıflandırıyorlar |
٩٧
وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطينِ
(97) ve kul rabbi euzü bike min hemezatiş şeyatiyn
De ki: ey Rabbim! ben sana sığınırım şeytanların vesveselerinden
(97) And say O my Lord! I seek refuge with Thee from the suggestions of the Evil Ones.
1. |
ve kul |
: ve de, söyle |
2. |
rabbi |
: Rabbim |
3. |
eûzu |
: ben sığınırım |
4. |
bi-ke |
: sana |
5. |
min hemezâti |
: kışkırtmalarından (vesveselerinden) |
6. |
eş şeyâtîni |
: şeytanlar |
٩٨
وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
(98) ve euzü bike rabbi ey yahdurun
ey Rabbim! sana sığınırım (onların) yanımda olmalarından
(98) And I seek refuge with Thee O my Lord! lest they should come near me.
1. |
ve eûzu |
: ve ben sığınırım |
2. |
bi-ke |
: sana |
3. |
rabbi |
: Rabbim |
4. |
en yahdurû-ni |
: benim yanımda hazır bulunmaları |
٩٩
حَتّى اِذَا جَاءَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ
(99) hatta iza cae ehadehümül mevtü kale rabbirciun
Hatta onlardan birine ölüm geldiği zaman ey Rabbim! beni geri döndür der
(99) (In Falsehood will they be) until, when death comes to one of them, he says: O my Lord! send me back (to life),
1. |
hattâ izâ |
: olduğu zaman |
2. |
câe |
: geldi |
3. |
ehade-hum |
: onlardan biri |
4. |
el mevtu |
: ölüm |
5. |
kâle |
: dedi |
6. |
rabbirciûni (rabbi irciû-ni) |
: Rabbim beni geri döndür |
١٠٠
لَعَلّى اَعْمَلُ صَالِحًا فيمَا تَرَكْتُ كَلَّا اِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَاءِلُهَا وَمِنْ وَرَاءِهِمْ بَرْزَخٌ اِلى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
(100) lealli a’melü salihan fima teraktü kella inneha kelimetün hüve kailüha ve miv veraihim berzehun ila yevmi yüb’asun
böylece ben, salih amelleri işlerim orada terk ettiğim, hayır! söylediği boş bir sözdür. Onların önlerinde perde (vardır) dirilecekleri güne kadar
(100) In order that I may work righteousness in the things I neglected. By no means! It is but a word he says. Before them is a Partition till the Day they are raised up.
1. |
leal-lî |
: böylece ben |
2. |
a’melu sâlihan |
: salih amel (nefsi tezkiye edici amel) yaparım |
3. |
fîmâ |
: içinde, o şeyde, hakkında |
4. |
terektu |
: bıraktım, terkettim |
5. |
kellâ |
: hayır, asla |
6. |
innehâ |
: muhakkak o |
7. |
kelimetun |
: bir kelimedir, sözdür |
8. |
huve |
: o |
9. |
kâiluhâ |
: onun söylediği (söz) |
10. |
ve min verâi-him |
: ve onların arkalarından |
11. |
berzahun |
: bir berzah vardır |
12. |
ilâ yevmi |
: güne kadar |
13. |
yub’asûne |
: beas olunacaklar, yeniden diriltilecekler |
١٠١
فَاِذَا نُفِخَ فِى الصُّورِ فَلَا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَءِذٍ وَلَا يَتَسَاءَلُونَ
(101) fe iza nüfiha fis suri fe la ensabe beynehüm yevmeiziv ve la yetesaelun
sur’a üfürüldüğü zaman artık ne bir akrabalık bağı kalmıştır o gün aralarında birbirlerini soracakları (kimse de) yok
(101) Then when the Trumpet is blown, there will be no more relationships between them that day, nor will one ask after another!
1. |
fe izâ |
: o zaman |
2. |
nufiha |
: üfürüldü |
3. |
fî es sûri |
: sur’un içine, sur’a |
4. |
fe |
: artık |
5. |
lâ ensâbe |
: neseb, soy bağı yoktur |
6. |
beyne-hum |
: onların aralarında |
7. |
yevme izin |
: izin günü |
8. |
ve lâ yetesâelûne |
: ve birbirlerini sormazlar, sorulmazlar |
١٠٢
فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَازينُهُ فَاُولءِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
(102) fe men sekulet mevazinühu fe ülaike hümül müflihun
Artık kimin tartısı ağır gelirse işte onlar felaha erenlerdir
(102) Then those whose balance (of good deeds) is heavy, they will attain salvation:
1. |
fe |
: o zaman |
2. |
men |
: kim |
3. |
sekulet |
: ağır geldi |
4. |
mevâzînu-hu |
: onun mizanı, tartıları |
5. |
fe |
: o zaman |
6. |
ulâike |
: işte onlar |
7. |
hum |
: onlar |
8. |
el muflihûne |
: felâha, kurtuluşa erenlerdir |
١٠٣
وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازينُهُ فَاُولءِكَ الَّذينَ خَسِرُوا اَنْفُسَهُمْ فى جَهَنَّمَ خَالِدُونَ
(103) ve men haffet mevazinühu fe ülaikel lezine hasiru enfüsehüm fi cehenneme halidun
Ve kimin de tartısı hafif gelirse işte onlar da nefislerine yazık edenlerdir cehennemde ebedi kalacaklardır
(103) But those whose balance is light, will be those who have lost their souls in Hell will they abide.
1. |
ve men |
: ve kim |
2. |
haffet |
: hafif geldi |
3. |
mevâzînu-hu |
: onun mizanı, tartıları |
4. |
fe |
: o zaman |
5. |
ulâike |
: işte onlar |
6. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar ki |
7. |
hasirû |
: hüsrana düştüler |
8. |
enfuse-hum |
: onların nefsleri |
9. |
fî cehenneme |
: cehennemin içinde, cehennemde |
10. |
hâlidûne |
: ebediyyen kalacak olanlar |
١٠٤
تَلْفَحُ وُجُوهَهُمُ النَّارُ وَهُمْ فيهَا كَالِحُونَ
(104) telfehu vücuhehümün naru ve hüm fiha kalihun
onların yüzlerine ateş çarpar ve orada şaşırıp kalırlar
(104) The Fire will burn their faces, and they will therein grin, with their lips displaced.
1. |
telfehu |
: (ateş yüzünü) yalar, çarpar |
2. |
vucûhe-hum |
: onların yüzleri |
3. |
en nâru |
: ateş |
4. |
ve hum |
: ve onlar |
5. |
fî-hâ |
: onun içinde, orada |
6. |
kâlihûne |
: (ızdıraptan) yüzleri ekşimiş asık olanlardır |
Sayfa:348
١٠٥
اَلَمْ تَكُنْ ايَاتى تُتْلى عَلَيْكُمْ فَكُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ
(105) e lem tekün ayati tütla aleyküm fe küntüm biha tükezzibun
Siz değil miydiniz? size ayetlerim okunurken onları yalanlayanlar
(105) Were not My Signs rehearsed to you, and ye did but treat them as falsehoods?
1. |
e |
: mı |
2. |
lem tekun |
: olmadı |
3. |
âyâtî |
: âyetlerim |
4. |
tutlâ |
: okunurken |
5. |
aleykum |
: size |
6. |
fe |
: böylece, öyleyse |
7. |
kuntum |
: siz oldunuz |
8. |
bihâ |
: onunla, onu |
9. |
tukezzibûne |
: yalanlıyorsunuz |
١٠٦
قَالُوا رَبَّنَا غَلَبَتْ عَلَيْنَا شِقْوَتُنَا وَكُنَّا قَوْمًا ضَالّينَ
(106) kalu rabbena ğalebet aleyna şiğvetüna ve künna kavmen dallin
Derler ey Rabbimiz! bize galip geldi sapkın isteklerimiz biz dalalet içinde bir kavim idik
(106) They will say: Our Lord! overwhelmed us, Our misfortune and we became a people astray!
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
rabbe-nâ |
: Rabbimiz |
3. |
galebet |
: üstün geldi |
4. |
aleynâ |
: bize |
5. |
şıkvetu-nâ |
: şâkîliğimiz, azgınlığımız |
6. |
ve kunnâ |
: ve biz olduk |
7. |
kavmen |
: kavim |
8. |
dâllîne |
: dalâlette olanlar |
١٠٧
رَبَّنَا اَخْرِجْنَا مِنْهَا فَاِنْ عُدْنَا فَاِنَّا ظَالِمُونَ
(107) rabbena ahricna minha fe in udna fe inna zalimun
Ey Rabbimiz! bizi buradan çıkar eğer (tekrar) dönersek bundan sonra, bizler zalimiz
(107) Our Lord! Bring us out of this: if ever we return (to evil), then shall we be wrongdoers indeed!
1. |
rabbe-nâ |
: Rabbimiz |
2. |
ahric-nâ |
: bizi çıkar |
3. |
min-hâ |
: ondan, oradan |
4. |
fe |
: artık, böylece, bundan sonra |
5. |
in |
: eğer |
6. |
udnâ |
: biz döndük |
7. |
fe |
: böylece, o zaman |
8. |
innâ |
: muhakkak ki biz, biz mutlaka |
9. |
zâlimûne |
: zalimler |
١٠٨
قَالَ اخْسَؤُا فيهَا وَلَا تُكَلِّمُونِ
(108) kalahseu fiha ve la tükellimun
buyurur: durun orada! bana hiçbir kelime söylemeyin
(108) He will say: Be ye driven into it (with ignominy)! and speak ye not to Me!
1. |
kâlahseû (kâle ıhseû) |
: (orada) kalın dedi |
2. |
fî-hâ |
: orada |
3. |
ve lâ tukellimû-ni |
: ve benimle konuşmayın, bana söylemeyin |
١٠٩
اِنَّهُ كَانَ فَريقٌ مِنْ عِبَادى يَقُولُونَ رَبَّنَا امَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمينَ
(109) innehu kane feriğum min ibadi yekulune rabbena amenna fağfir lena verhamna ve ente hayrur rahimin
Şüphesiz o kullarımdan bir grup vardı diyorlardı ki: ey Rabbimiz! biz iman ettik artık bizi bağışla bize merhamet et sen merhametlilerin en hayırlısısın
(109) A part of My servants there was, who used to pray, Our Lord! we believe then do Thou forgive us, and have mercy upon us: for Thou art the Best of those who show mercy!
1. |
inne-hu |
: muhakkak ki o, gerçekten o |
2. |
kâne |
: oldu |
3. |
ferîkun |
: topluluk, grup |
4. |
min ibâdî |
: kullarımdan |
5. |
yekûlûne |
: derler |
6. |
rabbe-nâ |
: Rabbimiz |
7. |
âmennâ |
: îmân ettik, âmenû olduk |
8. |
fagfir (fe ığfir) |
: artık mağfiret et |
9. |
lenâ |
: bizi |
10. |
verhamnâ (ve ırham-na) |
: ve bize rahmet et, |
11. |
ve ente |
: ve sen |
12. |
hayru |
: hayırlı |
13. |
er râhımîne |
: rahîm olanlar |
١١٠
فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ سِخْرِيًّا حَتّى اَنْسَوْكُمْ ذِكْرى وَكُنْتُمْ مِنْهُمْ تَضْحَكُونَ
(110) fettehaz tümuhüm sihriyyen hatta ensev küm zikri ve küntüm minhüm tadhakun
Siz onları alay konusu yaptınız hatta unutturdu belli nasihatleri siz onlara öyle gülüyordunuz
(110) But ye treated them with ridicule, so much so that (ridicule of) them made you forget My Message while ye were laughing at them!
1. |
fettehaztumû-hum |
: böylece onları edindiniz |
2. |
sıhriyyen |
: alay konusu |
3. |
hattâ |
: öyle ki, hatta |
4. |
ensev-kum |
: size unutturdu |
5. |
zikrî |
: benim zikrimi |
6. |
ve kuntum |
: ve siz oldunuz |
7. |
min-hum |
: onlardan |
8. |
tadhakûne
(dahıke) |
: gülüyorsunuz
: (güldü) |
١١١
اِنّى جَزَيْتُهُمُ الْيَوْمَ بِمَا صَبَرُوا اَنَّهُمْ هُمُ الْفَاءِزُونَ
(111) inni cezeytühümül yevme bima saberu ennehüm hümül faizun
Muhakkak ben bugün onlara mükafatlarını verdim sabır etmelerinden dolayı şüphesiz onlar mükafatlarını alanlardır
(111) I have rewarded them this day for their patience and constancy: they are indeed the ones that have achieved Bliss.
1. |
in-nî |
: muhakkak ben |
2. |
cezeytu-hum |
: onların mükâfatları, karşılığı |
3. |
el yevme |
: bugün |
4. |
bimâ |
: dolayısıyla, sebebiyle |
5. |
saberû |
: sabrettiler |
6. |
enne-hum |
: muhakkak ki onlar |
7. |
hum |
: onlar |
8. |
el fâizûne |
: kurtuluşa erenler |
١١٢
قَالَ كَمْ لَبِثْتُمْ فِى الْاَرْضِ عَدَدَ سِنينَ
(112) kale kem lebistüm fil erdi adede sinin
Buyurdu: ne kadar kaldınız? Yeryüzünde yıl (olarak)
(112) He will say: What number of years did ye stay on earth?
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
kem |
: kaç |
3. |
lebistum |
: kaldınız |
4. |
fî el ardı |
: arzda, yeryüzünde |
5. |
adede |
: adet, sayı |
6. |
sinîne |
: seneler, yıllar |
١١٣
قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَسَْلِ الْعَادّينَ
(113) kalu lebisna yevmen ev ba’da yevmin fes’elil addin
Derler ki biz bir gün kaldık veya bir günün bir kısmı kadar sayanlara sorun
(113) They will say: We stayed a day or part of a day: but ask those who keep account.
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
lebisnâ |
: biz kaldık |
3. |
yevmen |
: gün |
4. |
ev |
: veya |
5. |
ba’da yevmin |
: günün bir kısmı |
6. |
fes’eli (fe is’el) |
: öyleyse, o zaman sor |
7. |
el âddîne |
: sayan kimseler, sayanlar |
١١٤
قَالَ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا قَليلًا لَوْ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
(114) kale il lebistüm illa kalilel lev enneküm küntüm ta’lemun
buyurur: siz çok az kaldınız eğer gerçekten bilmiş olsaydınız
(114) He will say: Ye stayed not but a little, if ye had only known!
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
in |
: eğer |
3. |
lebistum |
: siz kaldınız |
4. |
illâ |
: ancak, yalnız |
5. |
kalîlen |
: az |
6. |
lev |
: eğer, şâyet |
7. |
enne-kum |
: gerçekten siz |
8. |
kuntum |
: siz oldunuz |
9. |
ta’lemûne |
: siz biliyorsunuz |
١١٥
اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَاتُرْجَعُونَ
(115) e fe hasibtüm ennema halaknaküm abesev ve enneküm ileyna la türceun
zannetmiştiniz sizi boşuna yarattığımızı bize dönmeyeceğinizi (sanmıştınız)
(115) Did ye then think that We had created you in jest, and that ye would not be brought back to Us (for account)?
1. |
e |
: mı |
2. |
fe |
: öyleyse, artık |
3. |
hasibtum |
: siz zannettiniz |
4. |
ennemâ |
: olduğunu |
5. |
halaknâ-kum |
: sizi yarattık |
6. |
abesen |
: abes olarak, boş yere |
7. |
ve enne-kum |
: ve muhakkak siz |
8. |
ileynâ |
: bize |
9. |
lâ turceûne |
: döndürülmeyecek |
١١٦
فَتَعَالَى اللّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَريمِ
(116) fe tealellahül melikül hakk la ilahe illa hu rabbül arşil kerim
Allah’ın şanı ne kadar yüce ki hak melik (o’dur) ondan başka ilah yoktur kerim arşın Rabbidir
(116) Therefore exalted be Allah, the King, the Reality: there is no god but He, the Lord of the Throne of Honour!
1. |
fe |
: öyleyse, artık |
2. |
teâlallâhu (teâle allâhu) |
: Allah çok yücedir |
3. |
el meliku |
: melik, hükümdar |
4. |
el hakku |
: Hakk |
5. |
lâ ilâhe |
: ilâh yoktur |
6. |
illâ |
: den başka |
7. |
huve |
: o |
8. |
rabbu |
: Rabbi |
9. |
el arşi |
: arş |
10. |
el kerîmi |
: kerim |
١١٧
وَمَنْ يَدْعُ مَعَ اللّهِ اِلهًا اخَرَ لَابُرْهَانَ لَهُ بِه فَاِنَّمَا حِسَابُهُ عِنْدَ رَبِّه اِنَّهُ لَايُفْلِحُ الْكَافِرُونَ
(117) ve mey yed’u meallahi ilahen ahara la bürhane lehu bihi fe innema hisabühu inde rabbih innehu la yüflihul kafirun
Kim ibadet ederse Allah’la beraber başka bir ilaha bunu da bir delile dayanmaksızın (yaparsa) artık onun hesabı ancak Rabbinin katındadır muhakkak o kafirler felah bulamazlar
(117) If anyone invokes, besides Allah, any other god, he has no authority therefor and his reckoning will be only with his Lord! And verily the Unbelievers will fail to win through!
1. |
ve men |
: ve kim |
2. |
yed’u |
: dua eder |
3. |
maallâhi (mae allâhi) |
: Allah ile beraber |
4. |
ilâhen |
: ilâh |
5. |
âhare |
: diğer, başka |
6. |
lâ |
: yok, olmaz |
7. |
burhâne |
: kanıt, delil |
8. |
lehu |
: onun |
9. |
bihî |
: ona |
10. |
fe |
: artık |
11. |
innemâ |
: ancak, sadece |
12. |
hısâbu-hu |
: onun hesabı |
13. |
inde |
: katında |
14. |
rabbi-hi |
: onun Rabbi |
15. |
inne-hu |
: muhakkak o |
16. |
lâ yuflihu |
: kurtuluşa eremezler |
17. |
el kâfirûne |
: kâfirler |
١١٨
وَقُلْ رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمينَ
(118) ve kul rabbi ğfir verham ve ente hayrur rahimin
De ki ey Rabbim! bağışla, merhamet et sen merhametlilerin en hayırlısısın
(118) So say: O my Lord! Grant Thou forgiveness and mercy! For Thou art the Best of those who show mercy!
1. |
ve kul |
: ve de |
2. |
rabbigfir (rabbi ıgfir) |
: Rabbim mağfiret et |
3. |
verham |
: ve rahmet et (rahîm esmanla tecelli et) |
4. |
ve ente |
: ve sen |
5. |
hayru |
: hayırlı |
6. |
er râhımîne |
: rahîm olanlar |
24-NUR
Sayfa:349
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
١
سُورَةٌ اَنْزَلْنَاهَا وَفَرَضْنَاهَا وَاَنْزَلْنَا فيهَا ايَاتٍ بَيِّنَاتٍ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
(1) süratün enzelnaha ve feradnaha ve enzelna fiha ayatim beyyinatil lealleküm tezekkerun
Bu bizim indirdiğimiz ve farz kıldığımız suredir ve biz onda açık deliller indirdik olur ki siz düşünürsünüz?
(1) A which We have sent down and which We have ordained: in it have We sent down Clear Signs, in order that ye may receive admonition.
