012. Cuz
RevelationCuzPageSurah
52 12221Hud(11)
٦
وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فى كِتَابٍ مُبينٍ
(6) ve ma min dabbetin fil erdi illa alellahi rizkuha ve ya’lemü müstekarraha ve müstevdeaha küllün fi kitabim mübin
yeryüzünde canlı bir mahluk yok ki onun rızkı Allah’a ait olmasın onların bekledikleri yeri de bilir ve onların emanet edildikleri yeri de hepsi açık bir kitaptadır
(6) There is no moving creature on earth but its sustenance dependeth on Allah: he knoweth the time and place of its definite abode and its temporary deposit: all is in a clear record.
1. |
ve mâ |
: ve yoktur |
2. |
min dâbbetin |
: yürüyen bir canlıdan, bir hayvan dan |
3. |
fi el ardı |
: yeryüzünde |
4. |
illâ |
: ancak, yalnız, dışında |
5. |
alâ allâhi |
: Allah’a ait |
6. |
rızku-hâ |
: onun rızkı |
7. |
ve ya’lemu |
: ve bilir |
8. |
mustekarre-hâ |
: onun karar kıldığı (kaldığı) yer |
9. |
ve mustevdea-hâ |
: ve onun emanet (geçici) durduğu yer |
10. |
kullun |
: tümü, hepsi |
11. |
fî kitâbin |
: bir kitaptadır |
12. |
mubînin |
: apaçık |
٧
وَهُوَ الَّذى خَلَقَ السَّموَاتِ وَالْاَرْضَ فى سِتَّةِ اَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَلَءِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذينَ كَفَرُوا اِنْ هذَا اِلَّا سِحْرٌ مُبينٌ
(7) ve hüvellezi halekas semavati vel erda fi sitteti eyyamiv ve kane arşühu alel mai li yeblüveküm eyyüküm ahsenü amela ve le in kulte inneküm meb’usune mim ba’dil mevti le yekulennellezine keferu in haza illa sihrum mübin
O, yaratandır semaları ve arzı altı günde ve arş suyun üstünde idi sizi imtihan ederiz hanginizin ameli daha güzel diye eğer muhakkak siz derseniz öldükten sonra dirileceksiniz küfredenler mutlaka derler bu ancak açık bir sihirdir
(7) He it is who created the heavens and the earth in six days and his throne was over the waters that he might try you, which of you is best in conduct. But if thou wert to say to them, ye shall indeed be raised up after death, the Unbelievers would be sure to say, this is nothing but obvious sorcery
1. |
ve huve ellezî |
: ve odur ki |
2. |
halaka es semâvâti |
: semaları yarattı |
3. |
ve el arda |
: ve yeryüzü |
4. |
fî sitteti eyyâmin |
: altı gün (için)de |
5. |
ve kâne |
: ve idi |
6. |
arşu-hu |
: onun arşı |
7. |
alâ el mâi |
: su üzerinde |
8. |
li yebluve-kum |
: sizi imtihan etmek için |
9. |
eyyu-kum |
: sizin hanginiz |
10. |
ahsenu |
: en güzel, ahsen |
11. |
amelen |
: amel olarak, amel |
12. |
ve le in |
: ve muhakkak ki eğer |
13. |
kulte |
: sen dedin |
14. |
inne-kum |
: muhakkak siz |
15. |
meb’ûsûne |
: diriltileceksiniz |
16. |
min ba’di el mevti |
: ölümden sonra |
17. |
le yekûlenne |
: muhakkak ki derler |
18. |
ellezîne keferû |
: inkâr eden kimseler |
19. |
in hâzâ |
: muhakkak bu |
20. |
illâ |
: ancak, yalnız |
21. |
sihrun |
: bir sihir, bir aldatma |
22. |
mubînun |
: apaçık |
٨
وَلَءِنْ اَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِلى اُمَّةٍ مَعْدُودَةٍ لَيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُ اَلَا يَوْمَ يَاْتيهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفًا عَنْهُمْ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه يَسْتَهْزِؤُنَ
(8) ve le in ehharna anhümül azabe ila ümmetim ma’dudetil le yekulünne ma yahbisüh ela yevme ye’ti him leyse masrufen anhüm ve haka bihim ma kanu bihi yestehziun
eğer kendilerinden geciktirsek belirli bir zamana kadar azabı mutlaka derler bunu tutan nedir dikkat edin! geldiği gün kendilerinden döndürülecek değildir (azap) onların kendilerini saracaktır ve o alay ettikleri şey
(8) If we delay the penalty for them for a definite term, they are sure to say, what keeps it back? ah on the day it (actually) reaches them, nothing will turn it away from them, and they will be completely encircled by that which they used to mock at!
1. |
ve le in |
: ve eğer, gerçekten |
2. |
ahharnâ |
: biz erteledik, tehir ettik |
3. |
an-hum el azâbe |
: onlardan azabı |
4. |
ilâ ummetin |
: bir ümmete (bir topluma) |
5. |
ma’dûdetin |
: sayılı (bir zaman), belli bir müddet |
6. |
le yekûlunne |
: muhakkak derler ki |
7. |
mâ |
: nedir |
8. |
yahbisu-hu |
: onu (hapseden), tutan, men eden |
9. |
e lâ |
: değil mi |
10. |
yevme ye’tî-him |
: onlara geldiği gün |
11. |
leyse |
: değil |
12. |
masrûfen |
: çevrilecek, uzaklaştırılacak |
13. |
an-hum |
: onlardan |
14. |
ve hâka |
: ve kuşattı |
15. |
bi-him |
: onları |
16. |
mâ kânû |
: oldukları şey |
17. |
bi-hî |
: onunla |
18. |
yestehziûne |
: alay ediyorlar |
٩
وَلَءِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ اِنَّهُ لَيَؤُسٌ كَفُورٌ
(9) ve lein ezaknel insane minna rahmeten sümme neza’naha minh innehu leyeusün kefur
eğer tattırsak insana tarafımızdan bir rahmet sonra onu ondan çekip alsak şüphesiz o (yese düşer) nankörlerden olur
(9) If we give man a taste of mercy from ourselves, and then withdraw it from him, behold he is in despair and (falls into) blasphemy.
1. |
ve le |
: ve elbette |
2. |
in |
: eğer |
3. |
ezaknâ el insâne |
: insana tattırdık |
4. |
min-nâ |
: bizden |
5. |
rahmeten |
: bir rahmet |
6. |
summe |
: sonra |
7. |
neza’nâ-hâ |
: onu biz çekip aldık |
8. |
min-hu |
: ondan |
9. |
inne-hu |
: muhakkak ki o |
10. |
le yeûsun |
: mutlaka (tamamen) ümitsiz olur |
11. |
kefûrun |
: nankör olur |
١٠
وَلَءِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَاءَ بَعْدَ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيَِّاتُ عَنّى اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ
(10) ve lein ezaknahü na’mae ba’de darrae messethü le yekulenne zehebes seyyiatü anni innehu le ferihun fe hur
eğer ona tattırsak bir nimet bir zarar dokunduktan sonra mutlaka der benden kötülükler gitti mutlaka o, sevinir, övünür
(10) But if we give him a taste of (our) favours after adversity hath touched him, he is sure to say, all evil has departed from me: behold he falls into exultation and pride.
1. |
ve le in |
: ve muhakkak ki |
2. |
ezaknâ-hu |
: ona tattırırsak |
3. |
na’mâe |
: bir ni’met |
4. |
ba’de |
: sonra |
5. |
darrâe |
: sıkıntı |
6. |
messet-hu |
: onu dokundurduğumuz |
7. |
le yekûlenne |
: muhakkak derler ki |
8. |
zehebe es seyyiâtu |
: kötülükler gitti |
9. |
an-nî |
: benden |
10. |
inne-hu |
: muhakkak o |
11. |
le ferihun |
: şımarıktır |
12. |
fahûrun |
: çok övünen (kendini çok metheden) böbürlenen |
١١
اِلَّا الَّذينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُولءِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَبيرٌ
(11) illellezine saberu ve amilus salihat ülaike lehüm mağfiratüv ve ecrun kebir
ancak sabredenler ve salih amel işleyenler (müstesna) işte onlar için mağfiret ve büyük bir ecir (vardır)
(11) Not so those who show patience and constancy, and work righteousness for them is forgiveness (of sins) and a great reward.
1. |
illâ ellezîne |
: ancak o kimseler (onlar hariç) |
2. |
saberû |
: sabredenler |
3. |
ve amilû es sâlihâti |
: ve ıslâh edici ameller yapanlar |
4. |
ûlâike |
: işte onlar |
5. |
lehum |
: onlarındır, onlar için vardır |
6. |
magfiretun |
: mağfiret (günahların sevaba çevrilmesi) |
7. |
ve ecrun |
: ve ecir, bedel |
8. |
kebîrun |
: büyük |
١٢
فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحى اِلَيْكَ وَضَاءِقٌ بِه صَدْرُكَ اَنْ يَقُولُوا لَوْلَا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ جَاءَ مَعَهُ مَلَكٌ اِنَّمَا اَنْتَ نَذيرٌ وَاللّهُ عَلى كُلِّ شَىْءٍ وَكيلٌ
(12) fe lealleke tarikum ba’da ma yuha ileyke ve daikum bihi sadruke ey yekulu lev la ünzile aleyhi kenzün ev cae meahu melek innema ente nezir vallahü ala külli şey’iv vekil
belki de sen terk edecektin sana vahy olunanın bir kısmını daralarak ondan dolayı göğsün dediler ki velev sana bir hazine indirilse ya yahut onunla bir melek gelse ya ancak sen bir uyarıcısın Allah ise her şeye vekildir
(12) Perchance thou mayest (feel the inclination) to give up a part of what is revealed unto thee, and thy heart feeleth straitened lest they say, why is not a treasure sent down unto him, or why does not an angel come down with him? but thou art there only to warn it is Allah that arrangeth all affairs!
1. |
fe lealle-ke |
: ve belki sen |
2. |
târikun |
: terkeden, bırakan |
3. |
ba’da |
: bir kısmı |
4. |
mâ yûhâ |
: vahyolunan şey |
5. |
ileyke |
: sana |
6. |
ve dâikun |
: ve daralır |
7. |
bi-hî |
: onunla |
8. |
sadru-ke |
: senin göğsün |
9. |
en yekûlû |
: demeleri |
10. |
lev |
: olsa |
11. |
lâ |
: olmaz |
12. |
lev lâ |
: olsa olmaz mı |
13. |
unzile |
: indirildi |
14. |
aleyhi |
: ona |
15. |
kenzun |
: bir hazine |
16. |
ev |
: veya |
17. |
câe |
: geldi |
18. |
mea-hu |
: onunla birlikte |
19. |
melekun |
: bir melek |
20. |
innemâ |
: ancak, sadece, yalnız |
21. |
ente |
: sen |
22. |
nezîrun |
: uyarıcısın |
23. |
vallâhu |
: ve Allah |
24. |
alâ kulli şey’in |
: herşeye |
25. |
vekîlun |
: vekildir |
Sayfa:222
١٣
اَمْ يَقُولُونَ افْتَريهُ قُلْ فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ
(13) em yekulunefterah kul fe’tu bi aşri süverim mislihi müfterayativ ved’u menisteta’tüm min dunillahi in küntüm sadikın
yoksa onu kendi uydurdu mu diyorlar de ki haydi on tane sure getirin onun misli gibi uydurma olarak gücünüzün yettiklerini de çağırın Allah’tan başka eğer doğru söylüyorsanız
(13) Or they may say, he forged it. Say, bring ye then ten Surahs forged, like unto it, and call (to your aid) whomsoever ye can, other than Allah if ye speak the truth!
1. |
em |
: yoksa, veya, mı |
2. |
yekûlûne ifterâ-hu |
: onu uydurdu diyorlar |
3. |
kul |
: de |
4. |
fe’tû |
: öyleyse getirin |
5. |
bi aşri |
: on tane |
6. |
suverin |
: sure |
7. |
misli-hî |
: onun gibi |
8. |
muftereyâtin |
: uydurulmuş olanlar |
9. |
ved’û |
: ve çağırın, davet edin |
10. |
men isteta’tum |
: gücünüzün yettiği kimseyi (kimseleri) |
11. |
min dûni allâhi |
: Allah’tan başka |
12. |
in |
: eğer |
13. |
kuntum |
: siz iseniz |
14. |
sâdikîne |
: sadıklar, doğru söyleyenler |
١٤
فَاِلَّمْ يَسْتَجيبُوا لَكُمْ فَاعْلَمُوا اَنَّمَا اُنْزِلَ بِعِلْمِ اللّهِ وَاَنْ لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ فَهَلْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
(14) fe illem yestecibu leküm fa’lemu ennema ünzile bi ilmillahi ve el la ilahe illa hu fe hel entüm müslimun
eğer size icabet etmezlerse artık bilin ki kur’an Allah’ın ilmi ile indirilmiştir ondan başka ilah yoktur artık sizler müslüman olmuyor musunuz
(14) If then they (your false gods) answer not your (call), know ye that this revelation is sent down (replete) with the knowledge of Allah, and that there is no god but he will ye even then submit (to Islam)?
1. |
fe |
: o zaman, artık |
2. |
illem (in lem) yestecîbû |
: eğer icabet etmezlerse, edemezlerse |
3. |
lekum |
: size (sizin davetinize) |
4. |
fa’lemû |
: o zaman bilin ki |
5. |
ennemâ |
: ancak, ….. olduğunu |
6. |
unzile |
: indirildi |
7. |
bi ilmi allâhi |
: Allah’ın ilmiyle |
8. |
ve en lâ |
: ve (yoktur) olmadığı |
9. |
ilâhe illâ huve |
: O’ndan başka ilâh |
10. |
fe hel |
: artık, öyleyse, mı |
11. |
entum |
: siz |
12. |
muslimûne |
: müslümanlar, teslim olanlar |
١٥
مَنْ كَانَ يُريدُ الْحَيوةَ الدُّنْيَا وَزينَتَهَا نُوَفِّ اِلَيْهِمْ اَعْمَالَهُمْ فيهَا وَهُمْ فيهَا لَا يُبْخَسُونَ
(15) men kane yüridül hayated dünya ve zineteha nüveffi ileyhim a’malehüm fiha ve hüm fiha la yübhasun
kim isterse dünya hayatını ve ziynetini kendilerine ödenir amellerinin (karşılığı) burada ve onlara orada cimrilik yapılmaz
(15) Those who desire the life of the present and its glitter, to them we shall pay (the price of) their deeds therein, without diminution.
1. |
men |
: kim |
2. |
kâne |
: idi |
3. |
yurîdu |
: ister |
4. |
el hayâte ed dunyâ |
: dünya hayatı |
5. |
ve zînete-hâ |
: ve onun süsünü, ziynetini |
6. |
nuveffi |
: tamamen öderiz (vefa ederiz), veririz |
7. |
ileyhim |
: onlara |
8. |
a’mâle-hum |
: onların amellerini, yaptıklarını |
9. |
fî-hâ |
: orada |
10. |
ve hum |
: ve onlar, onlara |
11. |
fî-hâ |
: orada |
12. |
lâ yubhasûne |
: eksiltilmez |
١٦
اُولءِكَ الَّذينَ لَيْسَ لَهُمْ فِى الْاخِرَةِ اِلَّا النَّارُ وَحَبِطَ مَا صَنَعُوا فيهَا وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(16) ülaikellezine leyse lehüm fil ahirati illen naru ve habita ma saneu fiha ve batilüm ma kanu ya’melun
işte bu kimselere ahirette bir şey yoktur ancak ateş vardır burada yaptıkları şeyler hiç olmuş batıl olarak işledikleri şeylerde (boşa gitmiştir)
(16) They are those for whom there is nothing in the Hereafter but the fire: vain are the designs they frame therein, and of no effect are the deeds that they do!
1. |
ulâike |
: işte onlar |
2. |
ellezîne |
: o kimseler |
3. |
leyse |
: yoktur, değildir |
4. |
lehum |
: onlar için |
5. |
fi el âhireti |
: ahirette |
6. |
illâ en nâru |
: ateşten başka |
7. |
ve habita |
: ve boşa gitti, heba oldu |
8. |
mâ sanaû |
: yaptıkları şeyler |
9. |
fî-hâ |
: orada |
10. |
ve bâtılun |
: ve geçersizdir, bâtıldır |
11. |
mâ kânû |
: oldukları şeyler |
12. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
١٧
اَفَمَنْ كَانَ عَلى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّه وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِنْهُ وَمِنْ قَبْلِه كِتَابُ مُوسى اِمَامًا وَرَحْمَةً اُولءِكَ يُؤْمِنُونَ بِه وَمَنْ يَكْفُرْ بِه مِنَ الْاَحْزَابِ فَالنَّارُ مَوْعِدُهُ فَلَا تَكُ فى مِرْيَةٍ مِنْهُ اِنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ
(17) efe men kane ala beyyinetim mir rabbihi ve yetluhü şahidüm minhü ve min kablihi kitabü musa imamev ve rahmeh ülaike yü’minune bih ve mey yekfür bihi minel ahzabi fen naru mev’idüh fe la tekü fi miryetim minhü innehül hakku mir rabbike ve lakinne ekseran nasi la yü’minun
kimse gibi midir Rabbinden bir delil üzerinde bulunan ona (Allah’tan) O’ndan bir şahit okuyor bundan önce Musa’ya verilen kitapta delildir önder ve rahmet olarak işte bunlar Kur’ana iman ederler hiziplerden kim onu inkar ederse artık onun vaat edilen yeri cehennemdir sen bundan sonra şüphe içinde olma şüphesiz bu bir haktır Rabbinden lakin insanların çoğu iman etmezler
(17) Can they be (like) those who excepts a clear (sign) from their Lord, and whom a witness from Himself doth teach, as did the book of Moses before it, a guide and a mercy? they believe therein but those of the sects that reject it, the fire will be their promised meeting place. Be not then in doubt thereon: for it is the truth from thy Lord: yet many among men do not believe!
1. |
e fe men |
: artık (o) kimse mi |
2. |
kâne |
: oldu |
3. |
alâ beyyinetin |
: kesin bir delil üzerinde |
4. |
min rabbi-hi |
: onun (kendi) Rabbinden |
5. |
ve yetlû-hu |
: ve onu okur / ona tâbî olur |
6. |
şâhidun |
: şahittir |
7. |
min-hu |
: ondan |
8. |
ve min kabli-hi |
: ve ondan önce |
9. |
kitâbu mûsâ |
: Musa’nın kitabı |
10. |
imâmen |
: bir imam, bir rehber (önder) olarak |
11. |
ve rahmeten |
: ve rahmet olarak |
12. |
ulâike |
: işte onlar |
13. |
yu’minûne |
: inanırlar (mü’mindirler) |
14. |
bi-hi |
: ona |
15. |
ve men |
: ve kimse |
16. |
yekfur |
: inkâr eder |
17. |
bi-hi |
: onu |
18. |
min el ahzâbi |
: hiziplerden, topluluklardan |
19. |
fe en nâru |
: böylece ateş |
20. |
mev’ıdu-hu |
: ona vaadedilen yer |
21. |
fe lâ teku |
: öyleyse olma |
22. |
fî miryetin |
: şüphe içinde, şüphede |
23. |
min-hu |
: ondan |
24. |
innehu el hakku |
: (muhakkak ki o) çünkü o haktır |
25. |
min rabbi-ke |
: senin Rabbinden |
26. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat |
27. |
eksere en nâsi |
: insanların çoğu |
28. |
lâ yu’minûne |
: inanmazlar, mü’min olmazlar |
١٨
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرى عَلَى اللّهِ كَذِبًا اُولءِكَ يُعْرَضُونَ عَلى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الْاَشْهَادُ هؤُلَاءِ الَّذينَ كَذَبُوا عَلى رَبِّهِمْ اَلَا لَعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمينَ
(18) ve men azlemü mimmenif tera alellahi keziba ülaike yu’radune ala rabbihim ve yekulül eşhadü haülaillezine kezebu ala rabbihim ela la’netüllahi alez zalimin
en büyük zalim kimdir o kimseler ki Allah’a karşı yalan iftira ederler işte onlar Rablerine arz olunacaklar ve şahitler diyecekler işte bunlar yalan söyleyenlerdir Rablerine karşı dikkat edin! Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir
(18) Who doth more wrong than those who invent a lie against Allah? they will be turned back to the presence of their Lord, and the witnesses will say. These are the ones who lied against their Lord behold the curse of Allah is on those who do wrong!-
1. |
ve men |
: ve kim |
2. |
ezlemu |
: daha zalim |
3. |
mimmen (min men) ifterâ |
: iftira edenden |
4. |
alâllâhi (alâ allâhi) |
: Allah’a |
5. |
keziben |
: yalan olarak, yalanla |
6. |
ulâike |
: işte onlar |
7. |
yu’radûne |
: sunulacaklar, arz edilecekler |
8. |
alâ rabbi-him |
: Rab’lerine |
9. |
ve yekûlu el eşhâdu |
: ve şahitler derler |
10. |
hâulâi |
: işte bunlar |
11. |
ellezîne kezebû |
: yalan söyleyen kimseler |
12. |
alâ rabbi-him |
: Rab’lerinin üzerine (Rab’lerine) |
13. |
e lâ |
: değil mi |
14. |
lâ’netu allâhi |
: Allah’ın lâneti |
15. |
alâ ez zâlimîne |
: zalimlerin üzerine |
١٩
اَلَّذينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُمْ بِالْاخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
(19) ellezine yesuddune an sebilillahi ve yebğuneha iveca ve hüm bil ahirati hüm kafirun
o kimseler ki Allah’ın yolundan men ederler onu eğriltmek isterler ve onlar ahiretlerini de inkar ederler
(19) Those who would hinder (men) from the path of Allah and would seek in it something crooked: these were they who denied the Hereafter!
1. |
ellezîne |
: o kimseler |
2. |
yasuddûne |
: saptırırlar, engel olurlar |
3. |
an sebîli allâhi |
: Allah’ın yolundan |
4. |
ve yebgûne-hâ |
: ve onda ararlar, isterler |
5. |
ivecen |
: çarpıklık, eğrilik |
6. |
ve hum |
: ve onlar |
7. |
bi el âhireti |
: ahireti |
8. |
hum |
: onlar |
9. |
kâfirûne |
: inkâr edenler |
Sayfa:223
٢٠
اُولءِكَ لَمْ يَكُونُوا مُعْجِزينَ فِى الْاَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُ مَاكَانُوا يَسْتَطيعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُوا يُبْصِرُونَ
(20) ülaike lem yekunu mu’cizine fil erdi ve ma kane lehüm min dunillahi min evliya’ yüdaafü lehümül azab ma kanu yestetiy’unes sem’a ve ma kanu yübsirun
işte bunlar aciz bırakamazlar arzın içindekileri onların yoktur Allah’tan başka dostları da onların azapları katlanır onların işitmeye güçleri de yetmez ve onlar basiretsizdirler
(20) They will in no wise frustrate (his design) on earth, nor have they protectors besides Allah their penalty will be doubled they lost the power to hear, and they did not see!
1. |
ulâike |
: onlar |
2. |
lem yekûnû |
: değildir, olmazlar, olamazlar |
3. |
mu’cizîne |
: aciz bırakanlar |
4. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
5. |
ve mâ kâne |
: ve yoktur, olmaz |
6. |
lehum |
: onlara |
7. |
min dûni allâhi |
: Allah’tan başka |
8. |
min evliyâe |
: velîlerden, dostlardan (bir dost) |
9. |
yudâafu |
: kat kat ziyadeleştirilir, arttırılır |
10. |
lehum |
: onlara |
11. |
el azâbu |
: azap |
12. |
mâ kânû |
: olmadılar |
13. |
yestetîûnes sem’a |
: işitmeye güç yetirirler (sem’î hassaları çalışır) |
14. |
ve mâ kânû |
: ve olmadılar |
15. |
yubsirûne |
: görüyorlar (basar hassaları çalışıyor) |
٢١
اُولءِكَ الَّذينَ خَسِرُوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَاكَانُوا يَفْتَرُونَ
(21) ülaikel lezine hasiru enfüsehüm ve dalle anhüm ma kanu yefterun
işte bunlar nefislerine yazık eden kimselerdir kendilerinden kaybolmuştur ve uydurdukları şeyler
(21) They are the ones who have lost their own souls: and the (fancies) they invented have left them in the lurch!
1. |
ulâike |
: işte onlar |
2. |
ellezîne |
: o kimseler |
3. |
hasirû enfuse-hum |
: nefslerini hüsrana düşürdüler |
4. |
ve dalle an-hum |
: ve onlardan saptı, uzaklaştı (gitti) |
5. |
mâ kânû |
: oldukları şeyler |
6. |
yefterûne |
: uyduruyorlar, iftira ediyorlar |
٢٢
لَاجَرَمَ اَنَّهُمْ فِى الْاخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ
(22) la cerame ennehüm fil ahirati hümül ahserun
şüphe yok ki muhakkak onlar ahirette en çok hüsrana uğrayanlardır
(22) Without a doubt, these are the very ones who will lose most in the Hereafter!
1. |
lâ cereme |
: bedeli yok, kurtuluşu yok, mecburi, kesinlikle |
2. |
enne-hum |
: muhakkak onlar |
3. |
fî el âhıreti |
: ahirette |
4. |
hum el ahserûne |
: onlar en çok hüsrana uğrayanlar |
٢٣
اِنَّ الَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَخْبَتُوا اِلى رَبِّهِمْ اُولءِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ
(23) innellezine amenu ve amilus salihati ve ahbetu ila rabbihim ülaike ashabül cenneh hüm fiha halidun
şüphesiz iman edip salih amel işleyenler ve Rablerine karşı huşu ve itminan halinde kalanlar işte bunlar cennet ashabıdır onlar orada ebedi kalıcıdırlar
(23) But those who believe and work righteousness, and humble themselves before their Lord – they will be Companions of the Garden, to dwell therein for aye!
1. |
inne ellezîne |
: muhakkak ki onlar |
2. |
âmenû |
: ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dilediler |
3. |
ve amilû es sâlihâti |
: ve ıslâh edici amel (nefs tezkiyesi) yaptılar |
4. |
ve ahbetû |
: ve huşû duydular, boyun eğdiler (razı ve itaatkâr oldular) |
5. |
ilâ rabbi-him |
: Rab’lerine |
6. |
ulâike |
: işte onlar |
7. |
ashâbu el cenneti |
: cennet halkı, cennet ehli |
8. |
hum |
: onlar |
9. |
fî-hâ |
: orada |
10. |
hâlidûne |
: ebedî kalanlar |
٢٤
مَثَلُ الْفَريقَيْنِ كَالْاَعْمى وَالْاَصَمِّ وَالْبَصيرِ وَالسَّميعِ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا اَفَلَا تَذَكَّرُونَ
(24) meselül ferikayni kel a’ma vel esammi vel basiyri ves semiy’ hel yesteviyani mesela efe la tezekkerun
bu iki zümrenin misali kör ile sağır gören ile işiten gibidir misal getirilen bu iki vasıf bir olur mu? artık düşünmeyecek misiniz
(24) These two kinds (of men) may be compared to the blind and deaf, and those who can see and hear well. Are they equal when compared? will ye not then take heed?
1. |
mesele |
: durum, hal, örnek |
2. |
el ferîkayni |
: iki grup, iki topluluk |
3. |
ke el a’mâ |
: âmâ, kör olan kimse (göremeyen) gibi |
4. |
ve el esammi |
: ve sağır olan kimse (işitmeyen) |
5. |
ve el basîri |
: ve gören (basar hassası çalışan) |
6. |
ve es semîı |
: ve işiten (sem’î hassası çalışan) |
7. |
hel yesteviyâni |
: ikisi eşit (müsavi) mi |
8. |
meselen |
: durum, hal, örnek |
9. |
e fe lâ tezekkerûne |
: hâlâ tezekkür etmez misiniz |
٢٥
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلى قَوْمِه اِنّى لَكُمْ نَذيرٌ مُبينٌ
(25) ve le kad erselna nuhan ila kavmihi inni leküm nezirum mübin
gerçekten biz nuh’u kavmine göndermiştik şüphesiz ben sizin için açık bir uyarıcıyım
(25) We sent Noah to his people (with a mission): I have come to you with a clear warning:
1. |
ve lekad |
: ve andolsun ki |
2. |
erselnâ |
: biz gönderdik |
3. |
nûhan |
: Nuh’u |
4. |
ilâ kavmi-hi |
: kendi (onun) kavmine |
5. |
in-nî |
: muhakkak ben |
6. |
lekum |
: sizin için, size |
7. |
nezîrun |
: bir uyarıcıyım |
8. |
mubînun
(ebâne) |
: ifadesi açık ve kesin olan, fasih konuşan, açıklayan, açıkça ifade eden kişi
: (açık konuştu, kesin ifade etti) |
٢٦
اَنْ لَاتَعْبُدُوا اِلَّا اللّهَ اِنّى اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ اَليمٍ
(26) el la ta’büdu illellah inni ehafü aleyküm azabe yevmin elim
kulluk etmeyin Allah’tan başkasına şüphesiz ben sizin için korkuyorum elim azabı olan günden
(26) That ye serve none but Allah: verily I do fear for you the penalty of a grievous day.
1. |
en lâ ta’budû |
: kul olmayın |
2. |
illallâhe (illâ allâhe) |
: Allah’tan başkasına |
3. |
in-nî |
: muhakkak ben |
4. |
ehâfu |
: korkarım, korkuyorum |
5. |
aleykum |
: sizin için |
6. |
azâbe |
: azap |
7. |
yevmin |
: gün |
8. |
elîmin |
: acı |
٢٧
فَقَالَ الْمَلَاُ الَّذينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه مَا نَريكَ اِلَّا بَشَرًا مِثْلَنَا وَمَا نَريكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِىَ الرَّاْىِ وَمَا نَرى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبينَ
(27) fe kalel meleül lezine keferu min kavmihi ma nerake illa beşeram mislena ve ma neraket tebeake ilellezine hüm erazilüna badiyer ra’y ve ma nera leküm aleyna min fadlim bel nezunnu küm kazibin
küfürde ileri gidenler dedi ki onun kavminden ancak seni görüyoruz bizim gibi bir beşer olarak sana tabi olanları da ilk bakışda basit olan kimseler görüyoruz görmüyoruz sizin bizden daha faziletli olduğunuzu bilakis zannediyoruz sizin yalancılar olduğunuzu
(27) said: the chiefs Of those disbelieved among his people but not we see a man like ourselves any follow you no we see you but those who they are the rejejted amobg us without deep thinking do not we see in you above us any merit in fact we think ye are liars!