1. |
sûratun |
: bir suredir |
2. |
enzelnâ-hâ |
: onu biz indirdik |
3. |
ve faradnâ-hâ |
: ve onu biz farz kıldık |
4. |
ve enzelnâ |
: ve biz indirdik |
5. |
fî-hâ |
: onun içinde |
6. |
âyâtin |
: âyetler |
7. |
beyyinâtin |
: apaçık, delillerle açıklanmış |
8. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
9. |
tezekkerûne |
: tezekkür edersiniz |
٢
اَلزَّانِيَةُ وَالزَّانى فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِاءَةَ جَلْدَةٍ وَلَا تَاْخُذْكُمْ بِهِمَا رَاْفَةٌ فى دينِ اللّهِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَاءِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنينَ
(2) ezzaniyetü vez zani feclidu külle vahidim minhüma miete celdetiv ve la te’huzküm bi hima ra’fetün fi dinillahi in küntüm tü’minune billahi vel yevmil ahir velyeşhed azabehüma taifetüm minel mü’minin
zina eden kadın ile erkeğe değnekle had uygulayın onların her birine yüzer değnek vurun ikisi için size acıma hissi tutmasın eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini için (hükmü yerine getirin) mü’minlerden bir taife de bunların cezalarının (yerine getirilmesinde) şahit olsun
(2) The woman and the man guilty of adultery or fornication, flog each of them with a hundred stripes: let not compassion move you in their case, in a matter prescribed by Allah, if ye believe in Allah and the Last Day: and let a party of the Believers witness their punishment.
1. |
ez zâniyetu |
: zina yapan kadın |
2. |
ve ez zânî |
: ve zina yapan erkek |
3. |
feclidû (fe iclidû) |
: o zaman, o takdirde vurun |
4. |
kulle vâhıdin |
: herbiri |
5. |
min-humâ |
: ikisinden |
6. |
miete |
: yüz (100) |
7. |
celdetin |
: yalnız cilde tesir edecek şekilde vurulan sopa |
8. |
ve lâ te’huz-kum |
: ve sizi almasın, tutmasın, mani olmasın |
9. |
bi himâ |
: ikisini, ikisine |
10. |
ra’fetun |
: şefkat, merhamet |
11. |
fî dîni allâhi |
: Allah’ın dîni hakkında (konusunda) |
12. |
in kuntum |
: eğer siz olduysanız |
13. |
tu’minûne |
: siz îmân ediyorsunuz, inanıyorsunuz |
14. |
bi allâhi |
: Allah’a |
15. |
ve el yevmi el âhırı |
: ve ahir gün, ahiret günü |
16. |
ve li yeşhed |
: ve şahit olsun |
17. |
azâbe-humâ |
: ikisinin azabı |
18. |
tâifetun |
: bir taife, bir grup |
19. |
min el mu’minîne |
: mü’minlerden |
٣
اَلزَّانى لَا يَنْكِحُ اِلَّا زَانِيَةً اَوْ مُشْرِكَةً وَالزَّانِيَةُ لَا يَنْكِحُهَا اِلَّازَانٍ اَوْ مُشْرِكٌ وَحُرِّمَ ذلِكَ عَلَى الْمُؤْمِنينَ
(3) ezzani la yenkihu illa zaniyeten ev müşriketev vezzaniyetü la yenkihuha illa zanin ev müşrik ve hurrime zalike alel mü’minin
Zina eden bir erkek ancak zina eden bir kadınla, veya müşrik bir kadınla evlenebilir zina eden bir kadın da zina eden bir erkekle, veya müşrik bir erkekle nikah edebilir mü’minlere böyle (bir evlenme) haram kılınmıştır
(3) Let no man guilty of adultery or fornication marry any but a woman similarly guilty, or an Unbeliever: nor let any but such a man or an Unbeliever marry such a woman: to the Believers such a thing is forbidden.
1. |
ez zânî |
: zina yapan erkek |
2. |
lâ yenkihu |
: nikâh yapmaz, nikâhlayamaz |
3. |
illâ |
: den başka, hariç |
4. |
zâniyeten |
: zina yapan kadın |
5. |
ev |
: veya |
6. |
muşriketen |
: müşrik olan kadın |
7. |
ve ez zâniyetu |
: ve zina yapan kadın |
8. |
lâ yenkihu-hâ |
: onu nikâhlayamaz |
9. |
illâ |
: den başka, hariç |
10. |
zânin |
: zina yapan erkek |
11. |
ev |
: veya |
12. |
muşrikun |
: müşrik olan erkek |
13. |
ve hurrime |
: ve haram kılındı |
14. |
zâlike |
: bu |
15. |
alâ |
: üzerine |
16. |
el mu’minîne |
: mü’minler |
٤
وَالَّذينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًا وَاُولءِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
(4) vellezine yermunel muhsanati sümme lem ye’tu bi erbeati şühedae fecliduhüm semanine celdetev ve la takbelu lehüm şehadeten ebeda ve ülaike hümül fasikun
iffetli namuslu bir kadına (zina) iftirasında bulunup sonra da dört şahit getiremeyenler (olursa) bunlara seksen değnek vurun ve onların şahitliğini de ebedi olarak kabul etmeyin işte bunlar fasıkların kendileridir
(4) And those who launch a charge against chaste women, and produce not four witnesses (to support their allegations), flog them with eighty stripes and reject their evidence ever after: for such men are wicked transgressors
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
yermûne |
: atarlar |
3. |
el muhsanâti |
: iffetli, namuslu kadınlar |
4. |
summe |
: sonra |
5. |
lem ye’tû bi |
: getirmezler |
6. |
erbeati |
: dört |
7. |
şuhedâe |
: şahitler |
8. |
feclidûhum (fe iclidû-hum) |
: o zaman, o taktirde onlara celde vurun |
9. |
semânîne |
: seksen (80) |
10. |
celdeten |
: yalnız cilde tesir edecek şekilde vurulan sopa |
11. |
ve lâ takbelû |
: ve kabul etmeyin |
12. |
lehum |
: onların |
13. |
şehâdeten |
: şahitlik |
14. |
ebeden |
: ebediyyen |
15. |
ve ulâike |
: ve işte onlar |
16. |
hum |
: onlar |
17. |
el fâsikûne |
: fasık olanlar, fasıklar |
٥
اِلَّا الَّذينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذلِكَ وَاَصْلَحُوا فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
(5) illellezine tabu mim ba’di zalike ve aslehu fe innellahe ğafurur rahiym
ancak bu iftiradan sonra tövbe edip hallerini düzeltenler hariç çünkü Allah bağışlayan, merhamet sahibidir
(5) Unless they repent thereafter and mend (their conduct) for Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
illâ ellezîne |
: o kimseler hariç |
2. |
tâbû |
: tövbe ettiler |
3. |
min ba’di zâlike |
: bundan sonra |
4. |
ve aslehû |
: ve ıslâh oldular |
5. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
6. |
innallâhe |
: muhakkak ki Allah |
7. |
gafûrun |
: mağfiret eden |
8. |
rahîmun |
: |
٦
وَالَّذينَ يَرْمُونَ اَزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ اِلَّا اَنْفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ اَحَدِهِمْ اَرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللّهِ اِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقينَ
(6) vellezine yermune ezvacehüm ve lem yekül lehüm şühedaü illa enfüsühüm fe şehadetü ehadihim erbeu şehadatim billahi innehu le mines sadikın
O kimseler ki hanımlarına (zina) iftirası ederlerse kendilerinden başka onların şahitleri olmazsa dört defa (ve) her bir şehadetinde şahadeti billahi (diyerek) kesinlikle o doğru söylediğine (yemin etmelidir)
(6) And for those who launch a charge against their spouses, and have (in support) no evidence but their own, their solitary evidence (can be received) if they bear witness four times (with an oath) by Allah that they are solemnly telling the truth
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
yermûne |
: atarlar |
3. |
ezvâce-hum |
: onların eşleri |
4. |
ve lem yekun |
: ve olmadı, yoktur |
5. |
lehum |
: onların |
6. |
şuhedâu |
: şahitler |
7. |
illâ |
: den başka |
8. |
enfusu-hum |
: onların kendileri |
9. |
fe |
: o zaman |
10. |
şehâdetu |
: şahitlik |
11. |
ehadi-him |
: onlardan biri, herbiri |
12. |
erbeû |
: dört |
13. |
şehâdâtin |
: şahitlikler |
14. |
bi allâhi |
: Allah’a |
15. |
innehû |
: muhakkak ki o |
16. |
le |
: muhakkak, mutlaka |
17. |
min es sâdıkîne |
: sadıklardan, doğru sözlülerden |
٧
وَالْخَامِسَةُ اَنَّ لَعْنَتَ اللّهِ عَلَيْهِ اِنْ كَانَ مِنَ الْكَاذِبينَ
(7) vel hamisetü enne la’netellahi aleyhi in kane minel kazibin
Ve beşinci defasında da eğer yalancılardansa, Allah’ın lanetinin kendisinin üzerinde (olmasını söylemeleridir)
(7) And the fifth (oath) (should be) that they solemnly invoke the curse of Allah on themselves if they tell a lie.
1. |
ve el hâmisetu |
: ve beşinci |
2. |
enne |
: olduğu |
3. |
la’nete allâhi |
: Allah’ın lâneti |
4. |
aleyhi |
: onun üzerine |
5. |
in |
: eğer |
6. |
kâne |
: oldu |
7. |
min el kâzibîne |
: yalan söyleyenlerden |
٨
وَيَدْرَؤُا عَنْهَا الْعَذَابَ اَنْ تَشْهَدَ اَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللّهِ اِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبينَ
(8) ve yedraü anhel azabe en teşhede erbea şehadatim billahi innehu le minel kazibin
Kadın da bu suçu reddeder dört defa şahadetinde “şahadeti billahi” (diyerek) kesinlikle kocasının yalancılardan (olduğunu söyler)
(8) But it would avert the punishment from the wife, if she bears witness four times (with an oath) by Allah, that (her husband) is telling a lie
1. |
ve yedraû |
: ve savar, kaldırır |
2. |
an-hâ |
: ondan (kadından) |
3. |
el azâbe |
: azap |
4. |
en teşhede |
: şahitlik etmesi |
5. |
erbea |
: dört |
6. |
şehâdâtin |
: şahitlikler |
7. |
bi allâhi |
: Allah’a |
8. |
innehu |
: muhakkak ki o |
9. |
le |
: muhakkak, mutlaka |
10. |
min el kâzibîne |
: yalan söyleyenlerden |
٩
وَالْخَامِسَةَ اَنَّ غَضَبَ اللّهِ عَلَيْهَا اِنْ كَانَ مِنَ الصَّادِقينَ
(9) vel hamisete enne ğadabellahi aleyha in kane mines sadikın
Beşinci defasında Allah’ın gazabının kendisinin üzerinde (olmasını söyler) eğer (kocası) doğru söyleyenlerdense
(9) And the fifth (oath) should be that she solemnly invokes the wrath of Allah on herself if (her accuser) is telling the truth.
1. |
ve el hâmisete |
: ve beşinci |
2. |
enne |
: olduğu |
3. |
gadabe allâhi |
: Allah’ın gadabı, öfkesi, azabı |
4. |
aleyhâ |
: onun üzerine, kendi üzerine |
5. |
in |
: eğer |
6. |
kâne |
: oldu |
7. |
min es sâdikîne |
: sadıklardan, doğru söyleyenlerden |
١٠
وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَاَنَّ اللّهَ تَوَّابٌ حَكيمٌ
(10) ve lev la fadlüllahi aleyküm ve rahmetühu ve ennellahe tevvabün hakim
Velev Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı şüphesiz Allah tövbeleri kabul eden hüküm sahibidir
(10) If it were not for Allah’s Grace and mercy on you, and that Allah is Oft-Returning, full of wisdom, (ye would be ruined indeed).
1. |
ve lev lâ |
: ve eğer olmasaydı |
2. |
fadlu allâhi |
: Allah’ın fazlı |
3. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
4. |
ve rahmetu-hu |
: ve onun rahmeti |
5. |
ve enne allâhe |
: ve muhakkak ki Allah |
6. |
tevvâbun |
: tövbeleri kabul eden |
7. |
hakîmun |
: hakim olan, hüküm ve hikmet sahibi olan |
Sayfa:350
١١
اِنَّ الَّذينَ جَاؤُ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لَاتَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِىءٍ مِنْهُمْ مَااكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِ وَالَّذى تَوَلّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظيمٌ
(11) innellezine cau bil ifki usbetüm minküm la tahsebuhü şerral leküm bel hüve hayrul leküm li küllimriim minhüm mektesebe minel ism vellezi tevella kibrahu minhüm lehu azabün aziym
Şüphesiz fitneyi meydana getirenler içinizdeki bir cemaattir onu kendiniz için şer sanmayın belki o sizin için hayırlıdır iftiracılardan her birine kazandığı vebal vardır içlerinden iftiranın büyüğünü çevirmek isteyenlere de azim bir azap (vardır)
(11) Those who brought forward the lie are a body among yourselves: think it not to be an evil to you on the contrary it is good for you: to every man among them (will come the punishment) of the sin that he earned, and to him who took on himself the lead among them, will be a Penalty grievous.
1. |
innellezîne (inne ellezîne) |
: muhakkak o kimseler, onlar |
2. |
câû |
: geldiler |
3. |
bi el ifki |
: ifk ile, uydurulmuş iftira ile |
4. |
usbetun |
: birbirine destek olan insanlar topluluğu, bir grup |
5. |
min-kum |
: sizden, içinizden |
6. |
lâ tahsebû-hu |
: onu zannetmeyin |
7. |
şerren |
: bir şerr |
8. |
lekum |
: sizin için |
9. |
bel |
: hayır |
10. |
huve |
: o |
11. |
hayrun |
: hayırlıdır |
12. |
lekum |
: sizin için |
13. |
li kullimriin (li kulli imriin) |
: (hepsi, herkes) herbiri için vardır |
14. |
min-hum |
: onlardan |
15. |
mektesebe (ma iktesebe) |
: kazandığı şey |
16. |
min el ismi |
: günahtan |
17. |
vellezî tevellâ (ve ellezî tevellâ) |
: ve çeviren, yöneten kimse |
18. |
kibre-hu |
: onun büyüğü |
19. |
min-hum |
: onlardan |
20. |
lehu |
: onun için, ona vardır |
21. |
azâbun azîmun |
: büyük azap |
١٢
لَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هذَا اِفْكٌ مُبينٌ
(12) lev la iz semi’tümuhü zannel mü’minine vel mü’minatü bi enfüsihim hayrav ve kalu haza ifküm mübin
ne olurdu mü’min erkekler ve kadınlar onu işittikleri zaman kendi vicdanlarında hüsnü zanda bulunsa da bu açık bir iftiradır deselerdi
(12) Why did not the Believers men and women when ye heard of the affair, put the best construction on it in their own minds and say, This (charge) is an obvious lie?
1. |
lev lâ |
: olmasaydı, olmaz mıydı, gerekmez miydi |
2. |
iz |
: o zaman |
3. |
semi’tumû-hu |
: onu işittiniz |
4. |
zanne |
: zanda bulundu |
5. |
el mu’minûne |
: mü’min erkekler |
6. |
ve el mu’minâtu |
: ve mü’min kadınlar |
7. |
bi enfusi-him |
: kendi nefslerinde, kendi içlerinde |
8. |
hayran |
: hayırlı |
9. |
ve kâlû |
: ve dediler |
10. |
hâzâ |
: bu |
11. |
ifkun |
: uydurulmuş iftira |
12. |
mubînun |
: açıkça, apaçık |
١٣
لَوْلَا جَاؤُ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاِذْ لَمْ يَاْتُوا بِالشُّهَدَاءِ فَاُولءِكَ عِنْدَ اللّهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ
(13) lev la cau aleyhi bi erbeati şüheda’ fe iz lem ye’tu biş şühedai fe ülaike indellahi hümül kazibun
buna dört şahit getirselerdi ya fakat şahitlerde getiremedilerse işte bunlar Allah’ın katında yalancıların ta kendisidir
(13) Why did they not bring four witnesses to prove it? When they have not brought the witnesses, such men, in the sight of Allah, (stand forth) themselves as liars!
1. |
lev lâ |
: olmasaydı, olmaz mıydı |
2. |
câû |
: geldiler |
3. |
aleyhi |
: ona |
4. |
bi erbeati |
: dördü ile |
5. |
şuhedâe |
: şahitler |
6. |
fe |
: öyleyse |
7. |
iz |
: olduğu zaman, olduğuna göre |
8. |
lem ye’tû |
: getirmediler |
9. |
bi eş şuhedâi |
: şahitleri |
10. |
fe ulâike |
: o zaman işte onlar |
11. |
indallâhi (inde allâhi) |
: Allah’ın katında |
12. |
hum el kâzibûne |
: onlar yalancılar |
١٤
وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ لَمَسَّكُمْ فى مَا اَفَضْتُمْ فيهِ عَذَابٌ عَظيمٌ
(14) ve levla fadlüllahi aleyküm ve rahmetühu fid dünya vel ahirati le messeküm fi ma efadtüm fihi azabün aziym
Eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti dünya ve ahirette üzerinizde olmasaydı yaydığınız dedikodudan dolayı elbette size büyük bir azap dokunurdu
(14) Were it not for the Grace and mercy of Allah on you, in this world and the Hereafter, a grievous penalty would have seized you in that ye rushed glibly into this affair.
1. |
ve lev lâ |
: ve olmasaydı |
2. |
fadlullâhi (fadlu allâhi) |
: Allah’ın fazlı |
3. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
4. |
ve rahmetu-hu |
: ve onun rahmeti |
5. |
fî ed dunyâ |
: dünyada |
6. |
ve el âhırati |
: ve ahiret |
7. |
le |
: mutlaka |
8. |
messe-kum |
: size dokundu |
9. |
fî |
: içinde, hakkında |
10. |
mâ |
: şey |
11. |
efadtum |
: siz daldığınız |
12. |
fîhi |
: onun içine |
13. |
azâbun |
: azap |
14. |
azîmun |
: büyük |
١٥
اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّناً وَهُوَ عِنْدَ اللّهِ عَظيمٌ
(15) iz telekkavnehu bi elsinetiküm ve tekulune bi efvahiküm ma leyse leküm bihi ilmüv ve tahsebunehu heyyinev ve hüve indellahi aziym
siz dillerinizle o iftirayı aktarıyordunuz siz, hakkınızda hiçbir bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyorsunuz ve bunu kolay bir şey sanıyorsunuz ve o Allah’ın katında büyük (bir hadiseydi)
(15) Behold, ye received it on your tongues, and said out of your mouths things of which ye had no knowledge and ye thought it to be a light matter, while it was most serious in the sight of Allah.
1. |
iz |
: olduğu zaman |
2. |
telâkkavne-hu |
: onu telâkki ediyorsunuz, öğreniyorsunuz, soruyorsunuz |
3. |
bi elsineti-kum |
: dillerinizle |
4. |
ve tekûlûne |
: ve söylüyorsunuz |
5. |
bi efvâhi-kum |
: ağızlarınızla |
6. |
mâ |
: şeyi |
7. |
leyse |
: değil, yok |
8. |
lekum |
: sizin |
9. |
bihi |
: onu, onun |
10. |
ilmun |
: ilim, bilgi |
11. |
ve tahsebûne-hu |
: ve onu sanıyorsunuz |
12. |
heyyinen |
: kolay, basit, önemsiz |
13. |
ve huve |
: ve o |
14. |
indallâhi (inde allâhi) |
: Allah’ın katında |
15. |
azîmun |
: büyük |
١٦
وَلَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظيمٌ
(16) ve lev la iz semi’tümuhü kultüm ma yekunü lena en netekelleme bi haza sübhaneke haza bühtanün aziym
O iftirayı işittiğiniz zaman deseydiniz bunu söylemek bize yaraşmaz seni tenzih ederiz bu çok büyük bir iftiradır
(16) And why did ye not, when ye heard it, say? It is not right of us to speak of this: glory to Allah! this is a most serious slander!