1. |
fe kâle el meleu |
: o zaman ileri gelenler dedi |
2. |
ellezîne keferû |
: inkâr edenler, kâfirler |
3. |
min kavmi-hi |
: onun kavminden |
4. |
mâ nerâ-ke |
: biz, seni görmüyoruz |
5. |
illâ beşeren |
: beşerden başka |
6. |
misle-nâ |
: bizim gibi |
7. |
ve mâ nerâ-ke |
: ve görmüyoruz seni |
8. |
ittebea-ke |
: sana tâbî oldu |
9. |
illellezîne (illâ ellezîne) |
: o kimselerden başka |
10. |
hum |
: onlar |
11. |
erâzilu-nâ |
: bizden aşağı (fakir, zayıf ve aciz) |
12. |
bâdiye |
: basit olan, düşünmeden olan |
13. |
er re’yi |
: görüş, rey |
14. |
ve mâ nerâ |
: ve biz görmüyoruz |
15. |
lekum |
: sizi (sizin için) |
16. |
aleynâ |
: bizim üzerimizde |
17. |
min fadlin |
: bir ihsan, üstünlük olarak, üstün, bir fazl |
18. |
bel |
: bilâkis, aksine |
19. |
nezunnu-kum |
: sizi zannediyoruz |
20. |
kâzibîne |
: yalanlayanlar, yalancılar |
٢٨
قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّى وَاتينى رَحْمَةً مِنْ عِنْدِه فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْ اَنُلْزِمُكُمُوهَا وَاَنْتُمْ لَهَا كَارِهُونَ
(28) kale ya kavmi eraeytüm in küntü ala beyyinetim mir rabbi ve atani rahmetem min indihi fe ummiyet aleyküm e nülzimükümuha ve entüm leha karihun
dedi ki ey kavmim söyleyin bana eğer Rabbimden açık bir burhan üzerindeysem de mi? ve bana katından bir rahmet vermişse size bunu gizli tutmuşsa siz onu istemediğiniz halde onu size (zorla mı) kabul ettireceğiz
(28) He said: O my people see ye if (it be that) I have a clear sign from my Lord, and that he hath sent mercy unto me from his own presence, but that the mercy hath been obscured from your sight? shall we compel you to accept it when ye are averse to it?
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
3. |
e reeytum |
: sizin reyiniz, görüşünüz mü |
4. |
in kuntu |
: eğer ben isem |
5. |
alâ beyyinetin |
: bir beyyine, kesin, delil üzerinde |
6. |
min rabbî |
: Rabbimden |
7. |
ve âtâ-nî |
: ve bana verdi |
8. |
rahmeten |
: bir rahmet |
9. |
min indi-hî |
: onun katından |
10. |
fe ummiyet |
: gizli tutuldu (saklandı) |
11. |
aleykum |
: size |
12. |
e |
: mi |
13. |
nulzimu-kum-(û)-hâ |
: sizi ona mecbur tutalım (zorlayalım) (elzem, mecbur, gerekli) |
14. |
ve entum |
: ve siz |
15. |
lehâ |
: onu |
16. |
kârihûne |
: kerih görenler, hoşlanmayanlar |
Sayfa:224
٢٩
وَيَا قَوْمِ لَااَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالًا اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّهِ وَمَا اَنَا بِطَارِدِ الَّذينَ امَنُوا اِنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَلكِنّى اَريكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ
(29) ve ya kavmi la es’elüküm aleyhi mala in ecriye illa alellahi ve ma ene bi taridillezine amenu innehüm mülaku rabbihim ve lakinni eraküm kavmen techelun
ey kavmim sizden istemiyorum buna karşı bir mal benim ecrim ancak Allah’a aittir ve ben iman edenleri kovacak değilim şüphesiz onlar Rablerine kavuşacaklardır lakin ben sizi görüyorum cahillik eden bir kavim olarak
(29) And O my people I ask you for no wealth in return: my reward is from none but Allah: but I will not drive away (in contempt) those who believe: for verily they are to meet their Lord, and ye I see are the ignorant ones
1. |
ve yâ kavmi |
: ve ey kavmim |
2. |
lâ es’elu-kum |
: sizden istemiyorum |
3. |
aleyhi |
: ona karşılık, ona (onun için) |
4. |
mâlen |
: mal olarak |
5. |
in ecriye |
: eğer varsa ecrim, ücretim |
6. |
illâ |
: sadece, ancak |
7. |
alâ allâhi |
: Allah’a aittir |
8. |
ve mâ |
: ve değil |
9. |
ene |
: ben |
10. |
bi târidi |
: uzaklaştıran, kovan |
11. |
ellezîne âmenû |
: Allah’a ulaşmayı dileyen (âmenû olan) kimseler |
12. |
inne-hum |
: muhakkak onlar |
13. |
mulâkû |
: ulaşacaklar |
14. |
rabbi-him |
: Rab’lerine |
15. |
ve lâkin-nî |
: ve fakat ben |
16. |
erâ-kum |
: sizi görüyorum |
17. |
kavmen |
: bir kavim |
18. |
techelûne |
: siz cahillik ediyorsunuz |
٣٠
وَيَا قَوْمِ مَنْ يَنْصُرُنى مِنَ اللّهِ اِنْ طَرَدْتُهُمْ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ
(30) ve ya kavmi mey yensuruni minellahi in taredtühüm e fela tezekkerun
ey kavmim Allah’tan gelecek olana karşı bana kim yardım eder eğer ben onları kovarsam artık siz düşünmez misiniz
(30) And O my people who would help me against Allah if I drove them away? will ye not then take heed?
1. |
ve yâ kavmi |
: ve ey kavmim |
2. |
men |
: kim |
3. |
yansuru-nî |
: bana yardım eder |
4. |
min allâhi |
: Allah’tan (Allah’a karşı) |
5. |
in |
: eğer |
6. |
taredtu-hum |
: onları ben uzaklaştırdım (kovdum) |
7. |
e fe lâ tezekkerûne |
: hâlâ tezekkür etmez misiniz |
٣١
وَلَا اَقُولُ لَكُمْ عِنْدى خَزَاءِنُ اللّهِ وَلَا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا اَقُولُ اِنّى مَلَكٌ وَلَا اَقُولُ لِلَّذينَ تَزْدَرى اَعْيُنُكُمْ لَنْ يُؤْتِيَهُمُ اللّهُ خَيْرًا اَللّهُ اَعْلَمُ بِمَا فى اَنْفُسِهِمْ اِنّى اِذًا لَمِنَ الظَّالِمينَ
(31) ve la ekulü leküm indi hazainüllahi ve la a’lemül ğaybe ve la ekulü inni meleküv ve la ekulü lillezine tezderi a’yünüküm ley yü’tiyehümüllahü hayra allahü a’lemü bima fi enfüsihim inni izel le minez zalimin
ben size demiyorum Allah’ın hazneleri benim yanımda ben gaybı bilemem ben bir meleğim demiyorum sizin gözlerinizin hor hakir gördüğü kimselere Allah asla bunlara hayır vermez en iyi Allah bilir onların nefislerinde olanı şüphesiz ben o zaman zalimlerden olurum
(31) I tell you not that with me are the treasures of Allah, nor do I know what is hidden, nor claim I to be an angel. Nor yet do I say, of those whom your eyes do despise that Allah will not grant them (all) that is good: Allah knoweth best what is in their souls: I should, if I did, indeed be a wrong doer.
1. |
ve lâ ekûlu |
: ve ben demiyorum |
2. |
lekum |
: size |
3. |
indî |
: yanımdadır |
4. |
hazâin allâhi |
: Allah’ın hazineleri |
5. |
ve lâ a’lemu el gaybe |
: ve gaybı bilmiyorum |
6. |
ve lâ ekûlu |
: ve ben demiyorum |
7. |
in-nî |
: muhakkak ben |
8. |
melekun |
: bir melek |
9. |
ve lâ ekûlu |
: ve ben demiyorum |
10. |
lillezîne (li ellezîne) |
: o kimselere |
11. |
tezderî |
: hakir görürsünüz |
12. |
a’yunu-kum |
: sizin gözleriniz |
13. |
len yu’tiyehum allâhu |
: Allah onlara hiç vermeyecek |
14. |
hayren |
: bir hayır |
15. |
allâhu |
: Allah |
16. |
a’lemu |
: bilir |
17. |
bi-mâ |
: şeyleri |
18. |
fî enfusi-him |
: onların nefslerindekileri |
19. |
in-nî |
: muhakkak ben |
20. |
izen |
: o taktirde, öyleyse |
21. |
le |
: mutlaka, elbette |
22. |
min ez zâlimîne |
: zalimlerden |
٣٢
قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَاَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَاْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقينَ
(32) kalu ya nuhu kad cadeltena fe ekserte cidalena fe’tina bima teidüna in künte mines sadikın
dediler ki ya nuh! gerçekten bizimle mücadele ettin hatta bizimle yaptığın mücadeleyi çoğalttın tehdit ettiğin şeyi bize getir eğer sen doğru söyleyenlerdensen
(32) They said: O Noah thou hast disputed with us, and (much) hast thou prolonged the dispute with us: now bring upon us what thou threatenest us with, if thou speakest the truth?
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ nûhu |
: ey Nuh |
3. |
kad |
: olmuştu |
4. |
câdelte-nâ |
: sen bizimle çekiştin, mücâdele ettin |
5. |
fe |
: öyle ki, hatta |
6. |
ekserte |
: sen çok oldun, çok ileri gittin |
7. |
cidâle-nâ |
: bizimle çekişmede, mücâdelede |
8. |
fe’ti-nâ |
: artık bize getir |
9. |
bi-mâ |
: şeyleri |
10. |
teidu-nâ |
: bize vaadettiğin |
11. |
in kunte |
: eğer isen |
12. |
min es sâdikîne |
: sadıklardan, doğru sözlülerden |
٣٣
قَالَ اِنَّمَا يَاْتيكُمْ بِهِ اللّهُ اِنْ شَاءَ وَمَا اَنْتُمْ بِمُعْجِزينَ
(33) kale innema ye’tiküm bihillahü in şae ve ma entüm bi mu’cizin
dedi ki onu ancak Allah dilerse size getirir ve siz aciz bırakamazsınız
(33) He said: Truly, Allah will bring it on you if he wills, and then, ye will not be able to frustrate it
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
innemâ |
: ancak, sadece, yalnız |
3. |
ye’tî-kum |
: size getirir |
4. |
bi-hi |
: onu |
5. |
allâhu in şâe |
: Allah eğer dilerse |
6. |
ve mâ entum |
: ve siz değilsiniz |
7. |
bi mu’cizîne |
: aciz bırakan kimseler |
٣٤
وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْحى اِنْ اَرَدْتُ اَنْ اَنْصَحَ لَكُمْ اِنْ كَانَ اللّهُ يُريدُ اَنْ يُغْوِيَكُمْ هُوَ رَبُّكُمْ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
(34) ve la yenfeuküm nushiy in eradtü en ensaha leküm in kanellahü yüridü ey yuğviyeküm hüve rabbüküm ve ileyhi türceun
size fayda vermez benim nasihatim ben size nasihat vermek istesem de eğer Allah sizin azarak helak olmanızı istiyorsa o sizin Rabbinizdir ona döndürüleceksiniz
(34) Of no profit will be my counsel to you, much as I desire to give you (good) counsel, if it be that Allah willeth to leave you astray: he is your Lord and to him will ye return
1. |
ve lâ yenfeu-kum |
: ve size fayda vermez |
2. |
nushî |
: benim nasihatim |
3. |
in |
: eğer |
4. |
eredtu |
: istedim |
5. |
en ensaha |
: nasihat etmek |
6. |
lekum |
: size |
7. |
in |
: eğer |
8. |
kâne allâhu |
: Allah oldu |
9. |
yurîdu |
: diler |
10. |
en yugviye-kum |
: sizi azdırmayı |
11. |
huve |
: o |
12. |
rabbu-kum |
: sizin Rabbiniz |
13. |
ve ileyhi |
: ve ona |
14. |
turceûne |
: döndürüleceksiniz |
٣٥
اَمْ يَقُولُونَ افْتَريهُ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَىَّ اِجْرَامى وَاَنَا بَرىءٌ مِمَّا تُجْرِمُونَ
(35) em yekulunefterah kul inifteraytühu fe aleyye icrami ve ene beriüm mimma tücrimun
yoksa ona uydurdu mu diyorlar de ki eğer onu ben uydurduysam artık onun vebali bana aittir ve ben beriyim sizin cürmünüzden
(35) Or do they say, he has forged it? say: if I had forged it, on me were my sin and I am free of the sins of which ye are guilty
1. |
em |
: veya, yoksa ….. mu |
2. |
yekûlûne |
: diyorlar |
3. |
ifterâhu |
: onu uydurdu |
4. |
kul |
: de |
5. |
in iftereytu-hu |
: eğer onu uydurduysam |
6. |
fe aleyye |
: o zaman benim üzerimdedir, bana aittir |
7. |
icrâmî |
: benim suçum (cereme, curum) |
8. |
ve ene |
: ve ben |
9. |
berîun |
: uzağım |
10. |
mimmâ (min mâ) |
: şeylerden |
11. |
tucrimûne |
: siz suç işliyorsunuz |
٣٦
وَاُوحِىَ اِلى نُوحٍ اَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ اِلَّا مَنْ قَدْ امَنَ فَلَا تَبْتَءِسْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
(36) ve uhiye ila nuhin ennehu ley yü’mine min kavmike illa men kad amene fe la tebteis bima kanu yef’alun
ve nuh’a vahy edildi kesinlikle (hiçbiri) asla iman etmeyecek senin kavminden iman edenlerden başka kederlenme onların yaptıklarına da
(36) It was revealed to Noah: none of thy people will believe except those who have believed already so grieve no longer over their (evil) deeds.
1. |
ve ûhiye |
: ve vahyedildi |
2. |
ilâ nûhın |
: Nuh’a |
3. |
enne-hu |
: çünkü o, (onlar) olduğu |
4. |
len yu’mine |
: asla inanmayacaklar (mü’min olmayacaklar) |
5. |
min kavmi-ke |
: senin kavminden |
6. |
illâ |
: ancak, hariç |
7. |
men |
: kimse |
8. |
kad |
: olmuştu |
9. |
âmene |
: îmân etti, âmenû oldu |
10. |
fe lâ tebteis |
: üzülme, sen yeise kapılma |
11. |
bi-mâ |
: şeyler sebebiyle |
12. |
kânû |
: oldular |
13. |
yef’alûne |
: yapıyorlar |
٣٧
وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَاتُخَاطِبْنى فِى الَّذينَ ظَلَمُوا اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ
(37) vasneil fülke bi a’yünina ve vahyina ve la tühatibni fillezine zalemu innehüm muğrakun
gemiyi yap nezaretimiz altında vahyimiz ile ve bana hitap etme zulmedenler hakkında şüphesiz onlar gark olacaklardır
(37) But construct an Ark under our eyes and our inspiration, and address me no (further) on behalf of those who are in sin: for they are about to be overwhelmed (in the flood).
1. |
vasnaıl fulke |
: ve gemiyi inşa et (yap) |
2. |
bi a’yuni-nâ |
: bizim gözetimimiz ile, gözetimimizle gözlerimizin önünde |
3. |
ve vahyi-nâ |
: ve vahyimizle |
4. |
ve lâ tuhâtıb-nî |
: ve bana hitap etme, hitapta bulunma |
5. |
fîllezîne (fî ellezîne) |
: o kimseler hakkında |
6. |
zalemû |
: zulmederler |
7. |
inne-hum |
: muhakkak onlar |
8. |
mugrekûne |
: boğulacak olanlar |
Sayfa:225
٣٨
وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَاٌ مِنْ قَوْمِه سَخِرُوا مِنْهُ قَالَ اِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَاِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ
(38) ve yasneul fülke ve küllema merra aleyhi meleüm min kavmihi sehiru minh kale in tesharu minna fe inna nesharu minküm kema tesharun
gemiyi yapıyordu her ne zaman geçseler kavminden ileri gelenler, onun yanından onunla alay ediyorlardı dedi ki eğer siz bizimle alay ederseniz şüphesiz biz de sizinle alay ederiz (bizimle) alay ettiğiniz gibi
(38) Forthwith he (starts) constructing the Ark: passed by him, every time that the chiefs of his people they threw ridicule on him. He said: if ye ridicule us now, we (in our turn) can look down on you with ridicule likewise
1. |
ve yasneu el fulke |
: ve gemiyi yapıyor |
2. |
ve kullemâ |
: ve her defa |
3. |
merre |
: uğradı |
4. |
aleyhi |
: ona |
5. |
meleun |
: ileri gelenler |
6. |
min kavmi-hi |
: kendi kavminden |
7. |
sehırû |
: alay ettiler |
8. |
min-hu |
: onunla |
9. |
kâle |
: de |
10. |
in |
: eğer |
11. |
tesharû |
: alay ediyorsunuz |
12. |
min-nâ |
: bizimle |
13. |
fe in-nâ |
: o zaman muhakkak biz |
14. |
nesharu |
: alay edeceğiz |
15. |
min-kum |
: sizinle |
16. |
kemâ |
: gibi |
17. |
tesharûne |
: alay ediyorsunuz |
٣٩
فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَاْتيهِ عَذَابٌ يُخْزيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُقيمٌ
(39) fe sevfe ta’lemune mey ye’tihi azabüy yuhzihi ve yehillü aleyhi azabüm mükım
ilerde bileceksiniz kime geleceğini rüsva edici azabın kime mubah olacağını sürekli kalınacak azabın
(39) But soon will ye know who it is on whom will descend a penalty that will cover them with shame, on whom will be unloosed a penalty lasting:
1. |
fe sevfe |
: artık yakında |
2. |
ta’lemûne |
: bileceksiniz |
3. |
men |
: kimse(leri) |
4. |
ye’tî-hi |
: ona gelecek |
5. |
azâbun |
: bir azap |
6. |
yuhzî-hi |
: onu alçaltır |
7. |
ve yehıllu |
: ve hulul eder, girer, nüfuz eder, sirayet eder |
8. |
aleyhi |
: onun üzerine, ona |
9. |
azâbun |
: bir azap |
10. |
mukîmun |
: sürekli, devamlı, kalıcı (ikâmet eden) |
٤٠
حَتّى اِذَا جَاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ امَنَ وَمَا امَنَ مَعَهُ اِلَّا قَليلٌ
(40) hatta iza cae emruna ve farat tennuru kulnah mil fiha min küllin zevceynisneyni ve ehleke illa men sebeka aleyhil kavlü ve men amen ve ma amene meahu illa kalil
hatta emrimiz geldiği zaman tandır kaynadığında dedik gemiye yükle bütün mahluktan erkek ve dişi ikişer (çift) aleyhlerinde helak hükmü geçmiş olanlardan hariç kendi ev halkını ve iman etmiş kimseleri onunla beraber çok az (kişi) iman etmişti
(40) At length, behold there came our command, and the fountains of the earth gushed forth we said: embark therein, of each kind two, male and female, and your family except those against whom the word has already gone forth, and the Believers. But only a few believed with him.
1. |
hattâ |
: olunca, o zaman |
2. |
izâ câe |
: geldiği zaman, gelince |
3. |
emru-nâ |
: emrimiz |
4. |
ve fâret tennûru |
: ve tennur kaynadı (feveran etti) |
5. |
kulnâ |
: dedik |
6. |
ıhmil |
: bindir, yükle |
7. |
fî-hâ |
: onun içine, ona |
8. |
min kullin |
: hepsinden, herşeyden, her cinsten |
9. |
zevceynisneyni |
: iki unsurdan oluşan (bir dişi ve bir erkek) bir çift |
10. |
ve ehle-ke |
: ve aileni, senin ehlini |
11. |
illâ |
: ancak, dışında, …den başka |
12. |
men |
: kimse |
13. |
sebeka |
: geçti |
14. |
aleyhi el kavlu |
: onların üzerlerine söz, onlar hakkında söz |
15. |
ve men |
: ve kimse |
16. |
âmene |
: âmenû oldu (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı, mülâki olmayı diledi) |
17. |
ve mâ âmene |
: ve âmenû olmadı |
18. |
mea-hu |
: onunla beraber |
19. |
illâ |
: …den başka |
20. |
kalîlun |
: (çok) az |
٤١
وَقَالَ ارْكَبُوا فيهَا بِسْمِ اللّهِ مَجْريهَا وَمُرْسيهَا اِنَّ رَبّى لَغَفُورٌ رَحيمٌ
(41) ve kaler kebu fiha bismillahi mecraha ve mürsaha inne rabbi le ğafurur rahiym
dedi ki binin Allah’ın ismi ile gemiye dururken de giderken de (besmele çekin) şüphesiz benim Rabbim çok Bağışlayan Merhametlidir
(41) So he said: embark ye on the Ark, in the name of Allah, whether it move or be at rest for my Lord is, be sure, Oft-Forgiving, Most Merciful
1. |
ve kâle irkebû |
: ve dedi binin |
2. |
fî-hâ |
: onun içine |
3. |
bismillâhi (bi ismi allâhi) |
: Allah’ın adıyla |
4. |
mecrâ-hâ |
: onun gidişi, akışı, yüzmesi |
5. |
ve mursâ-hâ |
: ve onun demir atması (durması) |
6. |
inne |
: muhakkak ki, şüphesiz |
7. |
rabbî |
: benim Rabbim |
8. |
le gafûrun |
: mutlaka mağfiret edendir (günahları sevaba çeviren) |
9. |
rahîmun |
: rahîmdir (rahmet nuru gönderen) |
٤٢
وَهِىَ تَجْرى بِهِمْ فى مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادى نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فى مَعْزِلٍ يَا بُنَىَّ ارْكَبْ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِرينَ
(42) ve hiye tecri bihim fi mevcin kel cibali ve nada nuhunibnehu ve kane fi ma’ziliy ya büneyyer kem meana ve la teküm meal kafirin
ve o gemi akıp gidiyordu içindekiler ile dağlar gibi dalgaların arasında nida etti ve nuh oğluna ayrı bir yere çekilmişti ey oğlum bin bizimle beraber sen de ve kafirlerle beraber olma
(42) So the Ark floated with them on the waves (towering) like mountains, and Noah called out to his son, who had separated himself (from the rest): O my son embark with us, and be not with the Unbelievers
1. |
ve hiye |
: ve o (gemi) |
2. |
tecrî |
: akar, yüzer |
3. |
bi-him |
: onlarla |
4. |
fî mevcin |
: dalgalar içinde |
5. |
ke el cibâli |
: dağlar gibi |
6. |
ve nâdâ |
: ve seslendi |
7. |
nûhun |
: Nuh |
8. |
ibne-hu |
: oğluna |
9. |
ve kâne |
: oldu, idi |
10. |
fî |
: içinde, …de |
11. |
ma’zilin |
: ayrı yer, kenar |
12. |
yâ buneyye irkeb |
: ey oğlum bin |
13. |
mea-nâ |
: bizimle beraber |
14. |
ve lâ tekun |
: ve olma |
15. |
mea |
: beraber |
16. |
el kâfirîne |
: kâfirler |
٤٣
قَالَ سَاوى اِلى جَبَلٍ يَعْصِمُنى مِنَ الْمَاءِ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ اَمْرِ اللّهِ اِلَّا مَنْ رَحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقينَ
(43) kale seavi ila cebeliy ya’simüni minel ma’ kale la asimel yevme min emrillahi illa mer rahim ve hale beynehümel mevcü fe kane minel muğrakın
dedi sığınırım oğlu ben dağa, sudan korunacak bir yere (nuh) dedi bugün Allah’ın emrinden korunacak (kimse) yoktur ancak (Allah’ın) acıdığı kimse (hariç) ve dalga (giderek) ikisinin arasını ayırdı böylece boğulanlardan oldu
(43) The son replied: I will betake myself to some mountain: it will save me from the water. Noah said: there is no saviour this day from the decree of Allah except him on whom he has mercy and came in between them the wave so he the son was among the drowned
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
se-âvî |
: ben sığınacağım |
3. |
ilâ cebelin |
: bir dağa |
4. |
ya’sımu-nî |
: beni korur, koruyacak |
5. |
min el mâi |
: sudan |
6. |
kâle |
: dedi |
7. |
lâ âsıme |
: engel olan (engel olucu), koruyan (koruyucu) yoktur |
8. |
el yevme |
: bugün |
9. |
min emri allâhi |
: Allah’ın emrinden |
10. |
illâ |
: başka, hariç |
11. |
men rahime |
: rahmet ettiği kimse(ler) |
12. |
ve hâle beyne-humâ |
: ve ikisinin arasına girdi |
13. |
el mevcu |
: dalga(lar) |
14. |
fe |
: böylece, o zaman |
15. |
kâne |
: oldu |
16. |
min el mugrakîne |
: boğulanlardan |
٤٤
وَقيلَ يَا اَرْضُ ابْلَعى مَاءَكِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعى وَغيضَ الْمَاءُ وَقُضِىَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمينَ
(44) ve kıle ya erdubleiy maeki ve ya semaü akliiy ve ğidal maü ve kudiyel emru vestevet alel cudiyyi ve kıle bu’del lil kavmiz zalimin
ve denildi ki ey arz! suyunu emerek yut ey sema! yağmuru kes ve su emilerek (çekildi) ve iş bitirildi ve cudi dağının üzerinde durdu, yerleştirildi denildi zalimler kavmi uzak olsunlar
(44) Then the word went forth: O earth swallow up thy water, and O sky withhold (thy rain) and the water abated, and the matter was ended. The Ark rested on mount Judi, and the word went forth: Away with those who do wrong
1. |
ve kîle |
: ve denildi ki |
2. |
yâ ardu |
: ey arz (yeryüzü) |
3. |
ıbleî |
: yut |
4. |
mâe-ki |
: (senin) suyunu |
5. |
ve |
: ve |
6. |
yâ semâu |
: ey sema |
7. |
akliî |
: (suyu) tut, yağmuru kes, vazgeç |
8. |
ve gîda |
: ve çekildi |
9. |
el mâu |
: su |
10. |
ve kudıye |
: ve yerine getirildi |
11. |
el emru |
: emir |
12. |
vestevet (ve istevet) |
: yerleşti, durdu |
13. |
alâ el cûdiyyi |
: Cudi dağı üstünde |
14. |
ve kîle |
: ve denildi |
15. |
bu’den |
: uzak olsunlar |
16. |
lil kavmi ez zâlimîne |
: zalimler kavmi |
٤٥
وَنَادى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ اِنَّ ابْنى مِنْ اَهْلى وَاِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَاَنْتَ اَحْكَمُ الْحَاكِمينَ
(45) ve nada nuhur rabbehu fe kale rabbi innebni min ehli ve inne va’dekel hakku ve ente ahkemül hakimin
nuh Rabbine nida etti dedi ki Rabbim! şüphesiz oğlum benim ehlimdendi şüphesiz senin vaadin haktır ve sen hakimler hakimisin
(45) And Noah called upon his Lord, and said: O my Lord surely my son is of my family and thy promise is true, and thou art the justest of judges
1. |
ve nâdâ |
: ve seslendi |
2. |
nûhun |
: Nuh |
3. |
rabbe-hu |
: Rabbine |
4. |
fe kâle |
: o zaman dedi |
5. |
rabbi |
: Rabbim |
6. |
innebnî (inne ibnî) |
: muhakkak ki benim oğlum |
7. |
min |
: …den |
8. |
ehlî |
: benim ailem |
9. |
ve inne |
: ve şüphesiz ki |
10. |
va’de-ke |
: senin vaadin |
11. |
el hakku |
: haktır |
12. |
ve ente |
: ve sen |
13. |
ahkem |
: en iyi hüküm veren |
14. |
el hâkimîne |
: hüküm verenler |
Sayfa:226
٤٦
قَالَ يَا نُوحُ اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلَا تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ اِنّى اَعِظُكَ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلينَ
(46) kale ya nuhu innehu leyse min ehlik innehu amelün ğayru salihin fe la tes’elni ma leyse leke bihi ilm inni eizuke en tekune minel cahilin
buyurdu ya nuh! şüphesiz o senin ehlinden değildi şüphesiz onun yaptığı iş de salih (bir iş) değildi artık benden isteme senin bilmediğin bir şeyi şüphesiz ben sana tavsiye ederim cahillerden olmamanı
(46) He said: O Noah he is not of thy family: for his conduct is unrighteous. So ask not of me that of which thou hast no knowledge I give thee counsel, lest thou act like the ignorant
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
yâ nûhu |
: ey Nuh |
3. |
inne-hu |
: muhakkak ki o |
4. |
leyse |
: değildir |
5. |
min |
: …den |
6. |
ehli-ke |
: senin ailen |
7. |
inne-hu |
: muhakkak ki o |
8. |
amelun |
: amel işleyendir |
9. |
gayru salihin |
: salih olmayan, salih değil |
10. |
fe |
: artık |
11. |
lâ tes’el-ni |
: benden isteme |
12. |
mâ |
: şeyi |
13. |
leyse |
: değil, olmayan |
14. |
leke |
: senin |
15. |
bi-hi |
: onun hakkında |
16. |
ilmun |
: bir ilim |
17. |
in-nî |
: muhakkak ki ben |
18. |
eizu-ke |
: sana öğüt veriyorum |
19. |
en tekûne |
: olmaktan |
20. |
min el câhilîne |
: cahillerden |
٤٧
قَالَ رَبِّ اِنّى اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَسْأَلَكَ مَالَيْسَ لى بِه عِلْمٌ وَاِلَّا تَغْفِرْ لى وَتَرْحَمْنى اَكُنْ مِنَ الْخَاسِرينَ
(47) kale rabbi inni euzü bike en es’eleke ma leyse li bihi ilm ve illa tağfirli ve terhamni eküm minel hasirin
dedi ki Rabbim ben sana sığınırım bilmediğim bir şeyi senden istemekten eğer beni bağışlamazsan ve merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum
(47) Noah said: O my Lord I do seek refuge with thee, lest I ask thee for that of which I have no knowledge. And unless thou forgive me and have mercy on me, I should indeed be lost
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
rabbi |
: Rabbim |
3. |
innî eûzu bi-ke |
: muhakkak ki ben sana sığınırım |
4. |
en es’ele-ke |
: senden istemekten |
5. |
mâ leyse |
: olmayan şey |
6. |
lî |
: benim |
7. |
bi-hi |
: onu, onun hakkında |
8. |
ilmun |
: bir ilim (bilgi) |
9. |
ve illâ |
: ve olması hariç, olmazsa |
10. |
tagfir-lî |
: beni mağfiret et |
11. |
ve terham-nî |
: ve bana rahmet et |
12. |
ekun |
: ben olurum |
13. |
min el hâsirîne |
: hüsrana uğrayanlardan |
٤٨
قيلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلى اُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَ وَاُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَليمٌ
(48) kıle ya nuhuh bit bi selamim minna ve berakatin aleyke ve ala ümemim mimmem meak ve ümemün senümettiuhüm sümme yemessühüm minna azabün elim
denildi ki ey nuh bizden selamla in senin üzerine bereketle ve ümmetinin üzerine de seninle beraber bulunan ve o ümmetleri (dünyada) faydalandıracağız sonra onlara dokunacak bizden elim bir azap da
(48) The word came: O Noah come down (from the Ark) with peace from us, and blessing on thee and on some of the peoples (who will spring) from those with thee: but (there will be other) peoples to whom we shall grant their pleasures (for a time), but in the end will a grievous penalty reach them from us.