1. |
ve lev lâ |
: ve olmasaydı, olmaz mıydı, olması gerekmez miydi |
2. |
iz |
: olduğu zaman |
3. |
semi’tumû-hu |
: onu işittiğiniz |
4. |
kultum |
: dediniz |
5. |
mâ yekûnu |
: olmaz |
6. |
lenâ |
: bize, bizim için |
7. |
en netekelleme |
: bizim söylememiz |
8. |
bi hâzâ |
: bunu |
9. |
subhâne-ke |
: sen sübhansın |
10. |
hâzâ |
: bu |
11. |
buhtânun |
: uydurulmuş iftira |
12. |
azîmun |
: büyük |
١٧
يَعِظُكُمُ اللّهُ اَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِه اَبَدًا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ
(17) yeizukümullahü en teudu li mislihi ebeden in küntüm mü’minin
Allah size vaiz veriyor böyle bir şeye ebediyen dönmemenizi eğer sizler mü’minlerseniz
(17) Allah doth admonish you, that ye may never repeat such (conduct), if ye are (true) Believers.
1. |
yeızukumullâhu |
: Allah size vaazediyor, emrediyor |
2. |
en teûdû |
: sizin dönmeniz |
3. |
li misli-hi |
: onun gibisine (onun gibi bir olaya) |
4. |
ebeden |
: ebediyyen |
5. |
in kuntum |
: eğer siz iseniz |
6. |
mu’minîne |
: mü’minler |
١٨
وَيُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ
(18) ve yübeyyinüllahü lekümül ayat vallahü alimün hakim
Allah size ayetlerini açıklıyor Allah bilir, hikmet sahibidir
(18) And Allah makes the Signs plain to you: for Allah is full of knowledge and wisdom.
1. |
ve yubeyyinullâhu |
: ve Allah beyan ediyor, açıklıyor |
2. |
lekum el âyâti |
: size âyetleri |
3. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
4. |
alîmun |
: bilendir |
5. |
hakîmun |
: hüküm ve hikmet sahibidir |
١٩
اِنَّ الَّذينَ يُحِبُّونَ اَنْ تَشيعَ الْفَاحِشَةُ فِى الَّذينَ امَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَاتَعْلَمُونَ
(19) innellezine yühibbune en teşial fahişetü fillezine amenu lehüm azabün elimün fid dünya vel ahirah vallahü ya’lemü ve entüm la ta’lemun
Gerçekten kötü haberin iman edenler içinde yayılmasını arzu edenlere onlar için elim bir azap (vardır) dünyada ve ahirette Allah bilir ve siz bilemezsiniz
(19) Those who love (to see) scandal published broadcast among the Believers, will have a grievous Penalty in this life and in the Hereafter: Allah knows, and ye know not.
1. |
inne ellezîne |
: muhakkak o kimseler, onlar |
2. |
yuhıbbûne |
: severler |
3. |
en teşîa |
: yayılması |
4. |
el fâhışetu |
: fuhşiyat, kötülükler, fahişelik |
5. |
fî ellezîne |
: o kimseler içinde |
6. |
âmenû |
: âmenû olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler |
7. |
lehum |
: onların, onlar için vardır |
8. |
azâbun |
: azap |
9. |
elîmun |
: elîm, acı |
10. |
fî ed dunyâ |
: dünyada |
11. |
ve el âhırati |
: ve ahirette |
12. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
13. |
ya’lemu |
: o bilir |
14. |
ve entum |
: ve siz |
15. |
lâ ta’lemûne |
: bilmiyorsunuz, bilmezsiniz |
٢٠
وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَاَنَّ اللّهَ رَؤُفٌ رَحيمٌ
(20) ve lev la fadlullahi aleyküm ve rahmetühu ve ennellahe raufür rahiym
Eğer (Allah’ın) fazlı ve rahmeti üzerinizde olmasaydı gerçekten Allah şefkatli, merhametlidir
(20) Were it not for the Grace and mercy of Allah on you, and that Allah is full of kindness and mercy, (ye would be ruined indeed).
1. |
ve lev lâ |
: ve olmasaydı |
2. |
fadlullâhi (fadlu allâhi) |
: Allah’ın fazlı |
3. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
4. |
ve rahmetu-hu |
: ve onun rahmeti |
5. |
ve enne allâhe |
: ve muhakkak Allah |
6. |
raûfun |
: çok merhametli, çok şefkatlidir |
7. |
rahîmun |
: Rahîm esmasıyla tecelli eden, rahmet nuru gönderendir |
Sayfa:351
٢١
يَا اَيُّهَاالَّذينَ امَنُوا لَاتَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَنْ يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَاِنَّهُ يَاْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكى مِنْكُمْ مِنْ اَحَدٍ اَبَدًا وَلكِنَّ اللّهَ يُزَكّى مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ سَميعٌ عَليمٌ
(21) ya eyyühellezine amenu la tettebiu hutuvatiş şeytan ve mey yettebi’ hutuvatiş şeytani fe innehu ye’müru bil fahşai vel münker ve lev la fadlüllahi aleyküm ve rahmetühu ma zeka minküm min ehadin ebedev ve lakinnellahe yüzekki mey yeşa’ vallahü semiun alim
Ey iman edenler! şeytanın adımlarına tabi olmayınız kim şeytanın adımlarına tabi olursa kuşkusuz o, fuhşu ve kötülüğü emreder eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti üzerinizde olmasaydı içinizden hiç biri ebediyen temize çıkmazdı lakin Allah dilediğini temize çıkarır Allah işitir, bilir
(21) O ye who believe! Follow not Satan’s footsteps: if any will follow the footsteps of Satan, he will (but) command what is shameful and wrong: and were it not for the Grace and mercy of Allah on you, not one of you would ever have been pure: but Allah doth purify whom He pleases: and Allah is One Who hears and knows (all things).
1. |
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû |
: ey âmenû olanlar |
2. |
lâ tettebiû |
: tâbî olmayın |
3. |
hutuvâti eş şeytâni |
: şeytanın adımları |
4. |
ve men yettebi’ |
: ve kim tâbî olursa |
5. |
hutuvâti eş şeytâni |
: şeytanın adımları |
6. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
7. |
inne-hu |
: muhakkak o, çünkü o |
8. |
ye’muru |
: emreder |
9. |
bi el fahşâi |
: fuhuş ile, her çeşit kötülük ile |
10. |
ve el munkeri |
: ve münker, inkâr, Allah’ın yasak ettikleri |
11. |
ve lev lâ |
: ve eğer olmasa |
12. |
fadlullâhi (fadlu allâhi) |
: Allah’ın fazlı |
13. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
14. |
ve rahmetu-hu |
: ve onun rahmeti |
15. |
mâ zekâ |
: tezkiye olmaz |
16. |
min-kum |
: sizden, içinizden |
17. |
min ehadin |
: hiç kimse, hiçbiri |
18. |
ebeden |
: ebediyyen |
19. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat |
20. |
allâhe |
: Allah |
21. |
yuzekkî |
: temizler, tezkiye eder |
22. |
men yeşâu |
: dilediği kimse, dilediği |
23. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
24. |
semî’un |
: en iyi işiten |
25. |
alîmun |
: en iyi bilen |
٢٢
وَلَا يَاْتَلِ اُولُواالْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ اَنْ يُؤْتُوا اُولِى الْقُرْبى وَالْمَسَاكينَ وَالْمُهَاجِرينَ فى سَبيلِ اللّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّهُ لَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ
(22) ve la ye’teli ülül fadli minküm ves seati ey yü’tu ulil kurba vel mesakine vel mühacirine fi sebilillahi vel ya’fu velyasfehu e la tühibbune ey yağfirallahü leküm vallahü ğafurur rahiym
sizden fazilet ve servet sahibi olanlar vermekte kusur etmesinler akrabalara yoksullara Allah yolunda hicret edenlere affetsinler, bağışlasınlar Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah Bağışlayan Merhamet sahibidir
(22) Let not those among you who are endued with Grace and amplitude of means resolve by oath against helping their kinsmen, those in want, and those who have left their homes in Allah’s cause: let them forgive and overlook, do you not wish that Allah should forgive you? For Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
ve lâ ye’teli |
: ve kusur etmesin, yemin etmesin |
2. |
ulu el fadlı |
: fazilet sahipleri |
3. |
min-kum |
: sizden, içinizden |
4. |
ve es seati |
: ve varlıklı |
5. |
en yu’tû |
: vermeleri |
6. |
uli el kurbâ |
: yakınlık sahipleri, akrabalar, yakınlar |
7. |
ve el mesâkîne |
: ve miskinler, yoksullar |
8. |
ve el muhâcirîne |
: ve muhacirler, hicret edenler |
9. |
fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) |
: Allah’ın yolunda |
10. |
vel ya’fû (ve li ya’fû) |
: ve affetsinler |
11. |
vel yasfehû (ve li yasfehû) |
: ve vazgeçsinler, hoş görsünler |
12. |
e lâ tuhıbbûne |
: sevmez misiniz |
13. |
en yagfirallâhu (yagfire allâhu) |
: Allah’ın mağfiret etmesini |
14. |
lekum |
: sizin için, size, sizi |
15. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
16. |
gafûrun |
: mağfiret edendir |
17. |
rahîmun |
: rahîmdir, rahmet nuru gönderendir, Rahîm esmasıyla tecelli edendir |
٢٣
اِنَّ الَّذينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ لُعِنُوا فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظيمٌ
(23) innellezine yermunel muhsanatil ğafilatil mü’minati lüinu fid dünya vel ahirati ve lehüm azabün aziym
gerçekten iffetli mü’min bir kadına haberi olmadan (zina iftirası) atan kimseler (mutlaka) dünya ve ahirette lanete uğratılanlardandır onlar için çok büyük azap (vardır)
(23) Those who slander chaste women, indiscreet but believing, are cursed in this life and in the Hereafter: for them is a grievous Penalty,
1. |
inne ellezîne |
: muhakkak onlar |
2. |
yermûne |
: (iftira) atarlar |
3. |
el muhsanâti |
: muhsin, iffetli, evli kadınlar |
4. |
el gâfilâti |
: gâfil olanlar |
5. |
el mu’minâti |
: mü’min kadınlar |
6. |
luınû |
: lânetlendiler |
7. |
fî ed dunyâ |
: dünyada |
8. |
ve el âhırati |
: ve ahiret |
9. |
ve lehum |
: ve onlar için, vardır |
10. |
azâbun |
: azap |
11. |
azîmun |
: azîm, büyük |
٢٤
يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ اَلْسِنَتُهُمْ وَاَيْديهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(24) yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydihim ve erculühüm bima kanu ya’melun
O gün onların aleyhlerinde şahitlik edecek dilleri elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere
(24) On the Day when their tongues, their hands, and their feet will bear witness against them as to their actions.
1. |
yevme |
: o gün |
2. |
teşhedu |
: şahitlik eder |
3. |
aleyhim |
: onlara |
4. |
elsinetu-hum |
: onların dilleri |
5. |
ve eydî-him |
: ve onların elleri |
6. |
ve erculu-hum |
: ve onların ayakları |
7. |
bimâ |
: şeyleri |
8. |
kânû |
: oldular |
9. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
٢٥
يَوْمَءِذٍ يُوَفّيهِمُ اللّهُ دينَهُمُ الْحَقَّ وَيَعْلَمُونَ اَنَّ اللّهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبينُ
(25) yevmeiziy yüveffihimüllahü dinehümül hakka ve ya’lemune ennellahe hüvel hakkul mübin
O gün Allah onlara dinde hak ettiklerini tamamen verecek Allah’ın aşikar hak olduğunu bilecekler
(25) On that Day Allah will pay them back (all) their just dues, and they will realize that Allah is the (very) Truth, that makes all things manifest,
1. |
yevme izin |
: izin günü |
2. |
yuveffî-him |
: onlara ödeyecek |
3. |
allâhu |
: Allah |
4. |
dîne-hum |
: onların dînlerini, bedelini, karşılığını |
5. |
el hakka |
: hak |
6. |
ve ya’lemûne |
: ve bilecekler |
7. |
ennallâhe (enne allâhe) |
: Allah’ın ….. olduğu, muhakkak |
8. |
huve |
: o |
9. |
el hakku el mubînu |
: hakk mübin (hakkı açıklayan yerine getiren) |
٢٦
اَلْخَبيثَاتُ لِلْخَبيثينَ وَالْخَبيثُونَ لِلْخَبيثَاتِ وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّبينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِ اُولءِكَ مُبَرَّؤُنَ مِمَّا يَقُولُونَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَريمٌ
(26) elhabisatü lil habisine vel habisune lil habisat vet tayyibatü lit tayyibine vet tayyibune lit tayyibat ülaike müberraune mimma yekulun lehüm mağfiratüv ve rizkun kerim
Kötü kadınlar kötü erkeklere kötü erkekler de kötü kadınlara (yakışır) iyi kadınlar iyi erkeklere iyi erkekler de iyi kadınlara (yaraşır) işte bunlar (o iftirayı) söyleyenlerden uzaktır onlar için bağışlanma ve değerli bir ecir (vardır)
(26) Women impure are for men impure, and men impure for women impure and women of purity are for men of purity, and men of purity are for women of purity: these are not affected by what people say: for them there is forgiveness and a provision honourable.
1. |
el habîsâtu |
: habis kadınlar, kötü kadınlar |
2. |
li el habîsîne |
: habis erkekler, kötü erkekler için |
3. |
ve el habîsûne |
: ve habis erkekler, kötü erkekler |
4. |
li el habîsâti |
: habis kadınlar, kötü kadınlar için |
5. |
ve et tayyibâtu |
: ve temiz kadınlar |
6. |
li et tayyibîne |
: temiz erkekler için |
7. |
ve et tayyibûne |
: ve temiz erkekler |
8. |
li et tayyibâti |
: temiz kadınlar için |
9. |
ulâike |
: işte onlar |
10. |
muberraûne |
: berî olanlar, uzak olanlar |
11. |
mimmâ |
: şey(ler)den |
12. |
yekûlûne |
: diyorlar, söylüyorlar |
13. |
lehum |
: onlar için vardır |
14. |
magfiretun |
: mağfiret, günahların sevaba çevrilmesi |
15. |
ve rızkun |
: ve rızık |
16. |
kerîmun |
: kerim, bol, Allah’ın ikramları |
٢٧
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتّى تَسْتَاْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلى اَهْلِهَا ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
(27) ya eyyühellezine amenu la tedhulu büyuten ğayra büyutiküm hatta teste’nisu ve tüsellimu ala ehliha zaliküm hayrul leküm lealleküm tezekkerun
Ey iman edenler! kendi evlerinizden başka evlere izin almadan girmeyin ve ev ehline selam vermeden (girmeyin) bu sizin için daha hayırlıdır umulur ki siz düşünürsünüz
(27) O ye who believe! Enter not houses other than your own, until ye have asked permission and saluted those in them: that is best for you, in order that ye may heed (what is seemly).
1. |
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû |
: ey âmenû olanlar |
2. |
lâ tedhulû |
: girmeyin |
3. |
buyûten |
: evler |
4. |
gayra |
: başka, diğer |
5. |
buyûti-kum |
: sizin evleriniz |
6. |
hattâ |
: hatta, olmadıkça |
7. |
teste’nisû |
: izin isteyin |
8. |
ve tusellimû |
: ve selâm verin |
9. |
alâ ehli-hâ |
: onun ehline, sahibine, halkına, |
10. |
zâlikum |
: işte bu, bu |
11. |
hayrun |
: hayırlı |
12. |
lekum |
: sizin için |
13. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
14. |
tezekkerûne |
: tezekkür edersiniz |
Sayfa:352
٢٨
فَاِنْ لَمْ تَجِدُوا فيهَا اَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتّى يُؤْذَنَ لَكُمْ وَاِنْ قيلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ اَزْكى لَكُمْ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَليمٌ
(28) fe il lem tecidu fiha ehaden fe la tedhuluha hatta yü’zene leküm ve in kıle lekümurciu ferciu hüve ezka leküm vallahü bima ta’melune alim
Eğer evlerde kimseyi bulamazsanız oraya girmeyiniz ancak size izin verilirse (giriniz) eğer size geri dönün denilirse hemen geri dönün bu sizin için daha temizdir Allah (bütün) yaptıklarınızı bilendir
(28) If ye find no one in the house, enter not until permission is given to you: if ye are asked to go back, go back: that makes for greater purity for yourselves: and Allah knows well all that ye do.
1. |
fe in |
: artık, o zaman eğer |
2. |
lem tecidû |
: bulamazsınız |
3. |
fî-hâ |
: orada |
4. |
ehaden |
: birisi |
5. |
fe |
: o zaman |
6. |
lâ tedhulû-hâ |
: ona (oraya) girmeyin |
7. |
hattâ |
: oluncaya kadar |
8. |
yu’zene |
: izin verilir |
9. |
lekum |
: size |
10. |
ve in |
: ve eğer |
11. |
kîle |
: denir |
12. |
lekum |
: size |
13. |
irciû |
: dönün |
14. |
ferciû (fe irciû) |
: o zaman dönün |
15. |
huve |
: o |
16. |
ezkâ |
: daha temiz, daha uygun |
17. |
lekum |
: sizin için |
18. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
19. |
bimâ |
: şeyleri |
20. |
ta’melûne |
: yapıyorsunuz |
21. |
alîmun |
: en iyi bilen |
٢٩
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ مَسْكُونَةٍ فيهَا مَتَاعٌ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ
(29) leyse aleyküm cünahun en tedhulu büyuten ğayra meskunetin fiha metaul leküm vallahü ya’lemü ma tübdune ve ma tektümun
İçinde oturulmayan evlere girmeniz de sizin için günah yoktur o evlerin içinde size ait eşyalar (varsa girebilirsiniz) Allah sizin açığa vurduğunuz ve gizli tuttuğunuz şeyleri de bilir
(29) It is no fault on your part to enter houses not used for living in, which serve some (other) use for you: and Allah has knowledge of what ye reveal and what ye conceal.
1. |
leyse |
: değildir, yoktur |
2. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
3. |
cunâhun |
: günah, vebal |
4. |
en tedhulû |
: girmek, girmeniz |
5. |
buyûten |
: evlere |
6. |
gayre |
: dışında |
7. |
meskûnetin |
: oturulmayan evler |
8. |
fî-hâ |
: içinde |
9. |
metâun |
: meta, fayda |
10. |
lekum |
: sizin için |
11. |
vallâhu |
: ve Allah |
12. |
ya’lemu |
: bilir |
13. |
mâ |
: şey |
14. |
tubdûne |
: açıklıyorsunuz |
15. |
ve mâ |
: ve şey |
16. |
tektumûne |
: ketmediyorsunuz, saklıyorsunuz |
٣٠
قُلْ لِلْمُؤْمِنينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذلِكَ اَزْكى لَهُمْ اِنَّ اللّهَ خَبيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ
(30) kul lil mü’minine yeğuddu min ebsarihim ve yahfezu fürucehüm zalike ezka lehüm innellahe habirum bima yasneun
Mü’min erkeklere söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar namuslarını da korusunlar bu kendileri için daha temizdir şüphesiz Allah yaptığınız bütün işlerden haberdardır
(30) Say to the believing men that they should lower their gaze and guard their modesty: that will make for greater purity for them: and Allah is well acquainted with all that they do.