1. |
kîle |
: denildi |
2. |
yâ nûhu ıhbıt |
: ey Nuh in |
3. |
bi selâmin |
: selâmetle |
4. |
min-nâ |
: bizden |
5. |
ve berekâtin |
: ve bereketlerle |
6. |
aleyke |
: senin üzerine, sana |
7. |
ve alâ umemin |
: ve ümmetler, toplumlar üzerine |
8. |
mimmen (min men) |
: olan kimselerden |
9. |
meâ-ke |
: seninle beraber |
10. |
ve umemun |
: ve ümmetler |
11. |
se numettiu-hum |
: onları metalandıracağız, faydalandıracağız |
12. |
summe |
: sonra |
13. |
yemessu-hum |
: onlara dokunacak |
14. |
min-nâ |
: bizden |
15. |
azâbun elîmun |
: elîm azap, acı azap |
٤٩
تِلْكَ مِنْ اَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحيهَا اِلَيْكَ مَاكُنْتَ تَعْلَمُهَا اَنْتَ وَلَا قَوْمُكَ مِنْ قَبْلِ هذَا فَاصْبِرْ اِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقينَ
(49) tilke min embail ğaybi nuhiyha ileyk ma künte ta’lemüha ente ve la kavmüke min kabli haza fasbir innel akibete lil müttekın
işte bunlar gayb haberlerindendir sana onu vahy ediyoruz bunları sen de bilmiyordun, kavminde bundan önce artık sabret şüphesiz akıbet muttaki olanlarındır
(49) Such are some of the stories of the unseen, which we have revealed unto thee: before this, neither thou nor thy people knew them. So persevere patiently: for the end is for those who are righteous.
1. |
tilke |
: bunlar |
2. |
min enbâi |
: haberlerden |
3. |
el gaybi |
: gayb (bilinmeyen) |
4. |
nûhî-hâ |
: onu vahyediyoruz |
5. |
ileyke |
: sana |
6. |
mâ kunte |
: sen değildin |
7. |
ta’lemu-hâ |
: onu biliyorsun |
8. |
ente |
: sen |
9. |
ve lâ |
: ve değil |
10. |
kavmu-ke |
: senin kavmin |
11. |
min kabli |
: daha önce |
12. |
hâzâ |
: bu |
13. |
fasbır (fe isbır) |
: artık sabret |
14. |
inne |
: muhakkak ki |
15. |
el âkıbete |
: akıbet, sonuç, |
16. |
li el muttekîne |
: takva sahiplerinin |
٥٠
وَاِلى عَادٍ اَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا مُفْتَرُونَ
(50) ve ila adin ehahüm huda kale ya kavmi’ büdüllahe ma leküm min ilahin ğayruh in entüm illa müfterun
ad kavmine kardeşleri hud’u (gönderdik) dedi ki ya kavmim Allah’a kulluk edin onun için (Allah’tan) başka bir ilah yoktur siz ancak iftira edip (duruyorsunuz)
(50) To the Aad people (we sent) Hud, one of their own brethren. He said: O my people worship Allah ye have no other god but him. (your other gods) ye do nothing but invent
1. |
ve ilâ |
: ve, …e |
2. |
âdin |
: Ad (kavmi) |
3. |
ehâ-hum |
: onların kardeşi |
4. |
hûden |
: Hud |
5. |
kâle |
: dedi |
6. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
7. |
i’budu allâhe |
: Allah’a kul olun |
8. |
mâ lekum |
: sizin için yoktur |
9. |
min ilâhin |
: ilâhlardan bir ilâh |
10. |
gayru-hu |
: ondan başka |
11. |
in entum illâ |
: siz ancak …sınız |
12. |
mufterûne |
: iftira edenler, uyduranlar |
٥١
يَا قَوْمِ لَا اَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى الَّذى فَطَرَنى اَفَلَا تَعْقِلُونَ
(51) ya kavmi la es’elüküm aleyhi ecra in ecriye illa alellezi fetarani efela ta’kılun
ey kavmim sizden istemiyorum buna karşılık bir ücret benim ecrim ancak beni yaratana aittir artık akıl etmeyecek misiniz?
(51) O my people I ask of you no reward for this (message). My reward is from none but Him Who created me: will ye not then understand?
1. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
2. |
lâ es’elu-kum |
: sizden istemiyorum |
3. |
aleyhi |
: ona (onun karşılığında) |
4. |
ecren |
: bir ecir, ücret |
5. |
in ecriye |
: eğer benim ücretim varsa |
6. |
illâ |
: ancak |
7. |
alellezî (alâ ellezî) |
: ona aittir |
8. |
fetara-nî |
: beni yarattı |
9. |
e fe lâ ta’kılûne |
: hâlâ akıl etmez misiniz |
٥٢
وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا اِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً اِلى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِمينَ
(52) ve ya kavmis tağfiru rabbeküm sümme tubu ileyhi yürsilis semae aleyküm midrarav ve yezidküm kuvveten ila kuvvetiküm ve la tetevellev mücrimin
ey kavmim Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin sonra ona tövbe edin ki semadan göndersin sizin üzerinize bol bol rahmet ve sizin kuvvetinizin üzerine kuvvet katsın dönüp gitmeyin mücrimler olarak
(52) And O my people ask forgiveness of your Lord, and turn to him (in repentance): he will send you the skies pouring abundant rain, and add strength to your strength: so turn ye not back in sin
1. |
ve yâ kavmi istagfirû |
: ve, ey kavmim mağfiret isteyin (dileyin) |
2. |
rabbe-kum |
: Rabbinizin |
3. |
summe |
: sonra |
4. |
tûbû |
: tövbe edin (mürşidin önünde tövbe edip, zikre başlayın) |
5. |
ileyhi |
: ona |
6. |
yursil es semâe |
: sema(dan) göndersin |
7. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
8. |
midrâran |
: bol yağmur (bol rahmet) |
9. |
ve yezid-kum |
: ve size arttırsın |
10. |
kuvveten |
: kuvvet, güç |
11. |
ilâ kuvveti-kum |
: sizin gücünüze, kuvvetinize |
12. |
ve lâ tetevellev |
: ve yüz çevirmeyin, dönmeyin |
13. |
mucrimîne |
: mücrimler, suçlular |
٥٣
قَالُوا يَا هُودُ مَا جِءْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَانَحْنُ بِتَارِكى الِهَتِنَا عَنْ قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنينَ
(53) kalu ya hudü ma ci’tena bi beyyinetiv ve ma nahnü bi tariki alihetina an kavlike ve ma nahnü leke bi mü’minin
dediler ki ya hud sen bize açık bir mucize getirmedin ve biz senin sözüne (bakıp) ilahlarımızı terk edici değiliz ve biz sana iman ediciler değiliz
(53) They said: O Hud no have you brought us evidence and shall not we leave our gods for your mere saying and if we are not believers to you
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ hûdu |
: ey Hud |
3. |
mâ ci’te-nâ bi |
: bize getirmedin |
4. |
beyyinetin |
: delil, apaçık bir belge, bir beyyine, bir mucize |
5. |
ve mâ nahnu |
: ve biz değiliz, olmayız |
6. |
bi târikî |
: terkeden |
7. |
âliheti-nâ |
: ilâhlarımız |
8. |
an kavli-ke |
: senin sözünden (dolayı) |
9. |
ve mâ nahnu |
: ve biz değiliz, olmayız |
10. |
leke |
: sana |
11. |
bi muminîne |
: inananlar |
Sayfa:227
٥٤
اِنْ نَقُولُ اِلَّا اعْتَريكَ بَعْضُ الِهَتِنَا بِسُوءٍ قَالَ اِنّى اُشْهِدُ اللّهَ وَاشْهَدُوا اَنّى بَرىءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ
(54) in nekulü illa’ terake ba’du alihetina bi su’ kale inni üşhidüllahe veşhedu enni beriüm mimma tüşrikun
yalnız deriz ki sana ilahlarımızdan bazılarının kötülüğü isabet etmiş dedi ki şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum ve sizde şahit olun ki ben beriyim sizin ortak koştuğunuz şeylerden
(54) We say nothing but that (perhaps) some of our gods may have seized thee with imbecility. He said: I call Allah to witness, and do ye bear witness, that I am free from the sin of ascribing, to him,
1. |
in nekûlu illâ |
: biz ancak ….. deriz |
2. |
ı’terâ-ke |
: sana isabet etti, çarptı |
3. |
ba’du |
: bazı |
4. |
âliheti-nâ |
: ilâhlarımız |
5. |
bi sûin |
: sui olarak, kötülükle, fena halde |
6. |
kâle |
: dedi |
7. |
innî |
: muhakkak ki ben |
8. |
uşhidu allâhe |
: Allah’ı şahit tutuyorum |
9. |
veşhedû |
: ve şahit olun |
10. |
ennî |
: muhakkak ki ben, benim olduğuma |
11. |
berîun |
: berî, uzak |
12. |
mimmâ (min mâ) tuşrikûne |
: şirk koştuğunuz şeylerden |
٥٥
مِنْ دُونِه فَكيدُونى جَميعًا ثُمَّ لَا تُنْظِرُونِ
(55) min dunihi fekiduni cemian sümme la tünzirun
bundan başka artık bana toptan tuzak kurun sonra hiç bekletmeyin
(55) Other gods as partners so scheme (your worst) against me, all of you, and give me no respite.
1. |
min dûni-hi |
: ondan başka |
2. |
fe kîdû-nî |
: haydi bana tuzak kurun |
3. |
cemîan |
: hepiniz, hepsi |
4. |
summe |
: sonra |
5. |
lâ tunzırû-ni |
: bana mühlet vermeyin, beni bekletmeyin |
٥٦
اِنّى تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّهِ رَبّى وَرَبِّكُمْ مَامِنْ دَابَّةٍ اِلَّا هُوَ اخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبّى عَلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ
(56) inni tevekkeltü alellahi rabbi ve rabbiküm ma min dabbetin illa hüve ahizüm binasiyetiha inne rabbi ala siratim müstekım
şüphesiz ben tevekkül ettim benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a hiçbir mahluk yok ki tutmuş olmasın o’nun alnındaki (kader hükmünü) şüphesiz benim Rabbim doğru yol üzerindedir
(56) I put my trust in Allah, my Lord and your Lord there is not a moving creature, but he hath grasp of its fore lock. Verily, it is my Lord that is on a straight path.
1. |
in-nî |
: muhakkak ki ben |
2. |
tevekkeltu |
: tevekkül ettim |
3. |
alâ allâhi |
: Allah’a |
4. |
rabbî |
: benim Rabbim |
5. |
ve rabbi-kum, |
: ve sizin Rabbiniz |
6. |
mâ min dâbbetin |
: (hiç)bir dabbe (yürüyen canlı mahlûk) yoktur |
7. |
illâ |
: …den başka, ancak, olmasın |
8. |
huve |
: o |
9. |
âhızun |
: alan, tutan |
10. |
bi nâsıyeti-hâ |
: onun perçemini (saçların alındaki kısmını) |
11. |
inne |
: muhakkak |
12. |
rabbî |
: benim Rabbim |
13. |
alâ sırâtın mustekîmin |
: Sıratı Mustakîm üzeredir (Sıratı Mustakîm’in kontrolü Allah’tadır) |
٥٧
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ مَااُرْسِلْتُ بِه اِلَيْكُمْ وَيَسْتَخْلِفُ رَبّى قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلَاتَضُرُّونَهُشَيْئًا اِنَّ رَبّى عَلى كُلِّ شَىْءٍ حَفيظٌ
(57) fe in tevellev fe kad eblağtüküm ma ürsiltü bihi ileyküm ve yestahlifü rabbi kavmen ğayraküm ve la tedurru nehu şey’a inne rabbi ala külli şey’in hafiyz
şimdi siz yüz çevirirsiniz gerçekten tebliğ ettim ne gönderilmişse size benimle Rabbim sizin yerinize başka bir kavmi getirir de siz ona hiçbir zarar veremezsiniz şüphesiz Rabbim her şeyin koruyucusudur
(57) If ye turn away, I (at least) have conveyed the message with which I was sent to you. My Lord will make another people to succeed you, and you will not harm him in the least. For my Lord hath care and watch over all things.
1. |
fe in |
: eğer, buna rağmen, hâlâ |
2. |
tevellev |
: yüz çevirirsiniz, dönersiniz |
3. |
fe |
: artık |
4. |
kad |
: oldu, olmuştu |
5. |
eblagtu-kum |
: size tebliğ ettim |
6. |
mâ ursiltu |
: gönderildiğim şey |
7. |
bi-hi |
: onu, ona, onunla, kendisiyle |
8. |
ileykum |
: size |
9. |
ve yestahlifu |
: ve yerine getirir, halife kılar |
10. |
rabbî |
: benim Rabbim |
11. |
kavmen |
: bir kavim |
12. |
gayre-kum |
: sizden başka |
13. |
ve lâ tedurrûne-hu |
: ve ona zarar veremezsiniz |
14. |
şey’en |
: bir şey |
15. |
inne rabbî |
: muhakkak ki benim Rabbim |
16. |
alâ kulli şey’in |
: herşeyi, herşeye |
17. |
hafîzun |
: hafizdir, en iyi koruyandır, muhafaza edendir |
٥٨
وَلَمَّا جَاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا هُودًا وَالَّذينَ امَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَنَجَّيْنَاهُمْ مِنْ عَذَابٍ غَليظٍ
(58) ve lemma cae emruna necceyna hudev vellezine amenu meahu bi rahmetim minna ve necceynahüm min azabin ğaliyz
vaktaki emrimiz geldi Hud’u kurtardık ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle onları kurtardık çok ağır bir azaptan
(58) So when our decree issued, we saved Hud and those who believed with him, by (special) Grace from ourselves: we saved them from a severe penalty.
1. |
ve lemmâ |
: ve olduğu zaman |
2. |
câe emru-nâ |
: emrimiz geldi |
3. |
necceynâ |
: biz kurtardık |
4. |
hûden |
: Hud |
5. |
ve ellezîne |
: ve onlar |
6. |
âmenû |
: âmenû oldular (yaşarken Allah’a ulaşmayı dilediler) |
7. |
mea-hu |
: onunla beraber |
8. |
bi rahmetin |
: bir rahmet ile |
9. |
min-nâ |
: bizden |
10. |
ve necceynâ-hum |
: ve onları kurtardık |
11. |
min azâbin |
: azaptan |
12. |
galîzin |
: çok şiddetli, ağır |
٥٩
وَتِلْكَ عَادٌ جَحَدُوا بِايَاتِ رَبِّهِمْ وَعَصَوْا رُسُلَهُ وَاتَّبَعُوا اَمْرَ كُلِّ جَبَّارٍ عَنيدٍ
(59) ve tilke adün cehadu bi ayati rabbihim ve asav rusülehu vettebeu emra külli cebbarin anid
işte ad kavmi Rablerinin ayetleri ile mücadele ettiler onun resüllerine isyan ettiler emrine tabi oldular her inatçı zorbanın
(59) Such were the `Ad people: they rejected the Signs of their Lord and Cherisher and followed the command of every powerful, obstinate transgressor.
1. |
ve tilke |
: ve işte bu |
2. |
âdun |
: Ad kavmi |
3. |
cehadû |
: bilerek inkâr ettiler |
4. |
bi âyâti |
: âyetleri |
5. |
rabbi-him |
: onların Rabbi (Rab’leri) |
6. |
ve asav |
: ve asi oldular, isyan ettiler |
7. |
rusule-hu |
: onun resûllerine |
8. |
ve ittebeû |
: tâbî oldular |
9. |
emre |
: emir |
10. |
kulli |
: her, bütün, hepsi |
11. |
cebbârin |
: zorlayıcı, cebbar |
12. |
anîdin |
: inatçı, bile bile haktan yüz çeviren, muhalefet eden, azgın |
٦٠
وَاُتْبِعُوا فى هذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيمَةِ اَلَا اِنَّ عَادًا كَفَرُوا رَبَّهُمْ اَلَا بُعْدًا لِعَادٍ قَوْمِ هُودٍ
(60) ve ütbiu fi hazihid dünya la’netev ve yevmel kıyameh ela inne aden keferu rabbehüm ela bu’del li adin kavmi hud
tabi tutulurlar onlar hem bu dünyada hem de ahiret gününde lanete dikkat edin! ad kavmi şüphesiz Rablerini inkar ettiler dikkat edin! hud’un kavmi ad uzak olsun
(60) And they were pursued by a Curse in this Life- and on the Day of Judgment. Ah! Behold! For the `Ad rejected their Lord and Cherisher! Ah! Behold! Removed (from sight) were `Ad, the people of Hud!
1. |
ve utbiû |
: ve tâbî tutulurlar |
2. |
fî |
: de, da |
3. |
hâzihi ed dunyâ |
: bu dünyada |
4. |
la’neten |
: lânet |
5. |
ve yevme el kıyâmeti |
: ve kıyâmet günü |
6. |
e lâ |
: öyle değil mi, olmadı mı |
7. |
inne |
: gerçekten, muhakkak |
8. |
âden |
: Ad kavmi |
9. |
keferû |
: inkâr ettiler |
10. |
rabbe-hum |
: Rab’lerini |
11. |
e lâ |
: öyle değil mi |
12. |
bu’den |
: uzak oldu, uzak kaldı |
13. |
li âdin |
: Ad kavmi |
14. |
kavmi |
: kavim |
15. |
hûdin |
: Hud |
٦١
وَاِلى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ هُوَ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُوا اِلَيْهِ اِنَّ رَبّى قَريبٌ مُجيبٌ
(61) ve ila semude ehahüm saliha kale ya kavmi’ büdüllahe maleküm min ilahin ğayruh hüve enşeeküm minel erdi vesta’meraküm fiha festağfiruhü sümme tubu ileyh inne rabbi karibüm mücib
semut kavmine de salih’i gönderdik dedi ki ya kavmim Allah’a kulluk ediniz sizin için yok ondan başka bir ilah o size arzın toprağı ve besinlerini inşa etti arzın içindekileri de size imar ettiler ondan mağfiret dileyin sonra tövbe ile o’na yönelin şüphesiz Rabbim yakın ve icabet edicidir
(61) To the Thamud people (we sent) Salih, one of their own brethren. He said O my people worship Allah: ye have no other Allah but him. It is He Who hath produced you from the earth and settled you therein: then ask forgiveness of him, and turn to him (in repentance): for my Lord is (always) near, ready to answer.
1. |
ve ilâ semûde |
: ve Semud kavmine |
2. |
ehâ-hum |
: onların kardeşi |
3. |
sâlihan |
: Salih |
4. |
kâle |
: dedi |
5. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
6. |
ı’budû allâhe |
: Allah’a kul olun |
7. |
mâ lekum |
: sizin için yoktur |
8. |
min |
: …dan |
9. |
ilâhin |
: bir ilâh |
10. |
gayru-hu |
: ondan başka |
11. |
huve |
: o |
12. |
enşee-kum |
: sizi yarattı |
13. |
min el ardı |
: topraktan, arzdan |
14. |
ve ista’mere-kum |
: ve size imar ettirdi, mamur hale getirtti (veya size ömür verdi) |
15. |
fî-hâ |
: orada |
16. |
fe istâgfirû-hu |
: artık ondan mağfiret isteyin (resûlün, mürşidin önünde tövbe edin) |
17. |
summe |
: sonra |
18. |
tûbû |
: tövbe edin |
19. |
ileyhi |
: ona |
20. |
inne |
: muhakkak, şüphesiz |
21. |
rabbî |
: benim Rabbim |
22. |
karîbun |
: yakındır |
23. |
mucîbun |
: icabet edendir |
٦٢
قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنْتَ فينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هذَا اَتَنْهينَا اَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ ابَاؤُنَا وَاِنَّنَا لَفى شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَا اِلَيْهِ مُريبٍ
(62) kalu ya salihu kad künte fina mercüvven kable haza etenhana en na’büde ma ya’büdü abaüna ve innena le fi şekkim mimma ted’una ileyhi mürib
dediler ki ya salih! gerçekten sen bizim içimizde bundan önce ümit edilen (biriydin) bizi men etmek mi istiyorsun bizim ve babalarımızın kulluk ettiklerinden gerçekten biz şüphe içindeyiz bize davet etiğin şeylerden kuşku duymaktayız
(62) They said: O Salih thou hast been of us a centre of our hopes hitherto dost thou (now) forbid us the worship of what our fathers worshipped? but we are really in suspicious (disquieting) doubt as to that to which thou invitest us.
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ sâlihu |
: ey Salih |
3. |
kad |
: olmuştu, idi |
4. |
kunte |
: sen oldun |
5. |
fî-nâ |
: içimizde, aramızda |
6. |
mercuvven |
: hakkında ümit beslenen kimse |
7. |
kable |
: önce |
8. |
hâzâ |
: bu |
9. |
e tenhâ-nâ |
: bizi nehy (men) mi ediyorsun |
10. |
en na’bude |
: tapmaktan (bizim tapmamız) |
11. |
mâ ya’budu |
: taptığı şeyler |
12. |
âbâu-nâ |
: babalarımız (atalarımız) |
13. |
ve inne-nâ |
: ve muhakkak ki biz |
14. |
le fî şekkin |
: kesinlikle (şüphe) tereddüt içinde |
15. |
mimmâ (min mâ) ted’û-nâ |
: bizi davet ettiğin (çağırdığın) şeyden |
16. |
ileyhi |
: ona |
17. |
murîbin |
: şüphe veren, şüphe edilen |
Sayfa:228
٦٣
قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّى وَاتينى مِنْهُ رَحْمَةً فَمَنْ يَنْصُرُنى مِنَ اللّهِ اِنْ عَصَيْتُهُ فَمَا تَزيدُونَنى غَيْرَ تَخْسيرٍ
(63) kale ya kavmi eraeytüm in küntü ala beyyinetim mir rabbi ve atani minhü rahmetem fe mey yensuruni minellahi in asaytühu fe ma teziduneni ğayra tahsir
dedi ki ya kavmim söyleyin bana eğer ben Rabbim tarafından bir beyyine üzerindeysem bana tarafından bir rahmet vermişse Allah beni (kurtarmak) için yardım ederde eğer ben ona asi olursam siz ancak benim ziyana gitmemi ziyadeleştirirsiniz
(63) He said: O my people do ye see? if I have a clear (sign) from my Lord and he hath sent mercy unto me from Himself, who then can help me against Allah if I were to disobey him? what then would ye add to my (portion) but perdition?
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
3. |
e reeytum |
: gördünüz mü, sizin görüşünüz (bu) mu |
4. |
in kuntu alâ |
: şâyet ben üzerinde isem |
5. |
beyyinetin |
: açık bir belge, beyyine, delil |
6. |
min rabbî |
: Rabbimden |
7. |
ve âtâ-nî |
: ve bana verdi |
8. |
min-hu |
: ondan, kendinden |
9. |
rahmeten |
: bir rahmet |
10. |
fe men |
: o zaman kim |
11. |
yansuru-nî |
: bana yardım eder |
12. |
min allâhi |
: Allah’tan (azabından), Allah’a karşı |
13. |
in asaytu-hu |
: eğer ona isyan edersem |
14. |
fe |
: o halde, o zaman |
15. |
mâ |
: olmaz |
16. |
tezîdûne-nî |
: bana artırırsınız |
17. |
gayre |
: başka |
18. |
tahsîrin |
: hayırdan uzaklaşma |
٦٤
وَيَا قَوْمِ هذِه نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ ايَةً فَذَرُوهَا تَاْكُلْ فى اَرْضِ اللّهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَاْخُذَكُمْ عَذَابٌ قَريبٌ
(64) ve ya kavmi hazihi nakatüllahi leküm ayeten fezeruha te’kül fi erdillahi ve la temessuha bi suin fe ye’huzeküm azabün karib
ey kavmim Allah’ın bu dişi devesi sizin için bir mucizedir bırakın onu otlasın Allah’ın arzında dokunmayın ona kötü maksatla sonra sizi yakın bir azap yakalar
(64) And O my people this she camel of Allah is a symbol to you: leave her to feed on Allah’s (free) earth, and inflict no harm on her, or a swift penalty will seize you
1. |
ve yâ kavmi |
: ve ey kavmim |
2. |
hâzihî |
: bu |
3. |
nâkatu allâhi |
: Allah’ın (dişi) devesi |
4. |
lekum |
: size, sizin için |
5. |
âyeten |
: bir âyet, delil, mucize |
6. |
fe zerû-hâ |
: onu serbest bırakın |
7. |
te’kul |
: yesin |
8. |
fî ardı allâhi |
: Allah’ın arzında |
9. |
ve lâ temessû-hâ |
: ve ona dokunmayın |
10. |
bi sûin |
: kötülükle |
11. |
fe ye’huze-kum |
: aksi halde, o taktirde sizi alır (olur) |
12. |
azâbun karîbun |
: yakın bir azap |
٦٥
فَعَقَرُوهَا فَقَالَ تَمَتَّعُوا فى دَارِكُمْ ثَلثَةَ اَيَّامٍ ذلِكَ وَعْدٌ غَيْرُ مَكْذُوبٍ
(65) fe akaruha fe kale temetteu fi dariküm selasete eyyam zalike va’dün ğayru mekzub
derken onu kestiler dedi yurdunuzda üç gün (daha) hayat sürün işte bu öyle vaat ki yalanlanması mümkün olmayan
(65) But they did ham string her. So he said: enjoy yourself in your homes for three days: (then will be your ruin): (behold) there a promise not to be belied
1. |
fe akarû-hâ |
: buna rağmen onu kestiler |
2. |
fe kâle |
: bunun üzerine dedi |
3. |
temetteû |
: faydalanın, metalanın (yaşayın) |
4. |
fî dâri-kum |
: yurdunuzda |
5. |
selâsete |
: üç |
6. |
eyyâmin |
: günler |
7. |
zâlike |
: bu |
8. |
va’dun |
: bir vaaddir |
9. |
gayru mekzûbin |
: yalanlanmayan, tekzip edilmesi olmayan |
٦٦
فَلَمَّا جَاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذينَ امَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَمِنْ خِزْىِ يَوْمِءِذٍ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِىُّ الْعَزيزُ
(66) felemma cae emruna necceyna salihav vellezine amenu meahu bi rahmetim minna ve min hizyi yevmiiz inne rabbeke hüvel kaviyyül aziz
vaktaki emriniz gelince salih’i kurtardık onunla beraber iman etmiş olanları da tarafımızdan bir rahmet ile ve o günün zilletinden de şüphesiz senin Rabbin kuvvet güç sahibidir
(66) When our decree issued, we saved Salih and those who believed with him, by (special) Grace from ourselves and from the ignominy of that day. For thy Lord he is the strong one, and able to enforce his will.
1. |
fe lemmâ |
: bundan sonra böylece, olduğu zaman |
2. |
câe |
: geldi |
3. |
emru-nâ |
: emrimiz |
4. |
necceynâ |
: kurtardık |
5. |
sâlihan |
: Salih |
6. |
ve |
: ve |
7. |
ellezîne âmenû |
: âmenû olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler |
8. |
mea-hu |
: onunla beraber, onun yanında |
9. |
bi rahmetin |
: bir rahmetle |
10. |
min-nâ |
: tarafımızdan, bizden |
11. |
ve min hizyi |
: ve alçaklıktan, aşağılatıcı azaptan, zilletten |
12. |
yevmi izin |
: izin günü |
13. |
inne rabbe-ke |
: muhakkak ki senin Rabbin |
14. |
huve |
: o |
15. |
el kaviyyu |
: güçlüdür, kuvvetlidir, kavidir |
16. |
el azîzu |
: azîzdir, yücedir |
٦٧
وَاَخَذَ الَّذينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَاَصْبَحُوا فى دِيَارِهِمْ جَاثِمينَ
(67) ve ehazellezine zalemüs sayhatü fe asbehu fi diyarihim casimin
zalimleri yakaladı sayha bir ses böylece kaldılar yurtlarında diz üstü çöküp
(67) The (mighty) blast overtook the wrongdoers, before the morning, and they lay prostrate in their homes
1. |
ve ehaze |
: ve aldı, helâk etti |
2. |
ellezîne zalemû |
: zulmeden kimseleri |
3. |
es sayhatu |
: bir çığlık, bir sayha, çok kuvvetli korkunç ses |
4. |
fe |
: böylece |
5. |
asbahû |
: oldular |
6. |
fî diyâri-him |
: yurtlarında, diyarlarında |
7. |
câsimîne |
: diz üstü çöküp kaldılar |
٦٨
كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا فيهَا اَلَا اِنَّ ثَمُودَا كَفَرُوا رَبَّهُمْ اَلَا بُعْدًا لِثَمُودَ
(68) ke el lem yağnev fiha ela inne semude keferu rabbehüm ela bu’del li semud
sanki orada hiç oturmamışlardı dikkat edin! şüphesiz semud kavmi Rablerini inkar ettiler dikkat edin semud kavmi uzak olsun
(68) As if they had never dwelt and flourished there. Ah behold for the Thamud rejected their Lord and Cherisher! Ah! Behold! Removed (from sight) were the Thamud!