1. |
kul |
: de |
2. |
li el mu’minîne |
: mü’minlere, mü’min erkeklere |
3. |
yaguddû |
: çeksinler, indirsinler |
4. |
min ebsâri-him |
: gözlerinden, bakışlarından, bakışlarını |
5. |
ve yahfezû |
: ve muhafaza etsinler, korusunlar |
6. |
furûce-hum |
: ırzlarını |
7. |
zâlike |
: bu |
8. |
ezkâ |
: daha temiz |
9. |
lehum |
: onlar için |
10. |
inne allâhe |
: muhakkak Allah |
11. |
habîrun |
: haberdar olandır |
12. |
bimâ |
: şeylerden |
13. |
yasneûne |
: yapıyorlar |
٣١
وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ اَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدينَ زينَتَهُنَّ اِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدينَ زينَتَهُنَّ اِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ اَوْ ابَاءِهِنَّ اَوْ ابَاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اَبْنَاءِهِنَّ اَوْ اَبْنَاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَنى اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَنى اَخَوَاتِهِنَّ اَوْ نِسَاءِهِنَّ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُنَّ اَوِ التَّابِعينَ غَيْرِ اُولِى الْاِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ اَوِ الطِّفْلِ الَّذينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلى عَوْرَاتِ النِّسَاءِ وَلَا يَضْرِبْنَ بِاَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفينَ مِنْ زينَتِهِنَّ وَتُوبُوا اِلَى اللّهِ جَميعًا اَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
(31) ve kul lil mü’minati yağdudne min ebsarihinne ve yahfazne fürucehünne ve la yübdine zinetehünne illa ma zahera minha vel yadribne bi humurihinne ala cüyubihinne ve la yübdine zinetehünne illa li büuletihinne ev abaihinne ev abai büuletihinne ev ebnaihinne ev ebnai büuletihinne ev ihvanihinne ev beni ihvanihinne ev beni ehavatihinne ev nisaihinne ev ma meleket eymanühünne evit tabiiyne ğayri ülil irbeti miner ricali evit tiflillezine lem yazheru ala avratin nisai ve la yadribne bi ercülihinne li yu’leme ma yuhfine min zinetihinn ve tubu ilellahi cemian eyyühel mü’minune lealleküm tüflihun
Mü’min kadınlara söyle gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar namuslarını da korusunlar kadınlık ziynetini açığa çıkarmasınlar onların zaruri açıkta kalan (yüz ve elleri) hariç ve baş örtülerini yakalarının üzerine bıraksınlar ancak (zaruri açık kalan) ziynet yerlerini kocalarının yanında açabilirler yahut kendi babalarına yahut kendi kocalarının babalarına yahut kendi oğullarına yahut kocalarının oğullarına yahut kendi kardeşlerine yahut kendi erkek kardeşlerinin oğullarına yahut kendi kız kardeşlerinin oğullarına yahut müslüman kadınlara yahut evlerdeki cariyelere yahut erkek oldukları halde kadınlara karşı istek ve ihtiyaç duymayan hizmetçilere yahut (henüz) kadınların cinselliklerine karşı hisleri açığa çıkmamış çocuklara ve kadınlar ayaklarını yere vurmasınlar gizli olan vücut ziynetlerinin bilinmesi için Allah’a toptan tövbe ediniz ey mü’minler! umulur ki siz felah bulursunuz
(31) And say to the believing women that they should lower their gaze and guard their modesty that they should not display their beauty and ornaments except what (must ordinarily) appear thereof that they should draw their veils over their bosoms and not display their beauty except to their husbands, their fathers, their husband’s fathers, their sons, their husband’s sons, their brothers or their brother’s sons, or their sister’s sons, or their women, or the slaves whom their right hands possess, or male servants free of physical needs, or small children who have no sense of the shame of sex and that they should not strike their feet in order to draw attention to their hidden ornaments. Turn ye all together towards Allah, And O ye Believers! that ye may attain Bliss.
1. |
ve kul |
: ve de |
2. |
li el mu’minâti |
: mü’min kadınlara |
3. |
yagdudne |
: çeksinler, indirsinler |
4. |
min ebsâri-hinne |
: (onların) gözlerinden, bakışlarından, bakışlarını |
5. |
ve yahfazne |
: ve korusunlar |
6. |
furûce-hunne |
: (onların) ırzları |
7. |
ve lâ yubdîne |
: ve açmasınlar |
8. |
zînete-hunne |
: (onların) ziynetleri |
9. |
illâ |
: dışında, hariç |
10. |
mâ |
: şey |
11. |
zahera |
: zahir oldu |
12. |
min-hâ |
: ondan |
13. |
vel yadribne (ve li yadribne) |
: ve örtsünler |
14. |
bi humuri-hinne |
: (onların) başörtüleri |
15. |
alâ |
: üzerine |
16. |
cuyûbi-hinne |
: (onların) yakaları |
17. |
ve lâ yubdîne |
: ve açmasınlar |
18. |
zînete-hunne |
: (onların) ziynetleri |
19. |
illâ |
: dışında, hariç |
20. |
li buûleti-hinne |
: (onların) eşleri, kocaları |
21. |
ev |
: veya |
22. |
âbâi-hinne |
: (onların) babaları |
23. |
ev |
: veya |
24. |
âbâi buûleti-hinne |
: (onların) kocalarının babaları |
25. |
ev |
: veya |
26. |
ebnâi-hinne |
: (onların) oğulları |
27. |
ev |
: veya |
28. |
ebnâi buûleti-hinne |
: (onların) kocalarının oğulları |
29. |
ev |
: veya |
30. |
ıhvâni-hinne |
: (onların) erkek kardeşleri |
31. |
ev |
: veya |
32. |
benî ıhvâni-hinne |
: (onların) erkek kardeşlerinin oğulları |
33. |
ev |
: veya |
34. |
benî ehavâti-hinne |
: (onların) kız kardeşlerinin oğulları |
35. |
ev |
: veya |
36. |
nisâi-hinne |
: kadınlar |
37. |
ev |
: veya |
38. |
mâ meleket eymânu-hunne |
: (onların) ellerinin altında sahip oldukları, (cariyeler) |
39. |
evit tâbiîne (ev et tâbiîne) |
: veya onlara tâbî olanlar, hizmetliler |
40. |
gayri ulî el irbeti |
: kadına ihtiyaç duymayan |
41. |
min er ricâli |
: erkeklerden |
42. |
evit tıflillezîne |
: veya çocuklar ki onlar |
43. |
lem yazharû |
: zahir olmaz, farkına varmaz |
44. |
alâ avrâtin nisâ |
: kadınların avret yerlerine |
45. |
ve lâ yadribne |
: ve vurmasınlar |
46. |
bi erculi-hinne |
: (onların) ayakları |
47. |
li yu’leme |
: bilinsin diye |
48. |
mâ yuhfîne |
: gizlediklerini |
49. |
min zîneti-hinne |
: (onların) ziynetlerinden |
50. |
ve tûbû |
: ve tövbe edin |
51. |
ilâllâhi (ilâ allâhi) |
: Allah’a |
52. |
cemîan |
: topluca (hepiniz) |
53. |
eyyu-hâ |
: ey |
54. |
el mu’minûne |
: mü’minler |
55. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
56. |
tuflihûne |
: felâha eresiniz |
Sayfa:353
٣٢
وَاَنْكِحُوا الْاَيَامى مِنْكُمْ وَالصَّالِحينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَاِمَاءِكُمْ اِنْ يَكُونُوا فُقَرَاءَ يُغْنِهِمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه وَاللّهُ وَاسِعٌ عَليمٌ
(32) ve enkihül eyama minküm ves salihiyne min ibadiküm ve imaiküm iy yekunü fükara e yuğnihimüllahü min fadlih vallahü vasiun alim
Bir de, içinizde evli olmayan salih kölelerinizi ve cariyelerinizi evlendirin eğer onlar fakirlerse Allah onları hazinesinden zengin eder Allah’ın ihsanı geniş, bilendir
(32) Marry those among you who are single, or the virtuous ones among your slaves, male or female: if they are in poverty, Allah will give them means out of His Grace: for Allah encompasseth all, and He knoweth all things.
1. |
ve enkihû |
: ve nikâhlayın, evlendirin |
2. |
el eyâmâ |
: eşi (karısı) olmayan erkekler, |
3. |
min-kum |
: sizden |
4. |
ve es sâlihîne |
: ve salihler |
5. |
min ibâdi-kum |
: sizin kölelerinizden |
6. |
ve imâi-kum |
: ve eşi olmayan kadınlarınız |
7. |
in |
: eğer, ise |
8. |
yekûnû |
: olurlar |
9. |
fukarâe |
: fakirler |
10. |
yugnihimullâhu (yugni-him allâhu) |
: Allah onları zengin kılar |
11. |
min fadli-hî |
: onun fazlından |
12. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
13. |
vâsiun |
: vasidir, ihsanı, ni’meti çok olandır |
14. |
alîmun |
: en iyi bilendir |
٣٣
وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتّى يُغْنِيَهُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه وَالَّذينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ اِنْ عَلِمْتُمْ فيهِمْ خَيْرًا وَاتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللّهِ الَّذى اتيكُمْ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ اِنْ اَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَاِنَّ اللّهَ مِنْ بَعْدِ اِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَحيمٌ
(33) vel yesta’fifillezine la yecidune nikahan hatta yuğniyehümüllahü min fadlih vellezine yebteğunel kitabe mimma meleket eymanüküm fe katibuhüm in alimtüm fihim hayrav ve atuhüm mim malillahillezi ataküm ve la tükrihu fetayetiküm alel biğai in eradne tehassunel li tebteğu aradal hayatid dünya ve mey yükrihhünne fe innellahe mim ba’di ikrahihinne ğafurur rahiym
Evlenme imkanı bulamayan iffetini korusun hatta Allah fazlından onlara zenginlik verinceye kadar sahip olduğunuz kölelerinizden mükatebe isteyenler için mükatebe yapın eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız ve onlara Allah’ın size verdiği maldan veriniz genç cariyelerinizi fuhşa zorlamayın eğer kendileri iffetli kalmak istiyorlarsa dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağım diye onlardan kim istemedikleri halde zinaya zorlanırlarsa Allah bunların bu zorlanışından sonra (tövbe ederlerse onları) bağışlayıcı, merhamet edicidir
(33) Let those who find not the wherewithal for marriage keep themselves chaste, until Allah gives them means out of His Grace. And if any of your slaves ask for a deed in writing (to enable them to earn their freedom for a certain sum), give them such a deed if ye know any good in them yea, give them something yourselves out of the means which Allah has given to you. But force not your maids to prostitution when they desire chastity, in order that ye may make a gain in the goods of this life. But if anyone compels them, yet, after such compulsion, if Allah Oft-Forgiving, Most Merciful (to them).
1. |
velyesta’fif |
: ve iffetli olsunlar, iffetlerini korusunlar |
2. |
ellezîne lâ yecidûne |
: bulamayanlar |
3. |
nikâhan |
: nikâh |
4. |
hattâ |
: hatta, ….. oluncaya kadar |
5. |
yugniyehumullâhu |
: Allah onları gani (zengin) kılar |
6. |
min fadli-hi |
: onun fazlından |
7. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler ki, onlar |
8. |
yebtegûne |
: talep ederler, isterler |
9. |
el kitâbe |
: yazılı antlaşma, mukatebe |
10. |
mimmâ (min mâ) |
: şeyden |
11. |
meleket eymânu-kum |
: ellerinizin altında sahip olduğunuz |
12. |
fe |
: böylece, o zaman, o taktirde |
13. |
kâtibû-hum |
: onlarla mukatebe yapın |
14. |
in alimtum |
: eğer bilirseniz |
15. |
fî-him |
: onlarda |
16. |
hayren |
: bir hayır |
17. |
ve âtû-hum |
: ve onlara verin |
18. |
min mâli |
: maldan |
19. |
allahi ellezî |
: Allah ki o |
20. |
âtâ-kum |
: size verdi |
21. |
ve lâ tukrihû |
: ve zorlamayın |
22. |
feteyâti-kum |
: genç cariyeleriniz |
23. |
alel bigâi (alâ el bigâi) |
: fuhşa, zinaya |
24. |
in eradne |
: eğer istedilerse (isterlerse) |
25. |
tehassunen |
: namusunu korumak, iffetli kalmak |
26. |
li tebtegû |
: talep etmek, elde etmek için |
27. |
arada |
: dünya malı |
28. |
el hayâti ed dunyâ |
: dünya hayatı |
29. |
ve men yukrıhhunne |
: ve kim onları zorlarsa |
30. |
fe |
: böylece, o taktirde |
31. |
innellâhe (inne allâhe) |
: muhakkak ki Allah |
32. |
min ba’di |
: sonradan, bundan sonra |
33. |
ikrâhihinne |
: onların zorlanmaları |
34. |
gafûrun |
: gafûrdur, mağfiret edendir |
35. |
rahîmun |
: rahîmdir, rahmet nuru gönderendir, |
٣٤
وَلَقَدْ اَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ ايَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَمَثَلًا مِنَ الَّذينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقينَ
(34) ve le kad enzelna ileyküm ayatim mübeyyinativ ve meselem minellezine halev min kabliküm ve mev’izatel lil müttekın
yemin olsun size açıklayıcı ayetlerimizi indirdik sizden önce gelenlerin misallerini (anlattık) ve (mutlaka) muttaki olanlara bir nasihat (indirdik)
(34) We have already sent down to you verses making things clear, an illustration from (the story of) people who passed away before you, and an admonition for those who fear (Allah).
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
enzelnâ |
: indirdik |
3. |
ileykum |
: size |
4. |
âyâtin |
: âyetler |
5. |
mubeyyinâtin |
: açıklanmış |
6. |
ve meselen |
: ve örnek, misal |
7. |
min ellezîne halev |
: daha önce gelip geçmiş kimselerden (nesillerden) |
8. |
min kabli-kum |
: sizden önce |
9. |
ve mev’izaten |
: ve bir öğüt |
10. |
li el muttekîne |
: takva sahipleri için |
٣٥
اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِه كَمِشْكوةٍ فيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلى نُورٍ يَهْدِى اللّهُ لِنُورِه مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللّهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمٌ
(35) allahü nurus semavati vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü keenneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy’ü ve lev lem temseshü nar nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa’ ve yadribüllahül emsale lin nas vallahü bi külli şey’in alim
Allah göklerin ve yerin nurudur onun nuru, bir kandil yuvasının içinde yanan bir lamba misaline benzer o lamba da bir cam muhafaza içinde o cam muhafaza da sanki o inci gibi bir yıldız mübarek zeytin ağacından tutuşturulup yakılır doğuya ve batıya nispet olmayan (bir aydınlık verir) onun yağı kendisine ateş değmese de kendi kendine aydınlık verecek nur üstüne nurdur Allah kimi dilerse onu nuruna eriştirir ve Allah insanlara misaller verir Allah her şeyi Bilendir
(35) Allah is the Light of the heavens and the earth. The parable of His Light is as if there were a Niche and within it a Lamp: the Lamp enclosed in Glass: the glass as it were a brilliant star: lit from a blessed Tree, an Olive, neither of the East nor of the West, whose Oil is well nigh Luminous, though fire scarce touched it: light upon Light! Allah doth guide whom He will to His Light: Allah doth set forth Parables for men: and Allah doth know all things.
1. |
allâhu |
: Allah |
2. |
nûru |
: nur |
3. |
es semâvâti |
: semalar |
4. |
ve el ardı |
: ve arz, yeryüzü |
5. |
meselu |
: misal, örnek |
6. |
nûri-hi |
: onun nuru |
7. |
ke |
: gibi |
8. |
mişkâtin |
: kandil |
9. |
fî-hâ |
: onun içinde vardır |
10. |
mısbâhun |
: misbah, lâmba |
11. |
el mısbâhu |
: (o) misbah, (o) lâmba |
12. |
fî |
: içinde |
13. |
zucâcetin |
: sırça (cam) |
14. |
ez zucâcetu |
: (o) sırça, (o cam) |
15. |
ke ennehâ |
: o gibidir |
16. |
kevkebun |
: yıldız |
17. |
durrîyyun |
: inci gibi parlayan |
18. |
yûkadu |
: yakılır |
19. |
min şeceratin |
: ağaçtan |
20. |
mubâraketin |
: mübarek |
21. |
zeytûnetin |
: yağ (zeytin ağacı) |
22. |
lâ şarkîyetin |
: doğuda olmayan (bulunmayan) |
23. |
ve lâ garbiyyetin |
: ve batıda olmayan (bulunmayan) |
24. |
yekâdu |
: neredeyse, hemen hemen, kendi kendine |
25. |
zeytu-hâ |
: onun yağı |
26. |
yudîu |
: ışık verir |
27. |
ve lev |
: ve eğer |
28. |
lem temses-hu |
: ona değmez |
29. |
nârun |
: ateş |
30. |
nûrun alâ nûrin |
: nur üzerine nur |
31. |
yehdîllâhu (yehdî allâhi) |
: Allah hidayet eder |
32. |
li nûri-hi |
: onun nuruna, kendi nuruna |
33. |
men yeşâu |
: dilediği kimse |
34. |
ve yadribullâhul emsâle |
: ve Allah örnekler, misaller verir |
35. |
lin nâsi (li en nâsi) |
: insanlar için, isanlara |
36. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
37. |
bi kulli şey’in |
: herşeyi |
38. |
alîmun |
: en iyi bilendir |
٣٦
فى بُيُوتٍ اَذِنَ اللّهُ اَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فيهَااسْمُهُ يُسَبِّحُ لَهُ فيهَا بِالْغُدُوِّ وَالْاصَالِ
(36) fi büyutin ezinellahü en türfea ve yüzkera fihesmühu yüsebbihu lehu fiha bil ğudüvvi vel asal
Allah öyle bir takım evlerde isminin yüceltilerek anılmasına izin vermiştir o’nu orada sabah ve akşam tespih ederler
(36) (Lit is such a Light) in houses, which Allah hath permitted to be raised to honour in them is He glorified in the mornings and in the evenings, (again and again),
1. |
fî |
: (içinde) vardır |
2. |
buyûtin |
: evler |
3. |
ezinallâhu (ezine allâhu) |
: Allah izin verdi |
4. |
en turfea |
: yükseltilmesine, yüceltilmesine |
5. |
ve yuzkere |
: ve zikredilir |
6. |
fîhesmuhu (fîhâ ismu-hu) |
: orada onun ismi |
7. |
yusebbihu |
: tesbih eder |
8. |
lehu |
: onu |
9. |
fîhâ |
: orada, onun içinde |
10. |
bi |
: ile, de (dahi) |
11. |
el guduvvi |
: sabah |
12. |
ve el âsâli |
: ve akşam |
Sayfa:354
٣٧
رِجَالٌ لَاتُلْهيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّهِ وَاِقَامِ الصَّلوةِ وَايتَاءِ الزَّكوةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فيهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُ
(37) ricalül la tülhihim ticaratüv ve la bey’un an zikrillahi ve ikamis salati ve itaiz zekati yehafune yevmen tetekallebü fihil kulubü vel ebsar
(Öyle) Adamlar var ki onları ne ticaret ne de alışveriş alıkoymaz Allah’ı zikir etmekten namazlarını dosdoğru kılmaktan zekatlarını vermekten (öyle) bir günden korkarlar ki o gün de kalpler, gözler (halden hale) çevrilir
(37) By men whom neither traffic nor merchandise can divert from the Remembrance of Allah, nor from regular Prayer, nor from the practice of regular Charity: their (only) fear is for the Day when hearts and eyes will be transformed (in a world wholly new),
1. |
ricâlun |
: adamlar |
2. |
lâ tulhî-him |
: onları alıkoymaz, meşgul etmez, vazgeçirmez |
3. |
ticâratun |
: ticaret |
4. |
ve lâ |
: ve olmaz |
5. |
bey’un |
: alışveriş |
6. |
an zikrillâhi |
: Allah’ın zikrinden |
7. |
ve ikâmi es salâti |
: ve namazın ikame edilmesi |
8. |
ve îtâi ez zekâti |
: ve zekâtın verilmesi |
9. |
yehâfûne |
: korkarlar |
10. |
yevmen |
: gün |
11. |
tetekallebu |
: döner, dönecek |
12. |
fîhi el kulûbu |
: kalplerin |
13. |
ve el ebsâru |
: ve gözler, bakışlar, görüşler |
٣٨
لِيَجْزِيَهُمُ اللّهُ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَزيدَهُمْ مِنْ فَضْلِه وَاللّهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
(38) li yecziyehümüllahü ahsene ma amilu ve yezidehüm min fadlih vallahü yerzüku mey yeşaü bi ğayri hisab
(Çünkü) Allah kendilerini yaptıkları işin en güzeli ile mükafatlandıracak onları fazlından da ziyadeleştirecektir Allah dilediğine rızkı hesapsız verir
(38) That Allah may reward them according to the best of their deeds, and add even more for them out of His Grace: for Allah doth provide for those whom He will, without measure.
1. |
li yecziye-hum |
: onlara karşılığını vermesi için |
2. |
allâhu |
: Allah |
3. |
ahsene |
: en güzel |
4. |
mâ amilû |
: yaptıkları şeyler |
5. |
ve yezîde-hum |
: ve onlara arttırır |
6. |
min fadli-hi |
: fazlından |
7. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
8. |
yerzuku |
: rızıklandırır |
9. |
men |
: kişi, kimse |
10. |
yeşâu |
: diler |
11. |
bi gayri |
: olmaksızın |
12. |
hisâbin |
: hesap |
٣٩
وَالَّذينَ كَفَرُوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْانُ مَاءً حَتّى اِذَا جَاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيًْا وَوَجَدَ اللّهَ عِنْدَهُ فَوَفّيهُ حِسَابَهُ وَاللّهُ سَريعُ الْحِسَابِ
(39) vellezine keferu a’malühüm keserabim bi kiy’atiy yahsebuhüz zam’anü maa hatta iza caehu lem yecidhü şey’ev ve vecedellahe indehu feveffahü hisabeh vallahü seriul hisab
Küfredenlerin yaptıkları amel (ise) düz bir çöldeki serap gibidir susayan onu su zanneder hatta onun (yanına) varınca hiçbir şey bulamaz onun yanında Allah’ı bulur, o da onun hesabını görüverir Allah hızlı hesap görendir
(39) But the Unbelievers, their deeds are like a mirage in sandy deserts, which the man parched with thirst mistakes for water until when he comes up to it, he finds it to be nothing: but he finds Allah (ever) with him, and Allah will pay him his account: and Allah is swift in taking account.
1. |
vellezîne keferû |
: ve kâfirler |
2. |
a’mâlu-hum |
: onların amelleri |
3. |
ke serâbin |
: serap gibidir |
4. |
bi kîatin |
: düz arazide |
5. |
yahsebu-hu |
: onu zanneder |
6. |
ez zam’ânu |
: susuz kalan, susamış olan |
7. |
mâen |
: su |
8. |
hattâ |
: olduğu zaman, olunca |
9. |
izâ câe-hu |
: ona geldiği zaman, ulaştığı zaman |
10. |
lem yecid-hu |
: onu bulamadı |
11. |
şey’en |
: bir şey |
12. |
ve vecedallâhe (vecede allâhe) |
: ve Allah’ı buldu |
13. |
inde-hu |
: yanında |
14. |
feveffâhu (fe veffâ-hu) |
: böylece ona tam olarak ödedi |
15. |
hisâbe-hu |
: onun hesabını |
16. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
17. |
serîu |
: seri, çabuk |
18. |
el hisâbi |
: hesap |
٤٠
اَوْ كَظُلُمَاتٍ فى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَريهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ
(40) ev ke zulümatin fi bahril lücciyyiy yağşahü mevcüm min fevkihi mevcüm min fevkihi sehab zulümatüm ba’duha fevka ba’d iza ahrace yedehu lem yeked yeraha ve mel lem yec’alillahü lehu nuran fe malehu min nur
Yahut derin karanlık bir deniz gibidir o denizi bir dalga bürür onun üstünde bir dalga daha onun üstüne de bulut yığını bunlar birbirinin üzerine yığılmış karanlıklardır ki kendi elini çıkartsa onu neredeyse göremez her kime Allah nur vermemişse artık onun için bir nur yoktur
(40) Or (the Unbelievers’ state) is like the depths of darkness in a vast deep ocean, overwhelmed with billow topped by billow, topped by (dark) clouds: depths of darkness, one above another: if a man stretches out his hand, he can hardly see it! For any to whom Allah giveth not light, there is no light!
1. |
ev |
: veya |
2. |
ke zulumâtin |
: karanlıklar gibidir |
3. |
fî bahrin |
: denizde |
4. |
lucciyyin |
: (çok) derin |
5. |
yagşâ-hu |
: onu örter, kaplar |
6. |
mevcun |
: dalga |
7. |
min fevkı-hi |
: onun üstünden |
8. |
mevcun |
: dalga |
9. |
min fevkı-hi |
: onun üstünden |
10. |
sehâbun |
: bulutlar |
11. |
zulumâtun |
: karanlıklar |
12. |
ba’du-hâ |
: onun bir kısmı |
13. |
fevka |
: üzerinde, üstünde |
14. |
ba’dın |
: bir kısım |
15. |
izâ ahrace |
: çıkardığı zaman |
16. |
yede-hu |
: onun eli |
17. |
lem yeked yerâ-hâ |
: neredeyse onu göremez |
18. |
ve men |
: ve kimse |
19. |
lem yec’alillâhu (yec’ali allâhu) |
: Allah kılmazsa |
20. |
lehu |
: onu, ona |
21. |
nûren |
: nur |
22. |
fe |
: artık |
23. |
mâ lehu |
: onun için yoktur |
24. |
min nûrin |
: (nurlardan) bir nur |
٤١
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبيحَهُ وَاللّهُ عَليمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
(41) e lem tera ennellahe yüsebbihu lehu men fis semavati vel erdi vet tayru saffat küllün kad alime salatehu ve tesbihah vallahü alimüm bima yef’alun
Görmedin mi? şüphe yok ki göklerde ve yerde olanlar ve sürüler halindeki kuşlar hep Allah’ı tespih eder hepsi de şüphesiz duayı ve tesbihi bilirler Allah (bütün) yaptıklarınızı bilendir
(41) Seest thou not that it is Allah whose praises all beings in the heavens and on earth do celebrate, and the birds (of the air) with wings outspread? Each one knows its own (mode of) prayer and praise. And Allah knows well all that they do.
1. |
e lem tera |
: görmüyor musun, görmedin mi |
2. |
ennallâhe (enne allâhe) |
: Allah olduğunu |
3. |
yusebbihu |
: tesbih ederler |
4. |
lehu |
: onun, onu |
5. |
men |
: kimse(ler) |
6. |
fî es semâvâti |
: semalarda |
7. |
ve el ardı |
: ve arz, yeryüzü |
8. |
ve et tayru |
: ve kuşlar |
9. |
sâffâtin |
: saf saf, saflar halinde |
10. |
kullun |
: hepsi |
11. |
kad |
: olmuştu |
12. |
alime |
: bildi |
13. |
salâte-hu |
: salatını, namazını, duasını |
14. |
ve tesbîha-hu |
: ve tesbihlerini |
15. |
vallâhu (ve allâh) |
: ve Allah |
16. |
alîmun |
: en iyi bilendir |
17. |
bimâ |
: şeyleri |
18. |
yef’alûne |
: yapıyorlar |
٤٢
وَلِلّهِ مُلْكُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِلَى اللّهِ الْمَصيرُ
(42) ve lillahi mülküs semavati vel ard ve ilellahil mesiyr
Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır ve dönüşte yalnız Allah’adır
(42) Yea, to Allah belongs the dominion of the heavens and the earth and to Allah is the final goal (of all).
1. |
ve lillâhi (li allâhi) |
: ve Allah’a aittir |
2. |
mulku |
: mülk, idare |
3. |
es semâvâti |
: semalar |
4. |
ve el ardı |
: ve arz, yeryüzü |
5. |
ve ilâ allâhi |
: ve Allah’a |
6. |
el masîru |
: dönüş |
٤٣
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّهَ يُزْجى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ جِبَالٍ فيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصيبُ بِه مَنْ يَشَاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِ
(43) e lem tera ennellahe yüzci sehaben sümme yüellifü beynehu sümme yec’alühu rukamen fe teral vedka yahrucü min hilalih ve yünezzilü mines semai min cibalin fiha mim beradin fe yüsiybü bihi mey yeşaü ve yasrifühu ammey yeşa’ yekadü senaberkihi yezhebü bil ebsar
görmedin mi? muhakkak Allah bulutları sürüklüyor sonra onları bir araya topluyor sonra onları yığınlar haline getiriyor görüyorsun yağmur bunların arasından çıkıyor yerde (biriktiği zaman) dağlar kadar olacak kar ve doluyu gökyüzünden indiriyor sonra dilediği kimseye bununla musibet veriyor dilediği kimseden bunu savıyor şimşeğin ışıltısı neredeyse gözlerini alacak
(43) Seest thou not that Allah makes the clouds move gently, then joins them together, them makes them into a heap? then wilt thou see rain issue forth from their midst. And He sends down from the sky mountain masses (of clouds) wherein is hail: He strikes therewith whom He pleases and He turns it away from whom He pleases. The vivid flash of His lightning well nigh blinds the sight.
1. |
e lem tera |
: görmüyor musun, görmedin mi |
2. |
enne allâhe |
: Allah’ın yaptığını |
3. |
yuzcî |
: sevkeder |
4. |
sehâben |
: bulutlar |
5. |
summe |
: sonra |
6. |
yuellifu |
: birleştirir |
7. |
beynehu |
: onun arasını |
8. |
summe |
: sonra |
9. |
yec’alu-hu |
: onu kılar, yapar |
10. |
rukâmen |
: küme küme, küme hali |
11. |
fe tera |
: böylece görürsün |
12. |
el vedka |
: yağmur |
13. |
yahrucu |
: çıkar |
14. |
min hılâli-hi |
: onun arasından |
15. |
ve yunezzilu |
: ve indirir |
16. |
min es semâi |
: semadan |
17. |
min cibâlin |
: (dağlardan) bir dağ |
18. |
fî-hâ |
: onun içinde |
19. |
min beredin |
: buzdan, doludan |
20. |
fe yusîbu |
: böylece isabet ettirir |
21. |
bi-hi |
: onu |
22. |
men |
: kimse |
23. |
yeşâu |
: diler |
24. |
ve yasrifu-hu |
: ve onu çevirir, uzaklaştırır |
25. |
an men |
: o kimseden |
26. |
yeşâu |
: diler |
27. |
yekâdu |
: neredeyse, az kalsın |
28. |
senâ |
: ışık, parıltı |
29. |
berkı-hi |
: onun şimşeği |
30. |
yezhebu |
: giderir |
31. |
bi el ebsâri |
: görmeyi |
Sayfa:355
٤٤
يُقَلِّبُ اللّهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اِنَّ فى ذلِكَ لَعِبْرَةً لِاُولِى الْاَبْصَارِ
(44) yukallibüllahül leyle ven nehar inne fi zalike le ibratel li ülil ebsar
Allah gece ve gündüzü çeviriyor kesinlikle bunda basiret sahipleri için ibretler vardır
(44) It is Allah who alternates the Night and the Day: verily in these things is an instructive example for those who have vision!
1. |
yukallibu allâhu |
: Allah çevirir |
2. |
el leyle |
: gece |
3. |
ve en nehâre |
: ve gündüz |
4. |
inne |
: muhakkak |
5. |
fî |
: içinde vardır |
6. |
zâlike |
: bu |
7. |
le ibreten |
: elbette ibret |
8. |
li ulil ebsâri |
: basiret sahipleri için |
٤٥
وَاللّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلى بَطْنِه وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللّهُ مَايَشَاءُ اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ
(45) vallahü halaka külle dabbetim mim main fe minhüm mey yemşi ala batnih ve minhüm mey yemşi ala ricleyn ve minhüm mey yemşi ala erba’ yahlükullahü ma yeşa’ innellahe ala külli şey’in kadir
Ve Allah bütün hayvanları sudan yarattı onlardan kimisi karnı üzere yürüyor ve kimisi de iki ayağı üzere yürüyor ve kimisi de dört (ayağı) üzerine yürüyor Allah dilediğini yaratır şüphesiz Allah her şeye kadirdir
(45) And Allah has created every animal from water: of them there are some that creep on their bellies some that walk on two legs and some that walk on four. Allah creates what He wills for verily Allah has power over all things.
1. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
2. |
halaka |
: yarattı |
3. |
kulle |
: her, hepsi, bütün |
4. |
dâbbetin |
: hayvan |
5. |
min mâin |
: sudan |
6. |
fe |
: o zaman, böylece |
7. |
min-hum |
: onlardan |
8. |
men yemşî |
: kimi yürür |
9. |
alâ batni-hi |
: karnı üzerinde |
10. |
ve min-hum |
: ve onlardan |
11. |
men yemşî |
: kimi yürür |
12. |
alâ ricleyni |
: iki ayak üzerinde |
13. |
ve min-hum |
: ve onlardan |
14. |
men yemşî |
: kimi yürür |
15. |
alâ erbain |
: dört (ayak) üzerinde |
16. |
yahluku allâhu |
: Allah yaratır |
17. |
mâ yeşâu |
: dilediğini, dilediği şeyi |
18. |
innellâhe (inne allâhe) |
: muhakkak Allah |
19. |
alâ kulli şey’in |
: herşeye |
20. |
kadîrun |
: gücü yeten, kaadir |
٤٦
لَقَدْ اَنْزَلْنَا ايَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَاللّهُ يَهْدى مَنْ يَشَاءُ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ
(46) le kad enzelna ayatim mübeyyinat vallahü yehdi mey yeşaü ila siratim müstekım
Yemin olsun ki, biz açıklayıcı ayetleri indirdik Allah dilediğini sıratı müstakim üzere hidayete erdirir
(46) We have indeed sent down Signs that make things manifest: and Allah guides whom He wills to a Way that is straight.
1. |
lekad |
: andolsun |
2. |
enzelnâ |
: indirdik |
3. |
âyâtin |
: âyetler |
4. |
mubeyyinâtin |
: açıklanmış |
5. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
6. |
yehdî |
: hidayete erdirir |
7. |
men yeşâu |
: dilediği kimseyi |
8. |
ilâ sırâtın mustakîmin |
: Sıratı Mustakîm’e |
٤٧
وَيَقُولُونَ امَنَّا بِاللّهِ وَبِالرَّسُولِ وَاَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلّى فَريقٌ مِنهُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ وَمَا اُولءِكَ بِالْمُؤْمِنينَ
(47) ve yekulune amenna billahi ve bir rasuli ve eta’na sümme yetevella ferikum minhüm mim ba’di zalik ve ma ülaike bil mü’minin
Ve diyorlar Allah ve resulüne iman ettik ve itaat ettik sonra bunun arkasından onlardan bir takımı yüz çeviriyor bunlar mü’minlerden değildir
(47) They say, “We believe in Allah and in the Messenger, and we obey”: but even after that, some of them turn away: they are not (really) Believers.
1. |
ve yekûlûne |
: ve onlar derler |
2. |
âmennâ |
: îmân ettik |
3. |
billâhi (bi allâhi) |
: Allah’a |
4. |
ve bi er resûli |
: ve resûlüne |
5. |
ve ata’nâ |
: ve itaat ettik |
6. |
summe |
: sonra |
7. |
yetevellâ |
: dönerler |
8. |
ferîkun |
: bir grup, bir kısım |
9. |
min-hum |
: onlardan |
10. |
min ba’di |
: sonradan, bundan sonra |
11. |
zâlike |
: bu |
12. |
ve mâ ulâike |
: ve onlar değiller |
13. |
bi el mu’minîne |
: mü’min olanlar |
٤٨
وَاِذَا دُعُوا اِلَى اللّهِ وَرَسُولِه لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اِذَا فَريقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ
(48) ve iza düu ilellahi ve rasulihi li yahküme beynehüm iza feriküm minhüm mu’ridun
Allah ve O’nun resulü çağırdığı zaman aralarında hüküm verilmesi için onlardan bir grup hemen yüz çevirmişler
(48) When they are summoned to Allah and His Messenger, in order that He may judge between them, behold, some of them decline (to come).
1. |
ve izâ duû |
: ve davet edildikleri zaman |
2. |
ilâ allâhi |
: Allah’a |
3. |
ve resûli-hî |
: ve onun resûlü |
4. |
li yahkume |
: hüküm vermesi için |
5. |
beyne-hum |
: onların arasında |
6. |
izâ |
: olduğu zaman |
7. |
ferîkun |
: bir grup, bir kısım |
8. |
min-hum |
: onlardan |
9. |
mu’ridûne |
: yüz çevirenler |
٤٩
وَاِنْ يَكُنْ لَهُمُ الْحَقُّ يَاْتُوا اِلَيْهِ مُذْعِنينَ
(49) ve iy yekül lehümül hakku ye’tu ileyhi müz’inin
Eğer hak kendilerinden yana olursa boyun eğerek ona gelirler
(49) But if the right is on their side, they come to him with all submission.
1. |
ve in |
: ve eğer |
2. |
yekun |
: olur |
3. |
lehum |
: onların, onlar için |
4. |
el hakku |
: hak |
5. |
ye’tû |
: gelirler |
6. |
ileyhi |
: ona |
7. |
muz’ınîne |
: boyun eğerek, itaat ederek, hemen gelirler |
٥٠
اَفى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ اَمِ ارْتَابُوا اَمْ يَخَافُونَ اَنْ يَحيفَ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ اُولءِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
(50) e fi kulubihim meradun emirtabu em yehafune ey yehiyfellahü aleyhim ve rasulüh bel ülaike hümüz zalimun
Bunların kalplerinde bir hastalık mı var? yoksa kuşkuları (mı var?) yoksa Allah ve resulünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? hayır! onlar zalimlerin ta kendisidir
(50) Is it that there is a disease in their hearts? Or do they doubt, or are they in fear, that Allah and His Messenger will deal unjustly with them? Nay, it is they themselves who do wrong.