1. |
ke |
: gibi |
2. |
en lem yagnev |
: yaşamadılar, var olmadılar |
3. |
fî-hâ |
: orada |
4. |
e lâ |
: (öyle) değil mi |
5. |
inne |
: gerçekten |
6. |
semûde |
: Semud kavmi |
7. |
keferû |
: inkâr ettiler |
8. |
rabbe-hum |
: Rab’lerini |
9. |
e lâ |
: (öyle) değil mi |
10. |
bu’den |
: uzaklık, uzak oldu, uzak kaldı |
11. |
li semûde |
: Semud kavmi |
٦٩
وَلَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُنَا اِبْرهيمَ بِالْبُشْرى قَالُوا سَلَامًا قَالَ سَلَامٌ فَمَا لَبِثَ اَنْ جَاءَ بِعِجْلٍ حَنيذٍ
(69) ve le kad caet rusülüna ibrahime bil büşra kalu selama kale selamün fe ma lebise en cae bi iclin haniz
şanım hakkı için ibrahim’e elçilerimiz geldi müjde ile selam sana dediler size de selam dedi hemen beklemeden kızarmış buzağı getirdi
(69) There came Our Messengers to Abraham with glad tidings. They said, “Peace!” He answered, “Peace!” and hastened to entertain them with a roasted calf.
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
câet |
: geldi |
3. |
rusulu-nâ |
: resûllerimiz |
4. |
ibrâhîme |
: İbrâhîm |
5. |
bi el buşrâ |
: müjde ile |
6. |
kâlû |
: dediler |
7. |
selâmen |
: selâm |
8. |
kâle |
: dedi |
9. |
selâmun |
: selâm |
10. |
fe mâ lebise |
: bunun üzerine, çok geçmedi (gecikmeden) |
11. |
en câe bi |
: getirmesi |
12. |
iclin hanîzin |
: kızarmış buzağı |
٧٠
فَلَمَّا رَا اَيْدِيَهُمْ لَا تَصِلُ اِلَيْهِ نَكِرَهُمْ وَاَوْجَسَ مِنْهُمْ خيفَةً قَالُوا لَا تَخَفْ اِنَّا اُرْسِلْنَا اِلى قَوْمِ لُوطٍ
(70) felemma raa eydiyehüm la tesilu ileyhi nekirahüm ve evcese minhüm hiyfeh kalu la tehaf inna ürsilna ila kavmi lut
vaktaki ellerini buzağıya uzatmadıklarını görünce onları yadırgadı onlara karşı bir korku hissetti dediler korkma şüphesiz biz lut kavmine gönderildik
(70) But when he saw their hands went not towards the (meal), he felt some mistrust of them, and conceived a fear of them. They said: “Fear not: we have been sent against the people of Lut.”
1. |
fe lemmâ |
: böylece, olduğu zaman |
2. |
reâ |
: gördü |
3. |
eydiye-hum |
: onların elleri |
4. |
lâ tesilu |
: uzanmadı (vasıl olmadı) |
5. |
ileyhi |
: ona |
6. |
nekire-hum |
: onları yadırgadı (ürktü) |
7. |
ve evcese |
: ve hissetti |
8. |
min-hum |
: onlardan (dolayı) |
9. |
hîfeten |
: bir korku |
10. |
kâlû |
: dediler |
11. |
lâ tehaf |
: korkma |
12. |
in-nâ (inne-na) |
: muhakkak ki biz |
13. |
ursilnâ |
: biz gönderildik |
14. |
ilâ kavmi lûtin |
: Lut kavmine |
٧١
وَامْرَاَتُهُ قَاءِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِاِسْحقَ وَمِنْ وَرَاءِ اِسْحقَ يَعْقُوبَ
(71) vemraetühu kaimetün fe dahiket fe beşşernaha bi ishaka ve miv verai ishaka ya’kub
ibrahim’in hanımı ayakta dururken onu ishak’la müjdelediğimizde güldü ve ishak’ın arkasından yakup’un (geleceğini de)
(71) And his wife was standing (there), and she laughed: but We gave her glad tidings of Isaac, and after him, of Jacob.
1. |
ve emre’etu-hu |
: ve onun eşi, hanımı (kadını) |
2. |
kâimetun |
: ayakta, ayakta duran |
3. |
fe dahıket |
: bunun üzerine güldü, gülümsedi |
4. |
fe beşşernâ-hâ |
: o zaman onu müjdeledik |
5. |
bi ishâka |
: İshak ile |
6. |
ve min verâi |
: ve arkasından |
7. |
ishâka |
: İshak |
8. |
ya’kûbe |
: Yâkub |
Sayfa:229
٧٢
قَالَتْ يَا وَيْلَتى ءَاَلِدُ وَاَنَا عَجُوزٌ وَهذَا بَعْلى شَيْخًا اِنَّ هذَا لَشَىْءٌ عَجيبٌ
(72) kalet ya veyleta e elidü ve ene acuzüv ve haza ba’li şeyha inne haza le şey’ün acib
dedi ki vay benim başıma gelenler ben ihtiyar bir kadınım (nasıl çocuğum olabilir) ve kocamda yaşlılığına varmış şüphesiz bu çok şaşılacak bir şey
(72) She said: “Alas for me! Shall I bear a child, seeing I am an old woman, and my husband here is an old man? That would indeed be a wonderful thing!”
1. |
kâlet |
: dedi |
2. |
yâ veyletâ |
: vay, heyhat, hayret |
3. |
e elidu |
: ben mi doğuracağım |
4. |
ve ene |
: ve ben |
5. |
ecûzun |
: yaşlı, ihtiyarım |
6. |
ve hâzâ |
: ve bu |
7. |
ba’lî |
: kocam, zevcim |
8. |
şeyhan |
: ihtiyar, şeyh |
9. |
inne hâzâ |
: muhakkak ki bu |
10. |
le şey’un |
: elbette bir şeydir |
11. |
acîbun |
: şaşırtıcı, acayip |
٧٣
قَالُوا اَتَعْجَبينَ مِنْ اَمْرِ اللّهِ رَحْمَتُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ اَهْلَ الْبَيْتِ اِنَّهُ حَميدٌ مَجيدٌ
(73) kalu e ta’cebine min emrillahi rahmetüllahi ve berakatühu aleykum ehlel beyt innehu hamidüm mecid
dediler siz Allah’ın emrine Allah’ın rahmetine mi şaşırıyorsunuz ve bereketi ehli beytinin üzerindedir şüphesiz o övgüye layık, şereflidir
(73) They said: dost thou wonder at Allah’s decree? the Grace of Allah and his blessings on you, O ye people of the house for he is indeed worthy of all praise, full of all glory
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
e |
: mı |
3. |
ta’cebîne |
: şaşırıyorsun |
4. |
min emri allâhi |
: Allah’ın emrinden (dolayı), Allah’ın emrine |
5. |
rahmetu allâhi |
: Allah’ın rahmeti |
6. |
ve berekâtu-hu |
: ve onun bereketi |
7. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
8. |
ehle el beyti |
: ev halkı |
9. |
inne-hu |
: muhakkak o |
10. |
hamîdun |
: çok övülen, kendisine çok hamdedilendir |
11. |
mecîdun |
: şanı yücedir, meciddir |
٧٤
فَلَمَّا ذَهَبَ عَنْ اِبْرهيمَ الرَّوْعُ وَجَاءَتْهُ الْبُشْرى يُجَادِلُنَا فى قَوْمِ لُوطٍ
(74) felemma zehebe an ibrahimer rav’u ve caethül büşra yücadilüna fi kavmi lut
vaktaki İbrahim den korku gitti ona müjde gelince bizimle mücadeleye girişti lut kavmi için
(74) When fear had passed from (the mind of) Abraham and the glad tidings had reached him, he began to plead with us for Lut’s people.
1. |
fe lemmâ |
: artık, olunca, olduğu zaman |
2. |
zehebe |
: gitti |
3. |
an ibrâhîme |
: İbrâhîm’den |
4. |
er rev’u |
: korku |
5. |
ve câet-hu |
: ve geldi ona |
6. |
el buşrâ |
: müjde |
7. |
yucâdilu-nâ |
: bizimle mücâdele ediyor |
8. |
fî kavmi lûtın |
: Lut kavmi hakkında |
٧٥
اِنَّ اِبْرهيمَ لَحَليمٌ اَوَّاهٌ مُنيبٌ
(75) inne ibrahime le halimün evvahüm münib
şüphesiz ibrahim yumuşak tabiatlı (Allah’a) tam yönelen bağlanandı
(75) For Abraham was, without doubt, forbearing (of faults), compassionate, and given to look to Allah.
1. |
inne |
: muhakkak ki |
2. |
ibrâhîme |
: İbrâhîm |
3. |
le |
: elbette, cidden |
4. |
halîmun |
: yumuşak huylu, halim |
5. |
evvâhun |
: çok içli, çok acıyan, (Allah’a) çok yalvarandır |
6. |
munîbun |
: Allah’a yönelen, dönen kimse |
٧٦
يَا اِبْرهيمُ اَعْرِضْ عَنْ هذَا اِنَّهُ قَدْ جَاءَ اَمْرُ رَبِّكَ وَاِنَّهُمْ اتيهِمْ عَذَابٌ غَيْرُ مَرْدُودٍ
(76) ya ibrahimü a’rid an haza innehu kad cae emru rabbik ve innehüm atihüm azabün ğayru merdud
ya ibrahim bundan vazgeç şüphesiz o Rabbinden gelen kesin emirdir mutlaka onlara reddi imkansız azap gelecektir
(76) O Abraham seek not this. The decree of thy Lord hath gone forth: for them there cometh a penalty that cannot be turned back
1. |
yâ ibrâhîmu |
: ey İbrâhîm |
2. |
a’rid |
: vazgeç, yüz çevir |
3. |
an hâzâ |
: bundan |
4. |
inne-hu |
: muhakkak o, çünkü o |
5. |
kad câe |
: gelmiştir |
6. |
emru rabbi-ke |
: Rabbinin emri |
7. |
ve inne-hum |
: ve muhakkak onlar, onlara |
8. |
âtî-him |
: onlara geldi |
9. |
azâbun |
: bir azap |
10. |
gayru merdûdin |
: geri çevrilemez, reddedilemez |
٧٧
وَلَمَّا جَاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا سىءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هذَا يَوْمٌ عَصيبٌ
(77) ve lemma caet rusülüna lutan sie bihim ve daka bihim zer’av ve kale haza yevmün asiyb
vaktaki elçilerimiz lut’a geldiler onların yüzünden fenalaştı daraldı (kolları düştü) dedi bu zor bir gün
(77) When Our Messengers came to Lut, he was grieved on their account and felt himself powerless (to protect) them. He said: “This is a distressful day.”
1. |
ve lemmâ |
: ve olduğu zaman |
2. |
câet |
: geldi |
3. |
resulu-nâ |
: resûlümüz |
4. |
lûtan |
: Lut |
5. |
sîe bi-him |
: onlarla, onlardan dolayı fena oldu, üzüldü |
6. |
ve dâka bi-him zer’an |
: ve onlardan dolayı içi daralıp, telâşlandı |
7. |
ve kâle |
: ve dedi |
8. |
hâzâ |
: bu |
9. |
yevmun |
: gün |
10. |
asîbun |
: sıkıntılı, son derece kötü, zorlu |
٧٨
وَجَاءَهُ قَوْمُهُ يُهْرَعُونَ اِلَيْهِ وَمِنْ قَبْلُ كَانُوا يَعْمَلُونَ السَّيِّاَتِ قَالَ يَا قَوْمِ هؤُلَاءِ بَنَاتى هُنَّ اَطْهَرُ لَكُمْ فَاتَّقُوا اللّهَ وَلَا تُخْزُونِ فى ضَيْفى اَلَيْسَ مِنْكُمْ رَجُلٌ رَشيدٌ
(78) ve caehu kavmühu yühraune ileyhi ve min kablü kanu ya’melunes seyyiat kale ya kavmi haülai benati hünne atheru leküm fettekullahe ve la tuhzuni fi dayfi e leyse minküm racülür raşid
kavmi lut’a geldi acele acele koşarak daha önce kötü işler yapanlar dedi ki ey kavmim işte bunlar kızlarım onlar sizin için daha temizdir artık Allah’tan sakının beni rezil etmeyiniz misafirlerime karşı sizin içinizde yok mu? aklını kullanan bir şahıs
(78) And his people came rushing towards him, and they had been long in the habit of practising abominations. He said: O my people here are my daughters: they are purer for you (if ye marry) now fear Allah, and cover me not with shame about my guests is there not among you a single right minded man?
1. |
ve câe-hu |
: ve ona geldi |
2. |
kavmu-hu |
: onun kavmi |
3. |
yuhreûne |
: süratle koşarak |
4. |
ileyhi |
: ona, yanına |
5. |
ve min kablu |
: ve önceden |
6. |
kânû |
: idiler |
7. |
ya’melûne es seyyiâti |
: kötülük yapıyorlar |
8. |
kâle |
: dedi |
9. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
10. |
hâulâi |
: işte bunlar |
11. |
benâtî |
: kızlarım |
12. |
hunne |
: onlar |
13. |
etharu |
: daha temiz |
14. |
lekum |
: sizin için |
15. |
fettekullâhe (fe itteku allâhe) |
: artık Allah’a karşı takva sahibi olun |
16. |
ve lâ tuhzû-ni |
: ve beni utandırmayın, rezil, rüsva etmeyin |
17. |
fî dayfî |
: misafirlerim arasında, yanında |
18. |
e leyse |
: değil mi, yok mu |
19. |
min-kum |
: sizden, sizin içinizden, sizin içinizde, sizin aranızda |
20. |
raculun |
: bir erkek |
21. |
reşîdun |
: reşid olan, irşad eden |
٧٩
قَالُوا لَقَدْ عَلِمْتَ مَالَنَا فى بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّ وَاِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُريدُ
(79) kalu le kad alimte ma lena fi benatike min hakk ve inneke le ta’lemü ma nurid
dediler ki kesinlikle bilirsin bizim senin kızlarının üzerinde bir hakkımız olmayacağını muhakkak sen de bilirsin bizim ne istediğimizi
(79) They said: well dost thou know we have no need of thy daughters: indeed thou knowest quite well what we want
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
lekad |
: andolsun |
3. |
alimte |
: sen bildin, senin bildiğin (gibi) |
4. |
mâ |
: yok, değil |
5. |
lenâ |
: bizim için |
6. |
fî benâti-ke |
: senin kızlarında, kızların hakkında, konusunda |
7. |
min hakkın |
: bir hak (haktan) |
8. |
ve inne-ke |
: ve muhakkak sen |
9. |
le ta’lemu |
: elbette biliyorsun |
10. |
mâ nurîdu |
: ne istediğimizi (maksadımızı) |
٨٠
قَالَ لَوْ اَنَّ لى بِكُمْ قُوَّةً اَوْ اوى اِلى رُكْنٍ شَديدٍ
(80) kale lev enne li biküm kuvveten ev avi ila ruknin şedid
dedi size karşı benim bir kuvvetim yoktur yahut sığınağım şiddetli taraftar ve dayanağım
(80) He said: would that I had power to suppress you or that I could betake myself to some powerful support.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
lev enne |
: keşke olsaydı |
3. |
lî |
: benim |
4. |
bikum |
: size, size karşı |
5. |
kuvveten |
: bir kuvvet, bir güç |
6. |
ev |
: veya |
7. |
âvî |
: sığınırım, iltica ederim |
8. |
ilâ ruknin |
: bir desteğe, dayanağa, taraftara |
9. |
şedîdin |
: şiddetli, kuvvetli, güçlü |
٨١
قَالُوا يَا لُوطُ اِنَّا رُسُلُ رَبِّكَ لَنْ يَصِلُوا اِلَيْكَ فَاَسْرِ بِاَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ الَّيْلِ وَلَا يَلْتَفِتْ مِنْكُمْ اَحَدٌ اِلَّا امْرَاَتَكَ اِنَّهُ مُصيبُهَا مَا اَصَابَهُمْ اِنَّ مَوْعِدَهُمُ الصُّبْحُ اَلَيْسَ الصُّبْحُ بِقَريبٍ
(81) kalu ya lutu inna rusülü rabbike ley yesilu ileyke fe esri bi ehlike bi kıt’im minel leyli ve la yeltefit minküm ehadün illemraetek innehu müsiybüha ma esabehüm inne mev’idehümüs subh e leyses subhu bi karib
dediler ki ya lut şüphesiz biz Rabbinin elçileriyiz sana asla ulaşamazlar artık gecenin bir kısmında ehlin ile gece çık git geri kalmasın sizden hiçbiriniz ancak hanımı (hariç) muhakkak ona da isabet edecektir kavmine gelen o musibet şüphesiz ona vaat edilen sabahtır sabah vakti yakın değil mi?