1. |
e |
: mı, mi |
2. |
fî |
: içinde, var |
3. |
kulûbi-him |
: onların kalpleri |
4. |
maradun |
: hastalık |
5. |
emirtâbû (em irtâbu) |
: veya, yoksa şüphe ettiler |
6. |
em yehâfûne |
: veya, yoksa korkuyorlar |
7. |
en yehîfallâhu (yehîfe allâhu) |
: Allah’ın taraf tutması |
8. |
aleyhim |
: onlara |
9. |
ve resûlu-hu |
: ve onun resûlü |
10. |
bel |
: hayır |
11. |
ulâike |
: işte onlar |
12. |
hum |
: onlar |
13. |
ez zâlimûne |
: zalimler |
٥١
اِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنينَ اِذَا دُعُوا اِلَى اللّهِ وَرَسُولِه لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا وَاُولءِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
(51) innema kane kavlel mü’minine iza düu ilellahi ve rasulihi li yahküme beynehüm ey yekulu semi’na ve ata’na ve ülaike hümül müflihun
Mü’minlerin sözü ancak (şu) olmalıdır Allah’a ve o’nun resulüne çağrıldığın zaman aralarında hüküm verilmesi için dinledik ve itaat ettik demeleridir işte bunlar muratlarına erenlerdir
(51) The answer of the Believers, when summoned to Allah and His Messenger, in order that He may judge between them, is no other than this: they say, “We hear and we obey”: it is such as these that will attain felicity.
1. |
innemâ |
: ancak, sadece |
2. |
kâne |
: oldu |
3. |
kavle |
: söz |
4. |
el mu’minîne |
: mü’minler |
5. |
izâ duû |
: çağrıldığı zaman, davet edildikleri zaman |
6. |
ilâ allâhi |
: Allah’a |
7. |
ve resûli-hî |
: ve onun resûlü |
8. |
li yahkume |
: hüküm vermesi için |
9. |
beyne-hum |
: onların aralarında |
10. |
en yekûlû |
: demeleri, söylemeleri |
11. |
semi’nâ |
: işittik |
12. |
ve ata’nâ |
: ve itaat ettik |
13. |
ve ulâike |
: ve işte onlar |
14. |
hum |
: onlar |
15. |
el muflihûne |
: felâha ulaşanlar |
٥٢
وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللّهَ وَيَتَّقْهِ فَاُولءِكَ هُمُ الْفَاءِزُونَ
(52) ve mey yütiillahe ve rasulehu ve yahşellahe ve yettakhi fe ülaike hümül faizun
Ve kim Allah’a ve o’nun resulüne itaat ederse Allah’tan korkar ve ondan sakınırsa işte bunlar muratlarına erenlerdir
(52) It is such as obey Allah and His Messenger, and fear Allah and do right, that will win (in the end).
1. |
ve men |
: ve kim |
2. |
yutıi allâhe |
: Allah’a itaat eder |
3. |
ve resûle-hu |
: ve onun resûlü |
4. |
ve yahşe allâhe |
: ve Allah’a huşû duyar |
5. |
ve yettak-hi |
: ve ona karşı takva sahibi olur |
6. |
fe |
: böylece, o taktirde |
7. |
ulâike |
: işte onlar |
8. |
hum |
: onlar |
9. |
el fâizûne |
: kurtuluşa erenler |
٥٣
وَاَقْسَمُوا بِاللّهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَءِنْ اَمَرْتَهُمْ لَيَخْرُجُنَّ قُلْ لَا تُقْسِمُوا طَاعَةٌ مَعْرُوفَةٌ اِنَّ اللّهَ خَبيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
(53) ve aksemu billahi cehde eymanihim lein emartehüm le yahrucünn kulla tuksimu taatüm ma’rufeh innellahe habirum bima ta’melun
Bir de onlar kuvvetleriyle Allah’a yemin ederler eğer onlara emredersen (savaşa) çıkacaklarını de ki: yemin etmeyin güzel (samimi) itaat yeter kesinlikle Allah yaptıklarınızdan haberdardır
(53) They swear their strongest oaths by Allah that, if only thou wouldst command them, they would leave (their homes). Say: “Swear ye not obedience is (more) reasonable verily, Allah is well acquainted with all that ye do.”
1. |
ve aksemû |
: ve yemin ettiler |
2. |
bi allâhi |
: Allah’a |
3. |
cehde |
: güç, kuvvet |
4. |
eymâni-him |
: yeminleri |
5. |
le in |
: eğer |
6. |
emerte-hum |
: sen onlara emrettin |
7. |
le yahrucunne |
: mutlaka çıkacaklar |
8. |
kul |
: de |
9. |
lâ tuksimû |
: yemin etmeyin |
10. |
tâatun |
: bağlılık, itaat |
11. |
ma’rûfetun |
: bilinen, taktir edilen |
12. |
inne allâhe |
: muhakkak Allah |
13. |
habîrun |
: haberdar |
14. |
bimâ ta’melûne |
: yaptığınız şeylerden |
Sayfa:356
٥٤
قُلْ اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُواالرَّسُولَ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُمْ مَا حُمِّلْتُمْ وَاِنْ تُطيعُوهُ تَهْتَدُوا وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبينُ
(54) kul etiy’ullahe ve etiy’ur rasul fe in tevellev fe innema aleyhi ma hummile ve aleyküm ma hummiltüm ve in tütiy’uhu tehtedu ve ma aler rasuli illel belağul mübin
De ki: Allah’a itaat edin ve resulüne itaat edin eğer dönerseniz (o peygambere düşen) ancak ona yüklenendir size düşende yükletilendir eğer ona itaat ederseniz hidayete erersiniz resule düşen ancak açık bir tebliğidir
(54) Say: “Obey Allah, and obey the Messenger: but if ye turn away, he is only responsible for the duty placed on him and ye for that placed on you. If ye obey him, ye shall be on right guidance. The Messenger’s duty is only to preach the clear (Message).
1. |
kul |
: de (söyle) |
2. |
atîu allâhe |
: Allah’a itaat edin |
3. |
ve atîu |
: ve itaat edin |
4. |
er resûle |
: resûl |
5. |
fe in |
: o zaman eğer |
6. |
tevellev |
: yüz çevirirsiniz |
7. |
fe innemâ |
: o zaman sadece, yalnız |
8. |
aleyhi |
: onun üzerine |
9. |
mâ |
: şey |
10. |
hummile |
: yüklendi, yükletildi |
11. |
ve aleykum |
: ve sizin üzerinize |
12. |
mâ |
: şey |
13. |
hummiltum |
: size yüklendi, size yükletildi |
14. |
ve in |
: ve eğer |
15. |
tutî’û-hu |
: ona itaat ederseniz |
16. |
tehtedû |
: hidayete erersiniz |
17. |
ve mâ |
: ve değildir |
18. |
alâ er resûli |
: resûlün üzerinde |
19. |
illâ |
: hariç, den başka |
20. |
el belâgu |
: tebliğ |
21. |
el mubînu |
: apaçık, açıkça |
٥٥
وَعَدَ اللّهُ الَّذينَ امَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دينَهُمُ الَّذِى ارْتَضى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًا يَعْبُدُونَنى لَا يُشْرِكُونَ بى شَيًْا وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذلِكَ فَاُولءِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
(55) veadellahüllezine amenu minküm ve amilus salihati le yestahlifennehüm fil erdi kemestahlefellezine min kablihim ve le yümekkinenne lehüm dinehümül lezirteda lehüm ve le yübeddilennehüm mim ba’di havfihim emna ya’büduneni la yüşrikune bi şey’a ve men kefera ba’de zalike fe ülaike hümül fasikun
Allah içinizden iman edip salih amel işleyen kimselere (şöyle) vaad etti kendilerinden öncekileri arza halife yaptığım gibi onlar da mutlaka arza halife olacak onlara, o razı olduğu, kendileri için (seçtiği) dinlerini tatbik etmek imkanını mutlaka verecek ve korkuların ardından onlara, emniyet ve huzuru mutlaka verecektir bana hiçbir şey ortak koşmadan ibadet edin kim ki bundan sonra nankörlük ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir
(55) Allah has promised, to those among you who believe and work righteous deeds, that He will, of a surety, grant them in the land, inheritance (of power), as He granted it to those before them that He will establish in authority their religion- the one which He has chosen for them and that He will change (their state), after the fear in which they (lived), to one of security and peace: They will worship Me (alone) and not associate aught with Me.’ If any do reject Faith after this, they are rebellious and wicked.
1. |
vaadallâhu (vaade allâhu) |
: Allah vaadetti |
2. |
ellezîne amenû |
: Allah’a ulaşmayı dileyenler, âmenû olanlar |
3. |
min-kum |
: sizden |
4. |
ve amilû es sâlihâti |
: ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlediler |
5. |
le yestahlifenne-hum |
: onları mutlaka halife tayin edecek |
6. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
7. |
kemestahlefellezîne (kemâ istahlefe ellezîne) |
: halife tayin ettiğimiz kimseler gibi |
8. |
min kabli-him |
: onlardan önce |
9. |
ve le yumekkinenne |
: ve mutlaka sağlamlaştıracak |
10. |
lehum |
: onlara, onlar için |
11. |
dîne-hum |
: onların dîni |
12. |
ellezî irtedâ |
: ki onu seçti, razı oldu, hoşnut oldu |
13. |
lehum |
: onlar için, onlara |
14. |
ve le yubeddilenne-hum |
: ve onlara mutlaka çevirecek |
15. |
min ba’di |
: sonra |
16. |
havfi-him |
: (onların) korkuları |
17. |
emnen |
: emniyet, güven |
18. |
ya’budûne-nî |
: bana kul olurlar |
19. |
lâ yuşrikûne |
: şirk koşmazlar |
20. |
bî şey’en |
: bir şeyi |
21. |
ve men |
: ve kim |
22. |
kefere |
: örttü, inkâr etti |
23. |
ba’de |
: sonra |
24. |
zâlike |
: bu |
25. |
fe ulâike |
: işte onlar |
26. |
hum |
: onlar |
27. |
el fâsikûne |
: fasıklar |
٥٦
وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
(56) ve ekiymus salate ve atüz zekate ve etiy’ur rasule lealleküm türhamun
Namazı dosdoğru kılın zekatı verin resule itaat edin umulur ki siz merhamet olunursunuz
(56) So establish regular Prayer and give regular Charity and obey the Messenger that ye may receive mercy.
1. |
ve ekîmû |
: ve ikame edin |
2. |
es salâte |
: namaz |
3. |
ve âtû |
: ve verin |
4. |
ez zekâte |
: zekât |
5. |
ve atîû |
: ve itaat edin |
6. |
er resûle |
: resûl |
7. |
lealle-kum |
: umulurki siz, böylece siz |
8. |
turhamûne |
: rahmet olunasınız |
٥٧
لَا تَحْسَبَنَّ الَّذينَ كَفَرُوا مُعْجِزينَ فِى الْاَرْضِ وَمَاْويهُمُ النَّارُ وَلَبِءْسَ الْمَصيرُ
(57) la tahsebennellezine keferu mu’cizine fil ard ve me’vahümün nar ve le bi’sel mesiyr
Sakın kafirlerin (bizi) yeryüzünde aciz bırakabileceklerini sanma onların varacakları yer ateştir ne fena dönüş yeridir
(57) Never think thou that the Unbelievers are going to frustrate (Allah’s Plan) on earth: their abode is the Fire, and it is indeed an evil refuge!
1. |
lâ tahsebenne |
: sakın zannetme |
2. |
ellezîne keferû |
: inkâr edenleri |
3. |
mu’cizîne |
: aciz bırakıcılar |
4. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
5. |
ve me’vâhu-mun |
: ve onların barınacağı yer |
6. |
en nâru |
: ateş |
7. |
ve le bi’se |
: ve elbette, mutlaka kötü |
8. |
el masîru |
: bir dönüş (yeri) |
٥٨
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لِيَسْتَاْذِنْكُمُ الَّذينَ مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ وَالَّذينَ لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ مِنْكُمْ ثَلثَ مَرَّاتٍ مِنْ قَبْلِ صَلوةِ الْفَجْرِ وَحينَ تَضَعُونَ ثِيَابَكُمْ مِنَ الظَّهيرَةِ وَمِنْ بَعْدِ صَلوةِ الْعِشَاءِ ثَلثُ عَوْرَاتٍ لَكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ وَلَا عَلَيْهِمْ جُنَاحٌ بَعْدَهُنَّ طَوَّافُونَ عَلَيْكُمْ بَعْضُكُمْ عَلى بَعْضٍ كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ
(58) ya eyyühellezine amenu li yeste’zinkümül lezine meleket eymanüküm vellezine lem yeblüğul hulüme minküm selase merrat min kabli salatil fecri ve hiyne tedaune siyabeküm minez zahirati ve mim ba’di salatil işa’i selasü avratil leküm leyse aleyküm ve la aleyhim cünahum ba’dehünn tavvafune aleyküm ba’duküm ala ba’d kezalike yübeyyinüllahü leküm ayatih vallahü alimün hakim
Ey iman edenler! sizden izin istesinler sahip bulunduğunuz köleleriniz buluğ çağına ermemiş çocuklar üç zaman sizden (izin istesinler) sabah namazından evvel öğle zamanın da elbiselerinizi çıkardığınız zaman bir de yatsı namazından sonra ki (zaman) (bu) üç (zaman) sizin avret yerlerinizin (açık olabileceği zamanlardır) bu zamanların dışında sizlere de, onlara da günah yoktur sizler birbirinizin yanında dolaşmış olmanız(dan) işte Allah ayetlerini size böyle açıklıyor Allah bilir, hüküm sahibidir
(58) O ye who believe! Let those whom your right hands possess, and the (children) among you who have not come of age ask your permission (before they come to your presence), on three occasions: before morning prayer the while ye doff your clothes for the noonday heat and after the late night prayer: these are your three times of undress: outsides those times it is not wrong for you or for them to move about attending to each other: thus does Allah make clear the Signs to you: for Allah is full of knowledge and wisdom.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey, ya |
2. |
ellezîne âmenû |
: Allah’a ulaşmayı dileyenler, âmenû olanlar |
3. |
li yeste’zin-kum |
: sizden izin istesinler |
4. |
ellezîne meleket eymânu-kum |
: ellerinizin altında sahip olduklarınız (köleleriniz, cariyeleriniz) |
5. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
6. |
lem yeblugû |
: erişmemiş, ulaşmamış |
7. |
el hulume |
: bulûğ çağına, erginliğe |
8. |
min-kum |
: sizden |
9. |
selâse |
: üç |
10. |
merrâtin |
: kere, defa, kez |
11. |
min kabli |
: öncesinden evvel |
12. |
salâti |
: namaz |
13. |
el fecri |
: fecr, sabah |
14. |
ve hîne |
: ve o vakit, o zaman |
15. |
tedaûne |
: çıkarırsınız |
16. |
siyâbe-kum |
: elbiseniz |
17. |
min ez zahîrati |
: öğle vaktinden |
18. |
ve min ba’di |
: ve sonra |
19. |
salâti |
: namaz |
20. |
el ışâi |
: yatsı |
21. |
selâsu |
: üç |
22. |
avrâtin |
: muhafazasız, açık, sakınılması gereken |
23. |
lekum |
: sizin için |
24. |
leyse |
: değildir, yoktur |
25. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
26. |
ve lâ aleyhim |
: ve onlara yoktur |
27. |
cunâhun |
: günah, kusur |
28. |
ba’de hunne |
: onlardan sonra |
29. |
tavvâfûne |
: karşılıklı dolaşırlar, karşılıklı tavaf ederler |
30. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
31. |
ba’du-kum alâ ba’dın |
: birbirinizi |
32. |
kezâlike |
: işte böyle |
33. |
yubeyyine allâhu |
: Allah beyan ediyor, açıklıyor |
34. |
lekum |
: size |
35. |
el âyâti |
: âyetleri |
36. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
37. |
alîmun |
: en iyi bilen |
38. |
hakîmun |
: hüküm ve hikmet sahibi |
Sayfa:357
٥٩
وَاِذَا بَلَغَ الْاَطْفَالُ مِنْكُمُ الْحُلُمَ فَلْيَسْتَاْذِنُوا كَمَا اسْتَاْذَنَ الَّذينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ ايَاتِه وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ
(59) ve iza beleğal atfalü minkümül hulüme fel yeste’zinu kemeste’zenellezine min kablihim kezalike yübeyyinüllahü leküm ayatih vallahü alimün hakim
Sizden olan çocuklar buluğa erdiği zaman kendilerinden öncekilerin izin istediği gibi izin istesinler işte Allah ayetlerini size böyle açıklıyor Allah bilir, hüküm sahibidir
(59) But when the children among you come of age, let them (also) ask for permission, as do those senior to them (in age): thus does Allah make clear His Signs to you: for Allah is full of knowledge and wisdom.
1. |
ve izâ belegâ |
: ve ulaştığı, eriştiği zaman |
2. |
el etfâlu |
: çocuklar |
3. |
min-kum |
: sizden |
4. |
hulume |
: erginlik çağı, bulûğ çağı |
5. |
fe li yeste’zinû |
: o zaman izin istesinler |
6. |
min kabli-him |
: onlardan önce |
7. |
kezâlike |
: işte böyle, böylece |
8. |
yubeyyinu allâhu |
: Allah beyan eder, açıklar |
9. |
lekum |
: sizin için, size |
10. |
âyâti-hi |
: âyetlerini |
11. |
vallâhu |
: ve Allah |
12. |
alîmun |
: alîm, en iyi bilendir |
13. |
hakîmun |
: hüküm ve hikmet sahibi |
٦٠
وَالْقَوَاعِدُ مِنَ النِّسَاءِ الّتى لَا يَرْجُونَ نِكَاحًا فَلَيْسَ عَلَيْهِنَّ جُنَاحٌ اَنْ يَضَعْنَ ثِيَابَهُنَّ غَيْرَ مُتَبَرِّجَاتٍ بِزينَةٍ وَاَنْ يَسْتَعْفِفْنَ خَيْرٌ لَهُنَّ وَاللّهُ سَميعٌ عَليمٌ
(60) vel kavaidü minen nisaillati la yercune nikahan fe leyse aleyhinne cünahun ey yeda’ne siyabehünne ğayra müteberricatim bi zineh ve ey yesta’fifne hayrul lehünn vallahü semiun alim
Kadınlık hallerinden kesilmiş evlenme ümidi olmayan o kadınlara onlara (şu durumunda) günah yoktur (kadınlık vasfını belli eden) ziynetlerini göstermeden üst giysilerini bırakmalarında yine de (iffetli davranıp giysilerini) çıkarmamaları onlar için daha hayırlıdır Allah işitir, bilir
(60) Such elderly women as are past the prospect of marriage, there is no blame on them if they lay aside their (outer) garments, provided they make not a wanton display of their beauty: but it is best for them to be modest: and Allah is One Who sees and knows all things.
1. |
ve el kavâıdu |
: ve yaşlı kadınlar |
2. |
minen nisâi |
: kadınlardan |
3. |
ellatî lâ yercûne |
: onlar ümit etmezler |
4. |
nikâhan |
: bir nikâh, evlilik |
5. |
fe |
: böylece, artık |
6. |
leyse |
: değil, yoktur |
7. |
aleyhinne |
: onların üzerine, onlara |
8. |
cunâhun |
: günah, kusur |
9. |
en yeda’ne |
: çıkarmaları |
10. |
siyâbehunne |
: onların elbiseleri |
11. |
gayra muteberricâtin |
: açmaksızın |
12. |
bi zînetin |
: ziynetleri |
13. |
ve en yesta’fifne |
: ve iffetli olmayı istemeleri |
14. |
hayrun |
: hayırlı |
15. |
lehunne |
: onlara (kadınlara), onlar için (kadınlar için) |
16. |
vallâhu |
: ve Allah |
17. |
semîun |
: en iyi işiten |
18. |
alîmun |
: en iyi bilendir |
٦١
لَيْسَ عَلَى الْاَعْمى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْاَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَريضِ حَرَجٌ وَلَا عَلى اَنْفُسِكُمْ اَنْ تَاْكُلُوا مِنْ بُيُوتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ ابَاءِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اُمَّهَاتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اِخْوَانِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اَخَوَاتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اَعْمَامِكُمْ اَوْ بُيُوتِ عَمَّاتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اَخْوَالِكُمْ اَوْ بُيُوتِ خَالَاتِكُمْ اَوْ مَا مَلَكْتُمْ مَفَاتِحَهُ اَوْ صَديقِكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَاْكُلُوا جَميعًا اَوْ اَشْتَاتًا فَاِذَا دَخَلْتُمْ بُيُوتًا فَسَلِّمُوا عَلى اَنْفُسِكُمْ تَحِيَّةً مِنْ عِنْدِ اللّهِ مُبَارَكَةً طَيِّبَةً كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
(61) leyse alel a’ma haracüv ve la alel a’raci haracüv ve la ala meridi haracüv ve la ala enfüsiküm en te’külü min büyutiküm ev büyuti abaiküm ev büyuti ümmehatiküm ev büyuti ihvaniküm ev büyuti ehavatiküm ev büyuti a’mamiküm ev büyuti ammatiküm ev büyuti ahvaliküm ev büyuti halatiküm ev ma melektüm mefatihahu ev sadikıküm leyse aleyküm cünahun en te’külu cemian ev eştata fe iza dehaltüm büyuten fe sellimu ala enfüsiküm tehiyyetem min indillahi mübaraketen tayyibeh kezalike yübeyyinüllahü leküm ayatih lealleküm ta’kılun
Gözü görmeyene günah yoktur topal ve sakat olana günah yoktur hasta ve yatalak olana günah yoktur kendileriniz için (beraber) yemek yemenizde günah evlerinizde yahut babalarınızın evlerinde yahut annelerinizin evlerinde yahut erkek kardeşlerinizin evlerinde yahut kız kardeşlerinizin evlerinde yahut amcalarınızın evlerinde yahut halalarınızın evlerinde yahut dayılarınızın evlerinde yahut teyzelerinizin evlerinde yahut anahtarları teslim edilen koruyucularınızla yahut dostlarınızla (beraber) yemenizde size günah yoktur toplu halde ve ayrı ayrı guruplar halinde evlere girdiğiniz zaman karşılıklı selam veriniz birbirinize Allah tarafından saygı ve hürmete erişmek bereketli temiz (olmak için) böylece Allah açıklıyor sizlere ayetlerini olur ki siz akıl edersiniz
(61) It is no fault in the blind nor in one born lame, nor in one afflicted with illness, nor in yourselves, that ye should eat in your own houses, or those of your fathers, or your mothers, or your brothers, or your sisters, or your father’s brothers or your father’s sisters, or your mother’s brothers, or your mother’s sisters, or in houses of which the keys are in your possession. Or in the house of a sincere friend of yours: there is no blame on you, whether ye eat in company or separately. But if ye enter houses, salute each other and purity as from Allah. a greeting of blessing thus does Allah make clear the Signs to you: that ye may understand.
1. |
leyse |
: değil |
2. |
alâ |
: üzerine |
3. |
el a’mâ |
: âmâ, kör |
4. |
haracun |
: güçlük, zorluk |
5. |
ve lâ alâ |
: ve üzerine yoktur |
6. |
el a’raci |
: topal, sakat |
7. |
haracun |
: güçlük, zorluk |
8. |
ve lâ alâ |
: ve üzerine yoktur |
9. |
el marîdı |
: hasta |
10. |
haracun |
: güçlük, zorluk |
11. |
ve lâ alâ |
: ve üzerine yoktur |
12. |
enfusi-kum |
: size, kendinize |
13. |
en te’kulû |
: yemek yemeniz |
14. |
min buyûti-kum |
: evlerinizden |
15. |
ev |
: veya |
16. |
buyûti |
: evler |
17. |
âbâi-kum |
: sizin babalarınız |
18. |
ev buyûti |
: veya evler |
19. |
ummehâti-kum |
: sizin anneleriniz |
20. |
ev buyûti |
: veya evler |
21. |
ihvâni-kum |
: erkek kardeşleriniz |
22. |
ev buyûti |
: veya evler |
23. |
ehavâti-kum |
: sizin kız kardeşleriniz |
24. |
ev buyûti a’mâmi-kum |
: veya amcalarınızın evleri |
25. |
ev buyûti ammâti-kum |
: veya halalarınızın evleri |
26. |
ev buyûti ahvâli-kum |
: veya dayılarınızın evleri |
27. |
ev buyûti hâlâti-kum |
: veya teyzelerinizin evleri |
28. |
ev |
: veya |
29. |
mâ melektum |
: sahip olduğunuz şey |
30. |
mefâtiha-hu |
: onun anahtarları |
31. |
ev sadîkı-kum |
: veya sizin dostlarınız veya arkadaşlarınız |
32. |
leyse |
: değil |
33. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
34. |
cunâhun |
: günah |
35. |
en te’kulû |
: yemek yemeniz |
36. |
cemîan |
: topluca |
37. |
ev |
: veya |
38. |
eştâten |
: ayrı ayrı olarak |
39. |
fe |
: böylece, o zaman |
40. |
izâ dahaltum |
: girdiğiniz zaman |
41. |
buyûten |
: evler |
42. |
fe |
: böylece |
43. |
sellimû |
: selâm verin |
44. |
alâ enfusi-kum |
: kendi üzerinize (birbirinize) |
45. |
tehıyyeten |
: selâm vererek |
46. |
min indi allâhi |
: Allah’ın indinden |
47. |
mubareketen |
: mübarek, hayırlı, bereketli |
48. |
tayyibeten |
: iyi, güzel, helâl |
49. |
kezâlike |
: işte böyle, böylece |
50. |
yubeyyinu allâhu |
: Allah beyan eder, açıklar |
51. |
lekum |
: sizin için, size |
52. |
el âyâti |
: âyetler |
53. |
leallekum |
: umulur ki böylece siz |
54. |
ta’kılûne |
: akıl edersiniz |
Sayfa:358
٦٢
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ امَنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه وَاِذَا كَانُوا مَعَهُ عَلى اَمْرٍ جَامِعٍ لَمْ يَذْهَبُوا حَتّى يَسْتَاْذِنُوهُ اِنَّ الَّذينَ يَسْتَاْذِنُونَكَ اُولءِكَ الَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَرَسُولِه فَاِذَا اسْتَاْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَاْنِهِمْ فَاْذَنْ لِمَنْ شِءْتَ مِنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمُ اللّهَ اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
(62) innemel mü’minunellezine amenu billahi ve rasulihi ve iza kanu meahu ala emrin camiil lem yezhebu hatta yeste’zinuh innellezine yeste’zinuneke ülaikellezine yü’minune billahi ve rasulih fe izeste’zenuke li ba’di şe’nihim fe’zel li men şi’te minhüm vestağfir lehümüllah innellahe ğafurur rahiym
Ancak mü’min olan o kimseler ki iman ederler Allah’a ve o’nun resullerine toplu bir işte onunla beraber (oldukları) zaman, ondan izin almadan, katiyen bırakıp gitmezler gerçekten senden izin isteyen kimseler işte onlar, iman edenlerdir Allah’a ve o’nun resullerine sonra (onlar) senden izin istediklerinde bazı işleri hususunda izin veriver onlardan dilediğin kimseye onlar için Allah’tan bağışlanma iste şüphe yok ki Allah bağışlayan, merhamet sahibidir
(62) Only those are Believers, who believe in Allah and His Messenger: when they are with him on a matter requiring collective action, they do not depart until they have asked for his leave those who ask for thy leave are those who believe in Allah and His Messenger so when they ask for thy leave, for some business of theirs, give leave to those of them whom thou wilt, and ask Allah for their forgiveness: for Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
innemâ |
: ancak, sadece, fakat |
2. |
el mu’minûne |
: mü’minler |
3. |
ellezîne âmenû |
: Allah’a ulaşmayı dileyen, îmân eden kimseler |
4. |
billâhi (bi allâhi) |
: Allah’a |
5. |
ve resûli-hi |
: ve onun resûlü |
6. |
ve izâ |
: ve olduğu zaman |
7. |
kânû |
: oldular, idiler |
8. |
mea-hu |
: onunla birlikte, beraber |
9. |
alâ emrin |
: bir iş üzerine, bir iş için |
10. |
câmiın |
: toplu olarak, toplanmış olarak |
11. |
lem yezhebû |
: gitmezler |
12. |
hattâ |
: oluncaya kadar, olmadıkça |
13. |
yeste’zinû-hu |
: ondan izin isterler |
14. |
inne ellezîne |
: muhakkak o kimseler, onlar |
15. |
yeste’zinûne-ke |
: senden izin isterler |
16. |
ulâike |
: işte onlar |
17. |
ellezîne yu’minûne |
: îmân edenler |
18. |
billâhi (bi allâhi) |
: Allah’a |
19. |
ve resûli-hi |
: ve onun resûlüne |
20. |
fe |
: öyleyse |
21. |
izeste’zenû-ke (iza iste’zenû-ke) |
: senden izin istedikleri zaman |
22. |
li ba’dı |
: bazısı için |
23. |
şe’ni-him |
: onların işleri, halleri, durumları |
24. |
fe’zen (fe izen) |
: o zaman izin ver |
25. |
li men |
: o kimseye |
26. |
şi’te |
: sen diledin |
27. |
min-hum |
: onlardan |
28. |
vestagfir (ve istagfir) |
: ve mağfiret dile |
29. |
lehum |
: onlar için |
30. |
allâhe |
: Allah |
31. |
inne allâhe |
: muhakkak Allah |
32. |
gafûrun |
: gafurdur, mağfiret edendir |
33. |
rahîmun |
: rahîmdir, rahmet nuru gönderendir |
٦٣
لَا تَجْعَلُوا دُعَاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللّهُ الَّذينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنْكُمْ لِوَاذًا فَلْيَحْذَرِ الَّذينَ يُخَالِفُونَ عَنْ اَمْرِه اَنْ تُصيبَهُمْ فِتْنَةٌ اَوْ يُصيبَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ
(63) la tec’alu düaer rasuli beyneküm ke düai ba’diküm ba’da kad ya’lemüllahül lezine yetesellelune minküm livaza fel yahzerillezine yühalifune an emrihi en tüsiybe hüm fitnetün ev yüsiybehüm azabün elim
Çağırmayın resulü çağırdığınız da aranızda birbirinizi çağırır gibi kesinlikle Allah bilir içinizden (birini) siper ederek sıvışanları o kimseler ki, sakınsınlar (peygamberin) emrine muhalefet edenler isabet etmesinden onlara bir fitnenin yahut kendilerine gelmesinden elim bir azabın
(63) Deem not the summons of the Messenger among yourselves like the summons of one of you to another: Allah doth know those of you who slip away under shelter of some excuse: then let those beware who withstand the Messenger’s order, lest some trial befall them, Penalty be inflicted on them. or a grievous
1. |
lâ tec’alû |
: kılmayın, yapmayın |
2. |
duâe er resûli |
: resûlün çağırması |
3. |
beyne-kum |
: (sizin) aranızda |
4. |
ke |
: gibi, aynı, eşit |
5. |
duâi |
: çağırma |
6. |
ba’dı-kum ba’den |
: birbirinizi |
7. |
kad ya’lemu |
: biliyordu |
8. |
allâhu |
: Allah |
9. |
ellezîne |
: onlar |
10. |
yetesellelûne |
: gizlice çıkarlar |
11. |
min-kum |
: sizden |
12. |
livâzen |
: bir şeyi siper ederek (görünmemeye çalışarak) |
13. |
fel yahzeri (fe li yahzeri) |
: o zaman sakınsınlar, çekinsinler |
14. |
ellezîne yuhâlifûne |
: hilâfet edenler, karşı gelenler |
15. |
an emri-hi |
: onun emrinden |
16. |
en tusîbe-hum |
: onlara isabet etmesi |
17. |
fitnetun |
: bir fitne |
18. |
ev |
: veya |
19. |
yusîbe-hum |
: onlara isabet eder |
20. |
azâbun |
: bir azap |
21. |
elîmun |
: acı, elîm |
٦٤
اَلَا اِنَّ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ قَدْ يَعْلَمُ مَا اَنْتُمْ عَلَيْهِ وَيَوْمَ يُرْجَعُونَ اِلَيْهِ فَيُنَبِّءُهُمْ بِمَا عَمِلُوا وَاللّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمٌ
(64) e la inne lillahi ma fis semavati vel ard kad ya’lemü ma entüm aleyh ve yevme yürceune ileyhi fe yünebbiühüm bi ma amilu vallahü bi külli şey’in alim
Dikkat edin! ne varsa hepsi Allah’ındır göklerde ve yerde muhakkak bilir sizin hangi şey üzerinde olduğunuzu kendisine döndürülecekleri günde yaptıklarını onlara haber verecektir Allah her şeyi bilendir
(64) Be quite sure that to Allah doth belong whatever is in the heavens and on earth. Well doth He know what ye are intent upon: and one day they will be brought back to Him, and He will tell them the truth of what they did: for Allah doth know all things.
1. |
e lâ |
: değil mi |
2. |
inne |
: muhakkak |
3. |
li allâhi |
: Allah’a aittir |
4. |
mâ |
: şeyler |
5. |
fî es semâvâti |
: göklerdeki |
6. |
ve el ardı |
: ve yeryüzü, arz |
7. |
kad ya’lemu |
: biliyordu |
8. |
mâ |
: şeyi |
9. |
entum |
: siz |
10. |
aleyhi |
: üzerinde |
11. |
ve yevme |
: ve o gün |
12. |
yurceûne |
: döndürülecekler |
13. |
ileyhi |
: ona |
14. |
fe yunebbiu-hum |
: o zaman onlara haber verecek |
15. |
bi mâ amilû |
: yaptıkları şeyler |
16. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
17. |
bi kulli şey’in |
: herşeyi |
18. |
alîmun |
: en iyi bilen |
25-FURKAN
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
١
تَبَارَكَ الَّذى نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلى عَبْدِه لِيَكُونَ لِلْعَالَمينَ نَذيرًا
(1) tebarakellezi nezzelel fürkane ala abdihi li yekune lil alemine nezira
yüce ve mübarektir o, kuluna furkan’ı indirmiştir bütün alemlere bir uyarıcı olması için
(1) Blessed is He Who sent down the Criterion to His Servant, that it may be an admonition to all creatures
1. |
tebâreke |
: mübarek |
2. |
ellezî |
: ki o |
3. |
nezzele |
: indirdi |
4. |
furkâne |
: furkan |
5. |
alâ abdi-hi |
: kuluna |
6. |
li yekûne |
: olması için |
7. |
li el âlemîne |
: âlemlere |
8. |
nezîren |
: nezir, uyarıcı |
٢
اَلَّذى لَهُ مُلْكُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَريكٌ فِى الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَىْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْديرًا
(2) ellezi lehu mülküs semavati vel erdi ve lem yettehiz veledev ve lem yekül lehu şerikün fil mülki ve haleka külle şey’in fe kadderahu takdira
mülkü O’nundur gökyüzünün ve yeryüzünün O, çocuk edinmemiştir O’nun yoktur mülkünde bir ortak da her şeyi yaratmıştır sonra onları takdir ettiği ölçüde tayin etmiştir
(2) He to Whom belongs the dominion of the heavens and the earth: no son has He begotten, nor has He a partner in His dominion: it is He Who created all things, and ordered them in due proportions.
1. |
ellezî |
: ki o |
2. |
lehu |
: onun |
3. |
mulku |
: mülk, idare |
4. |
es semâvâti |
: semalar, gökler |
5. |
ve el ardı |
: ve yeryüzü |
6. |
ve lem yettehız |
: ve edinmedi |
7. |
veleden |
: çocuk |
8. |
ve lem yekûn |
: ve olmadı |
9. |
lehu |
: onun |
10. |
şerîkun |
: şerik, ortak |
11. |
fî el mulki |
: mülkte |
12. |
ve halaka |
: ve yarattı |
13. |
kulle şey’in |
: herşey |
14. |
fe |
: o zaman, sonra |
15. |
kaddera-hu |
: ona takdir etti |
16. |
takdîren |
: takdir ederek, kader tayin ederek |
Sayfa:359
٣
وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِه الِهَةً لَايَخْلُقُونَ شَيًْا وَهُمْ يُخْلَقُونَ وَلَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَلَا يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيوةً وَلَا نُشُورًا
(3) vettehazu min dunihi alihetel la yahlükune şey’ev ve hüm yuhlekune ve la yemlikune li enfüsihim darrav ve la nef’av ve la yemlikune mevtev ve la hayatev ve la nüşura
Ondan başka ilahlar edinenler onlar hiçbir şey yaratamazlar kendileri yaratılmıştır malik değillerdir onlar kendi nefislerine zarar ve fayda vermeye (onlar) malik değillerdir öldürmeye, hayat vermeye ve diriltmeye
(3) Yet have they taken, besides Him, gods that can, create nothing but are themselves created that have no control of hurt or good to themselves nor can they control Death nor Life nor Resurrection.
1. |
vettehazû (ve ittehazû) |
: ve edindiler |
2. |
min dûni-hi |
: ondan başka |
3. |
âliheten |
: ilâhlar |
4. |
lâ yahlukûne |
: yaratmaz, yaratamaz |
5. |
şey’en |
: bir şey |
6. |
ve hum |
: ve onlar |
7. |
yuhlekûne |
: yaratılırlar |
8. |
ve lâ yemlikûne |
: ve malik değiller |
9. |
li enfusi-him |
: kendileri için |
10. |
darran |
: zarar vermek |
11. |
ve lâ |
: ve değil, olmaz |
12. |
nef’an |
: fayda sağlamak, fayda vermek |
13. |
ve lâ yemlikûne |
: ve malik değiller |
14. |
mevten |
: öldürmek |
15. |
ve lâ hayâten |
: ve hayat veremez |
16. |
ve lâ nuşûren |
: ve yeniden diriltemez |
٤
وَقَالَ الَّذينَ كَفَرُوا اِنْ هذَا اِلَّا اِفْكٌ افْتَريهُ وَاَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ اخَرُونَ فَقَدْ جَاؤُ ظُلْمًا وَزُورًا
(4) ve kalellezine keferu in haza illa ifkünifterahü ve eanehu aleyhi kavmün aharune fe kad cau zulmev vezura
kâfir olanlar dedi ancak bu onun uydurduğu bir iftiradır ve ona başka kavimler yardım etti kesinlikle zulüm ve yalan (meydana) getirdiler
(4) But the Misbelievers say: Naught is this but a lie which he has forged, and others have helped him at it. In truth it is they who have put forward an iniquity and a falsehood.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
ellezîne keferû |
: inkâr edenler, kâfirler |
3. |
in |
: eğer |
4. |
hâzâ |
: bu |
5. |
illâ |
: ancak, sadece |
6. |
ifkun |
: uydurma, yalan |
7. |
ifterâ-hu |
: onu uydurdu |
8. |
ve eâne-hu |
: ve ona yardım etti |
9. |
aleyhi |
: ona, onun üzerine |
10. |
kavmun |
: kavim |
11. |
âharûne |
: başkaları, diğerleri |
12. |
fe |
: o zaman, böylece |
13. |
kad câû |
: gelmişlerdi, gelmiş oldular |
14. |
zulmen |
: zulümle |
15. |
ve zûran |
: ve bâtıl olarak, bâtılla |
٥
وَقَالُوا اَسَاطيرُ الْاَوَّلينَ اكْتَتَبَهَا فَهِىَ تُمْلى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَاَصيلًا
(5) ve kalu esatiyrul evveline ktetebeha fe hiye tümla aleyhi bükratev ve esiyla
Dediler (bu) evvelkilerden nakledilen şeylerdir onları yazdırmışta böylece o, kendisine okunuyor sabah akşam
(5) And they say: Tales of the ancients, which he has caused to be written: and they are dictated before him morning and evening.
1. |
ve kâlû |
: ve dediler |
2. |
esâtîru |
: masallar, efsaneler |
3. |
el evvelîne |
: evvelkiler |
4. |
iktetebe-hâ |
: onu yazdırdı |
5. |
fe |
: böylece |
6. |
hiye |
: o |
7. |
tumlâ |
: imlâ ettirilen, okunan |
8. |
aleyhi |
: ona |
9. |
bukreten |
: sabah |
10. |
ve asîlen |
: ve akşam |
٦
قُلْ اَنْزَلَهُ الَّذى يَعْلَمُ السِّرَّ فِى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ اِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَحيمًا
(6) kul enzelehüllezi ya’lemüs sirra fis semavati vel ard innehu kane ğafurar rahiyma
de! onu sırları bilen indirdi semadaki ve arzda ki şüphesiz o, bağışlayan merhamet sahibidir
(6) Say: The (Quran) was sent down by Him Who knows the Mystery (that is) in the heavens and the earth: verily He is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
kul |
: de |
2. |
enzele-hu |
: onu indirdi |
3. |
ellezî |
: ki o |
4. |
ya’lemu |
: bilir |
5. |
es sırre |
: sır, gizli |
6. |
fî es semâvâti |
: göklerde |
7. |
ve el ardı |
: ve yeryüzü |
8. |
inne-hu |
: çünkü o, muhakkak o |
9. |
kâne |
: oldu |
10. |
gafûran |
: gafur olan, mağfiret eden |
11. |
rahîmen |
: rahîm olan, |
٧
وَقَالُوا مَالِ هذَا الرَّسُولِ يَاْكُلُ الطَّعَامَ وَيَمْشى فِى الْاَسْوَاقِ لَوْلَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذيرًا
(7) ve kalu mali hazer rasuli ye’külüt taame ve yemşi fil esvak lev la ünzile ileyhi melekün fe yekune meahu nezira
dediler bu resule ne oluyor! yemek yiyor çarşılarda geziyor ona bir melek indirilse de onunla beraber uyarıcı olsa ya!
(7) And they say: “What sort of a messenger is this, who eats food, and walks through the streets? Why has not an angel been sent down to him to give admonition with him?
1. |
ve kâlû |
: ve dediler |
2. |
mâ li |
: niçin, nasıl |
3. |
hâzâ |
: bu |
4. |
er resûli |
: resûl |
5. |
ye’kuli |
: yiyor |
6. |
et taâme |
: yemek |
7. |
ve yemşî |
: ve yürür |
8. |
fî el esvâkı |
: çarşılarda |
9. |
lev lâ |
: olmaz mıydı |
10. |
unzile |
: indirildi |
11. |
ileyhi |
: ona |
12. |
melekun |
: bir melek |
13. |
fe |
: o zaman, böylece |
14. |
yekûne |
: olur |
15. |
mea-hu |
: onunla beraber |
16. |
nezîren |
: uyarıcı, nezir |
٨
اَوْ يُلْقى اِلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ تَكُونُ لَهُ جَنَّةٌ يَاْكُلُ مِنْهَا وَقَالَ الظَّالِمُونَ اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا
(8) ev yülka ileyhi kenzün ev tekunü lehu cennetüy ye’külü minha ve kalez zalimune in tettebiune illa racülem meshura
Yahut ona bir hazine bırakılsa yahut onun bir cenneti olsa da meyvelerinden yese ve zalimler dedi: ancak tâbi olursunuz büyülenmiş bir adama
(8) “Or (why) has not a treasure been bestowed on him, or why has he (not) a garden for enjoyment?” The wicked say: “Ye follow none other than a man bewitched.”
1. |
ev |
: veya |
2. |
yulkâ |
: atar, verir |
3. |
ileyhi |
: ona |
4. |
kenzun |
: bir hazine |
5. |
ev |
: veya |
6. |
tekûnu |
: olur |
7. |
lehu |
: onun |
8. |
cennetun |
: cennet, ağaçlı bahçe |
9. |
ye’kulu |
: yer |
10. |
min-hâ |
: ondan |
11. |
ve kâle |
: ve dedi |
12. |
ez zâlimûne |
: zalimler, zulmedenler |
13. |
in tettebiûne |
: tâbî oluyorsunuz |
14. |
illâ |
: ancak, sadece |
15. |
raculen |
: adam |
16. |
meshûren |
: sihir yapılmış, büyülenmiş |
٩
اُنْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْاَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَطيعُونَ سَبيلًا
(9) ünzur keyfe darabu lekel emsale fe dallu fe la yestetiy’une sebila
Bak! nasıl getirdiler senin hakkında temsiller böylece saptılar artık yol bulmaya da güçleri yetmedi
(9) See what kinds of comparisons they make for thee! But they have gone astray, and never a way will they be able to find!
1. |
unzur |
: bak |
2. |
keyfe |
: nasıl |
3. |
darabû |
: (örnekler) verdi |
4. |
leke |
: sana |
5. |
el emsâle |
: misaller, örnekler |
6. |
fe |
: artık, böylece |
7. |
dallû |
: saptılar |
8. |
fe |
: artık, böylece |
9. |
lâ yestetîûne |
: muktedir olamazlar, güçleri yetmez |
10. |
sebîlen |
: sebîl, yol |
١٠
تَبَارَكَ الَّذى اِنْ شَاءَ جَعَلَ لَكَ خَيْرًا مِنْ ذلِكَ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَيَجْعَلْ لَكَ قُصُورًا
(10) tebarakellezi in şae ceale leke hayram min zalike cennatin tecri min tahtihel enharu ve yec’al leke kusura
o mübarektir ki, dilerse sana bundan daha hayırlısını getirir cennetler altından nehirler akan ve sana saraylar, köşkler yapar
(10) Blessed is He Who, if that were His Will, could give thee better (things) than those, Gardens beneath which rivers flow and He could give thee Palaces (secure to dwell in).
1. |
tebâreke |
: mübarektir |
2. |
ellezî |
: ki o |
3. |
in |
: eğer |
4. |
şâe |
: diledi |
5. |
ceale |
: kıldı, yaptı |
6. |
leke |
: senin için, sana |
7. |
hayren |
: daha hayırlı |
8. |
min zâlike |
: bundan |
9. |
cennâtin |
: cennetler, ağaçlı bahçeler |
10. |
tecrî |
: akar |
11. |
min tahti-hâ |
: onun altından |
12. |
el enhâru |
: nehirler |
13. |
ve yec’al |
: ve kılar, yapar |
14. |
leke |
: senin için, sana |
15. |
kusûren |
: köşkler, saraylar |
١١
بَلْ كَذَّبُوا بِالسَّاعَةِ وَاَعْتَدْنَا لِمَنْ كَذَّبَ بِالسَّاعَةِ سَعيرًا
(11) bel kezzebu bis saati ve a’tedna li men kezzebe bis saati seiyra
Hayır! onlar yalanladılar kıyamet saatini yalanlayan kimselere hazırladık kıyamet saatini çılgın bir ateşle
(11) Nay, they deny the Hour (of the Judgment to come): but We have prepared the Hour: a Blazing Fire for such as deny
1. |
bel |
: hayır |
2. |
kezzebû |
: uydurdular, yalanladılar |
3. |
bi es sâati |
: o saati, kıyâmeti |
4. |
ve a’tednâ |
: ve hazırladık |
5. |
li |
: için, …e |
6. |
men kezzebe |
: tekzip eden kimseler, yalanlayanlar |
7. |
bi es sâati |
: o saati, kıyâmeti |
8. |
saîren |
: alevli ateş, cehennem |
Sayfa:360
١٢
اِذَا رَاَتْهُمْ مِنْ مَكَانٍ بَعيدٍ سَمِعُوا لَهَا تَغَيُّظًا وَزَفيرًا
(12) iza raethüm mim mekanim beiydin semiu leha teğayyuzav ve zefira
Onları gördüğün zaman uzak mekandan onlar bu ateşin öfkesini ve uğultusunu işitirler
(12) When it sees them from a place far off, they will hear its fury and its raging sigh.
1. |
izâ |
: olduğu zaman |
2. |
raet-hum |
: onları gördü |
3. |
min mekânin |
: bir mekândan, bir yerden |
4. |
baîdin |
: uzak |
5. |
semiû |
: işittiler |
6. |
lehâ |
: onu, onun |
7. |
tegayyuzan |
: öfkeli (olan) |
8. |
ve zefîran |
: ve uğultulu (olan) |
١٣
وَاِذَا اُلْقُوا مِنْهَا مَكَانًا ضَيِّقًا مُقَرَّنينَ دَعَوْا هُنَالِكَ ثُبُورًا
(13) ve iza ülku minha mekanen dayyikam mükarranine deav hünalike sübura
Atıldıkları zaman onun dar bir yerine elleri bağlanmış olarak orada helak (diye) çağırırlar
(13) And when they are cast, into a constricted place therein, bound together, they will plead for destruction there and then!
1. |
ve izâ |
: ve olduğu zaman |
2. |
ulkû |
: atıldılar |
3. |
min-hâ |
: ondan, oradan |
4. |
mekânen |
: bir mekân, bir yer |
5. |
dayyıkan |
: dar, sıkışık |
6. |
mukarrenîne |
: yakınlaştırılmış, (birbirine) bağlanmış olanlar |
7. |
deav |
: davet ettiler, çağırdılar (istediler) |
8. |
hunâlike |
: orada |
9. |
subûran |
: helâk olmak, yok olmak |
١٤
لَاتَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُورًا وَاحِدًا وَادْعُوا ثُبُورًا كَثيرًا
(14) la ted’ul yevme süburav vahidev ved’u süburan kesira
Bugün bir kere yok olmayı istemeyin bir çok defa yok olmayı isteyin
(14) “This day plead not for a single destruction: plead for destruction oft-repeated!”
1. |
lâ ted’û |
: davet etmeyin, çağırmayın (istemeyin) |
2. |
el yevme |
: bugün (o gün) |
3. |
subûran |
: helâk olmak, yok olmak |
4. |
vâhıden |
: bir, bir defa |
5. |
ved’û (ve ud’û) |
: ve davet edin, çağırın (isteyin) |
6. |
subûran |
: helâk olmak, yok olmak |
7. |
kesîren |
: çok, defalarca |
١٥
قُلْ اَذلِكَ خَيْرٌ اَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّتى وُعِدَ الْمُتَّقُونَ كَانَتْ لَهُمْ جَزَاءً وَمَصيرًا
(15) kul e zalike hayrun em cennetül huldil leti vüidel müttekun kanet lehüm cezaev ve mesiyra
De ki: bu mu hayırlıdır? yoksa ebedilik cenneti mi? muttaki olanlara o vaat edilen mükafat olarak onların olacak ve dönüş yerleri
(15) Say: Is that best, or the eternal Garden, promised to the righteous? For them, that is a reward as well as a goal (of attainment).
1. |
kul |
: de |
2. |
e zâlike |
: bu mu |
3. |
hayrun |
: daha hayırlı |
4. |
em |
: yoksa |
5. |
cennetu |
: cennet |
6. |
el huldilletî (huldi elletî ) |
: halidin olan, ebedî olan ki o |
7. |
vuide |
: vaadedilen |
8. |
el muttekûne |
: takva sahipleri |
9. |
kânet |
: oldu, …dır |
10. |
lehum |
: onlar için, onlara |
11. |
cezâen |
: ceza, karşılık, mükâfat |
12. |
ve masîren |
: ve dönüş yeri |
١٦
لَهُمْ فيهَا مَا يَشَاؤُنَ خَالِدينَ كَانَ عَلى رَبِّكَ وَعْدًا مَسْؤُلًا
(16) lehüm fiha ma yeşaune halidin kane ala rabbike va’dem mes’ula
Onlar için orada istedikleri şeyler ebedi olarak (vardır) Rabbinin üzerinde bir vaattir yerine getirilmesi istenen
(16) For them there will be therein all that they wish for: they will dwell (there) for aye: prayed for from thy Lord. a promise to be
1. |
lehum |
: onlar için |
2. |
fî-hâ |
: orada |
3. |
mâ |
: şeyler |
4. |
yeşâûne |
: dilediler |
5. |
hâlidîne |
: ebedî |
6. |
kâne |
: olan |
7. |
alâ |
: üzerine |
8. |
rabbi-ke |
: senin Rabbin |
9. |
va’den |
: bir vaad |
10. |
mes’ûlen |
: istenen |
١٧
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ فَيَقُولُ ءَاَنْتُمْ اَضْلَلْتُمْ عِبَادى هؤُلَاءِ اَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبيلَ
(17) ve yemve yahşüruhüm ve ma ya’büdune min dunillahi fe yekulü e entüm adleltüm ibadi haülai em hüm dallüs sebil
Kıyamet günü onları bir araya toplayıp Allah’tan başka taptıkları şeylerle (onlara) diyecek siz mi saptırdınız? bu kullarımı yoksa onlar mı yollarını şaşırdılar?
(17) The Day He will gather them together as well as those whom they worship besides Allah, He will ask: Was it ye who led these My servants astray, or did they stray from the Path themselves?
1. |
ve yevme |
: ve o gün |
2. |
yahşuru-hum |
: onları haşredecek, toplayacak |
3. |
ve mâ |
: ve şeyler |
4. |
ya’budûne |
: tapıyorlar |
5. |
min dûnillâhi (dûni allâhi) |
: Allah’tan başka |
6. |
fe |
: böylece, sonra |
7. |
yekûlu |
: diyecek |
8. |
e entum |
: siz mi |
9. |
adleltum |
: saptırdınız, dalâlete düşürdünüz |
10. |
ibâdî |
: kullarım |
11. |
hâulâi |
: bunlar |
12. |
em |
: veya, yoksa |
13. |
hum |
: onlar |
14. |
dallû |
: saptılar, dalâlete düştüler |
15. |
es sebîle |
: sebîl, yol |
١٨
قَالُوا سُبْحَانَكَ مَا كَانَ يَنْبَغى لَنَا اَنْ نَتَّخِذَ مِنْ دُونِكَ مِنْ اَوْلِيَاءَ وَلكِنْ مَتَّعْتَهُمْ وَابَاءَهُمْ حَتّى نَسُواالذِّكْرَ وَكَانُوا قَوْمًا بُورًا
(18) kalu sübhaneke ma kane yembeğiy lena en nettehize min dunike min evliyae ve lakim metta’tehüm ve abaehüm hatta nesüz zikr ve kanu kavmen bura
(putlar) Derler: Biz seni tenzih ederiz yaraşmazdı bize senden başka veliler edinmek lâkin sen onları varlığa daldırdın ve babalarını hatta (seni) hatırlamayı unuttular ve helake giden bir kavim oldular
(18) They will say: Glory to Thee! Not meet was it for us that we should take for protectors others besides Thee: but Thou didst bestow, on them and their fathers, good things (in life), until they forgot the Message: for they were a people (worthless and) loss.
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
subhâne-ke |
: sen sübhansın, münezzehsin |
3. |
mâ kâne |
: olmadı, olmaz |
4. |
yenbegî |
: yakışmaz, uygun olmaz |
5. |
lenâ |
: bize |
6. |
en nettehıze |
: edinmemiz |
7. |
min dûni-ke |
: senden başka |
8. |
min evliyâe |
: dostlar |
9. |
ve lâkin |
: ve lâkin, fakat |
10. |
metta’te-hum |
: onları metalandırdın, yararlandırdın |
11. |
ve âbâe-hum |
: ve onların babaları |
12. |
hattâ |
: oluncaya kadar, öyle ki |
13. |
nesû |
: unuttular |
14. |
ez zikra |
: zikir |
15. |
ve kânû |
: ve oldular |
16. |
kavmen |
: bir kavim |
17. |
bûren |
: helâk olan |
١٩
فَقَدْ كَذَّبُوكُمْ بِمَا تَقُولُونَ فَمَا تَسْتَطيعُونَ صَرْفًا وَلَا نَصْرًا وَمَنْ يَظْلِمْ مِنْكُمْ نُذِقْهُ عَذَابًا كَبيرًا
(19) fe kad kezzebuküm bima tekulune fe ma testetiy’une sarfev ve la nasra ve mey yazlim minküm nüzikhü azaben kebira
muhakkak sizi yalancı çıkardılar söylediğiniz sözden dolayı artık sizden azabı savmaya ve yardım etmeye güçleri yetmez sizden kim zulüm yaparsa ona büyük bir azap tattıracağız
(19) (Allah will say): Now have they proved you liars in what ye say: so ye cannot avert (your penalty) nor (get) help. And whoever among you does wrong, Him shall We cause to taste of a grievous Penalty.
1. |
fe kad |
: ve böylece oldu, olmuştu |
2. |
kezzebû-kum |
: sizi yalanladılar |
3. |
bimâ |
: den dolayı |
4. |
tekûlûne |
: söylüyorsunuz |
5. |
fe |
: artık |
6. |
mâ testetîûne |
: gücünüz yetmez, muktedir olamazsınız |
7. |
sarfan |
: uzaklaştırmak |
8. |
ve lâ nasran |
: ve yardım olmaz |
9. |
ve men |
: ve kim |
10. |
yazlım |
: zulmeder |
11. |
min-kum |
: sizden |
12. |
nuzık-hu |
: ona tattırırız |
13. |
azâben |
: bir azap |
14. |
kebîren |
: büyük |
٢٠
وَمَا اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلينَ اِلَّا اِنَّهُمْ لَيَاْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِى الْاَسْوَاقِ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً اَتَصْبِرُونَ وَكَانَ رَبُّكَ بَصيرًا
(20) ve ma erselna kableke minel murseline illa innehüm le ye’külunet taame ve yemşune fil esvak ve cealna ba’daküm li ba’din fitneh e tasbirun ve kane rabbüke besiyra
Biz göndermedik sizden öncede peygamberleri (başka bir şekilde) kesinlikle onlar yemek yiyorlar ve çarşılarda geziyorlardı sizin bazınızı yaptık bazınıza fitne sabredebilecek misiniz? senin Rabbin görendir
(20) And the messengers whom We sent before thee were all (men) who ate food and walked through the streets: we have made some of you as a trial for others: will ye have patience? For Allah is One Who sees (all things).
1. |
ve mâ erselnâ |
: ve göndermedik |
2. |
kable-ke |
: senden önce |
3. |
min el murselîne |
: resûllerden |
4. |
illâ |
: ancak, den başka |
5. |
inne-hum |
: muhakkak onlar |
6. |
le ye’kulûne |
: mutlaka, gerçekten yerler |
7. |
et taâme |
: yemek |
8. |
ve yemşûne |
: ve yürürler |
9. |
fî el esvâkı |
: çarşılarda |
10. |
ve cealnâ |
: ve kıldık, yaptık |
11. |
ba’da-kum |
: sizden bir kısmını |
12. |
li ba’dın |
: bir kısmına |
13. |
fitneten |
: bir fitne, bir imtihan |
14. |
e tasbirûne |
: sabredecek misiniz |
15. |
ve kâne |
: ve oldu, …dır |
16. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
17. |
basîren |
: en iyi gören |