(81) (The Messengers) said: “O Lut! we are Messengers from thy Lord! By no means shall they reach thee! Now travel with thy family while yet a part of the night remains, and let not any of you look back: but thy wife (will remain behind): to her will happen what happens to the people. Morning is their time appointed: is not the morning nigh?”
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
ya lûtu |
: ey Lut |
3. |
in-nâ |
: muhakkak ki biz |
4. |
rusulu |
: resûller, elçiler |
5. |
rabbi-ke |
: senin Rabbin |
6. |
len yasilû |
: asla ulaşamazlar (vasıl olamazlar) |
7. |
ileyke |
: sana |
8. |
fe esri |
: hemen gece çık yürü |
9. |
bi ehli-ke |
: (senin) ailenle birlikte |
10. |
bi kıt’ın |
: bir kısmında (bir parçasında, bir kıtasında) |
11. |
min el leyli |
: geceden, gecenin |
12. |
ve lâ yeltefit |
: ve (yüzünüzü) geri dönmeyin |
13. |
min-kum |
: sizden |
14. |
ehadun |
: birisi, bir kimse |
15. |
illâ emreete-ke |
: senin hanımın (kadının) hariç |
16. |
inne-hu |
: muhakkak, çünkü o, çünkü |
17. |
musîbu-hâ |
: ona isabet eden (edecek) |
18. |
mâ |
: şey |
19. |
esâbe-hum |
: onlara isabet etti |
20. |
inne |
: muhakkak ki |
21. |
mev’ıde-hum |
: onlara vaadedilen |
22. |
es subhu |
: sabah (vakti) |
23. |
e leyse |
: değil mi |
24. |
es subhu |
: sabah (vakti) |
25. |
bi karîbin |
: yakın |
Sayfa:230
٨٢
فَلَمَّا جَاءَ اَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِنْ سِجّيلٍ مَنْضُودٍ
(82) felemma cae emruna cealna aliyeha safileha ve emtarna aleyha hicaratem min siccilim mendud
vaktaki emrimiz geldi onların üstlerini altlarına getirdik yağdırdık onların üzerine siccilden pişmiş taşlar üst üste binmiş olarak
(82) When Our decree issued, We turned (the cities) upside down, and rained down on them brimstones hard as baked clay, spread, layer on layer-
1. |
fe lemmâ |
: artık olduğu zaman |
2. |
câe |
: geldi |
3. |
emru-nâ |
: emrimiz |
4. |
cealnâ |
: biz kıldık, yaptık |
5. |
âliye-hâ |
: onu en yüksek |
6. |
sâfile-hâ
(ceale âliye-hâ sâfile-hâ) |
: onu en alçak
: (onun altını üstüne getirdi) |
7. |
ve emtar-nâ |
: ve yağdırdık |
8. |
aleyhâ |
: onun üzerine |
9. |
hicâreten |
: taşlar |
10. |
min siccîlin |
: siccilden (pişirilip sertleştirilmiş kerpiçten yapılmış) |
11. |
mendûdin |
: dizilip hazırlanmış, istif edilmiş (veya ardarda gelen) |
٨٣
مُسَوَّمَةً عِنْدَ رَبِّكَ وَمَا هِىَ مِنَ الظَّالِمينَ بِبَعيدٍ
(83) müsevvemeten inde rabbik ve ma hiye minez zalimine bi beiyd
Rabbin katında damgalanmışlardı bu, o zalimlerden uzak değildi
(83) Marked as from thy Lord: nor are they ever far from those who do wrong!
1. |
musevvemeten |
: damgalanmış, işaretlenmiş |
2. |
inde |
: katında, indinde, yanında |
3. |
rabbi-ke |
: senin Rabbin |
4. |
ve mâ |
: ve değildir |
5. |
hiye |
: o |
6. |
min ez zâlimîne |
: zalimlerden |
7. |
bi baîdin |
: uzak |
٨٤
وَاِلى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ وَلَا تَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْميزَانَ اِنّى اَريكُمْ بِخَيْرٍ وَاِنّى اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُحيطٍ
(84) ve ila medyene ehahüm şüayba kale ya kavmi’ büdüllahe maleküm min ilahin ğayruh ve la tenkusul mikyale vel mizane inni eraküm bi hayriv ve inni ehafü aleyküm azabe yevmim mühiyt
medyen kavmine de kardeşleri şuayb’ı (gönderdik) dedi ki ey kavmim Allah’a kulluk edin sizin için yok ondan başka bir ilah eksik tutmayın ölçeği ve tartıyı şüphesiz ben sizi bolluk içinde görüyorum gerçekten ben sizin için korkuyorum kuşatıcı azap gününün gelmesinden
(84) To the Madyan people (We sent) Shu’aib, one of their own brethren: he said: “O my people! worship Allah: ye have no other god but Him. And give not short measure or weight: I see you in prosperity, but I fear for you the Penalty of a Day that will compass (you) all round.
1. |
ve ilâ medyene |
: ve Medyen kavmine |
2. |
ehâ-hum |
: onların kardeşi |
3. |
şuayben |
: Şuayb |
4. |
kâle |
: dedi |
5. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
6. |
u’budû allâhe |
: Allah’a kul olun |
7. |
mâ |
: yoktur |
8. |
lekum |
: size, sizin için |
9. |
min ilâhin |
: bir ilâh |
10. |
gayru-hu |
: ondan başka |
11. |
ve lâ tenkusû |
: ve eksiltmeyin |
12. |
el mikyâle |
: ölçek |
13. |
ve el mîzâne |
: ve tartı, mizan |
14. |
innî |
: gerçekten, muhakkak ben |
15. |
erâ-kum |
: sizi görüyorum |
16. |
bi hayrin |
: hayırda (refah ve bollukta) |
17. |
ve in-nî |
: ve gerçekten, muhakkak ben |
18. |
ehâfu |
: korkuyorum |
19. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
20. |
azâbe |
: azap |
21. |
yevmin muhîtin |
: ihata eden (kuşatan) gün |
٨٥
وَيَا قَوْمِ اَوْفُوا الْمِكْيَالَ وَالْميزَانَ بِالْقِسْطِ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِى الْاَرْضِ مُفْسِدينَ
(85) ve ya kavmi evfül mikyale vel mizane bil kısti ve la tebhasün nase eşyaehüm ve la ta’sev fil erdi müfsidin
ey kavmim ölçeği ve tartıyı adalet ile tutun eksik vermeyin insanlara eşyalarını ve yeryüzünde bozgunculuk yapmayın ifsat ediciler (olarak)
(85) “And O my people! give just measure and weight, nor withhold from the people the things that are their due: commit not evil in the land with intent to do mischief.
1. |
ve yâ kavmi |
: ve ey kavmim |
2. |
evfû |
: ifa edin (yerine getirin) |
3. |
el mikyâle |
: ölçek |
4. |
ve el mîzâne |
: ve tartı, mizan |
5. |
bi el kıstı |
: adalet ile |
6. |
ve lâ tebhasû en nâse |
: ve insanlara eksiltmeyin |
7. |
eşyâe-hum |
: onların eşyaları (şeyleri), hakları |
8. |
ve lâ ta’sev |
: ve karışıklık, bozgunculuk yapmayın, fesat çıkarmayın |
9. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
10. |
mufsidîne |
: fesat çıkaranlar |
٨٦
بَقِيَّتُ اللّهِ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ وَمَا اَنَا عَلَيْكُمْ بِحَفيظٍ
(86) bakiyyetüllahi hayrul leküm in küntüm mü’minin ve ma ene aleyküm bi hafiyz
Allah’ın kar hakkı olarak bıraktığı sizin için hayırlıdır eğer sizler (Allah’a) inanırsanız ben sizin üzerinizde gözetici değilim
(86) “That which is left you by Allah is best for you, if ye (but) believed! But I am not set over you to keep watch!”
1. |
bakıyyetu allâhi |
: Allah’ın bakiyesi (ticaretin bıraktığı kâr, helâl kazanç) |
2. |
hayrun |
: daha hayırlıdır |
3. |
lekum |
: sizin için |
4. |
in kuntum |
: eğer iseniz |
5. |
mu’minîne |
: mü’minler |
6. |
ve mâ ene |
: ve ben değilim |
7. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
8. |
bi hafîzin |
: muhafız, gözleyici |
٨٧
قَالُوا يَاشُعَيْبُ اَصَلوتُكَ تَاْمُرُكَ اَنْ نَتْرُكَ مَا يَعْبُدُ ابَاؤُنَا اَوْ اَنْ نَفْعَلَ فى اَمْوَالِنَا مَا نَشؤُا اِنَّكَ لَاَنْتَ الْحَليمُ الرَّشيدُ
(87) kalu ya şüaybü e salatüke te’müruke en netruke ma ya’büdü abaüna ev en nef’ale fi emvalina ma neşa’ inneke le entel halimür raşid
dediler ki ya Şuayb kıldığın namazların mı sana emrediyor terk etmemizi atalarımızın yaptıklarını yahut mallarımızla istediğimizi yapmaktan (vazgeçmemizi) gerçekten sen yumuşak huylu aklı kemale ermiş birisin
(87) They said: O Shu’aib does thy (religion of) prayer command thee that we leave off the worship which our fathers practised, or that we leave off doing what we like with our property? truly, thou art the one that forbeareth with faults and is right minded
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ şuaybu |
: ey Şuayb |
3. |
e salâtu-ke |
: senin namazın mı |
4. |
te’muru-ke |
: sana emrediyor |
5. |
en netruke |
: bırakmamız, terketmemiz, vazgeçmemiz |
6. |
mâ ya’budu |
: ibadet ettiği şeyleri |
7. |
âbâu-nâ |
: atalarımız, babalarımız |
8. |
ev |
: veya, ve de |
9. |
en nef’ale |
: yapmamız |
10. |
fî emvâli-nâ |
: mallarımız hakkında, konusunda, mallarımıza |
11. |
mâ neşâu |
: dilediğimiz şeyi |
12. |
inne-ke |
: muhakkak ki sen |
13. |
le ente |
: elbette sen |
14. |
el halîmu |
: yumuşak huylu, halim |
15. |
er reşîdu |
: irşad eden, rüşde ermiş |
٨٨
قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّى وَرَزَقَنى مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا وَمَا اُريدُ اَنْ اُخَالِفَكُمْ اِلى مَا اَنْهيكُمْ عَنْهُ اِنْاُريدُ اِلَّا الْاِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفيقى اِلَّا بِاللّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَاِلَيْهِ اُنيبُ
(88) kale ya kavmi eraeytüm in küntü ala beyyinetim mir rabbi ve razekani minhü rizkan hasena ve ma üridü en ühalifeküm ila ma enhaküm anh in üridü illel islaha mesteta’t ve ma tevfikiy illa billah aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünib
dedi ki ey kavmim söyleyin bana eğer ben Rabbimden bir beyyine üzerindeysem ve ben rızıklanmşsam onun tarafından rızıkla düşmek istemiyorum size muhalefet etmek onlardan sizleri men ettiğim şeylerden ben ancak gücümün yettiği şeyleri ıslaha çalışırım benim başarım ancak Allah’a aittir ben O’na güvendim ve O’na yönelip bağlandım
(88) He said: O my people see ye whether I have a clear (sign) from my Lord, and he hath given me Sustenance (pure and) good as from Himself? I wish not, in opposition to you, to do that which I forbid you to do. I only desire (you) betterment to the best of my power and my success (in my task) can only come from Allah. In him I trust, and unto him I look.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
3. |
e reeytum |
: sizin görüşünüz (bu) mu |
4. |
in kuntu |
: eğer ben, isem |
5. |
alâ beyyinetin |
: bir belge, delil üzerinde |
6. |
min rabbî |
: Rabbimden |
7. |
ve rezeka-nî |
: ve beni rızıklandırdı |
8. |
min-hu |
: ondan, kendinden |
9. |
rızkan |
: bir rızık |
10. |
hasenen |
: güzel |
11. |
ve mâ urîdu |
: ve ben istemiyorum |
12. |
en uhâlife-kum |
: size muhalefet etmek, karşı çıkmak |
13. |
ilâ mâ |
: şeylere |
14. |
enhâ-kum |
: size yasakladım |
15. |
an-hu |
: ondan |
16. |
in urîdu |
: benim istediğim (ise) |
17. |
illâ el ıslâha |
: sadece, ancak ıslâh etmek |
18. |
mesteta’tu (mâ isteta’tu) |
: gücümün yettiği (şey) kadar |
19. |
ve tevfîkî |
: ve benim muvaffak olmam, benim başarım |
20. |
mâ illâ |
: ancak, …dır (…den başka değil) |
Sayfa:231
٨٩
وَيَا قَوْمِ لَا يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقى اَنْ يُصيبَكُمْ مِثْلُ مَا اَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ اَوْ قَوْمَ هُودٍ اَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِنْكُمْ بِبَعيدٍ
(89) ve ya kavmi la yecrimenne küm şikakiy ey yüsiybeküm mislü ma esabe kavme nuhin ev kavme hudin ev kavme salih ve ma kavmü lutim minküm bi beiyd
ey kavmim size isabet etmesin bana karşı gelmeniz aynı mislini size isabet ettirir isabet etmiş (musibetler) nuh kavmine veya hud kavmine veya salih kavmine lut kavmi sizden uzak değildir
(89) And O my people let not my dissent (from you) cause you to sin, lest ye suffer a fate similar to that of the people of Noah or of Hud or of Salih, nor are the people of Lut far off from you
1. |
ve yâ kavmi |
: ve ey kavmim |
2. |
lâ yecrimenne-kum |
: sakın olmasın, size isabet etmesin |
3. |
şikâkî |
: bana karşı gelmeniz |
4. |
en yusîbe-kum |
: size isabet ettirmesi |
5. |
mislu |
: bir benzeri |
6. |
mâ esâbe |
: isabet eden şey |
7. |
kavme nûhin |
: Nuh kavmi |
8. |
ev |
: veya |
9. |
kavme hûdin |
: Hud kavmi |
10. |
ev |
: veya |
11. |
kavme sâlihın |
: Salih kavmi |
12. |
ve mâ |
: ve değildir |
13. |
kavmu lûtin |
: Lut kavmi |
14. |
min-kum |
: sizden |
15. |
bi baîdin |
: uzak |
٩٠
وَاسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا اِلَيْهِ اِنَّ رَبّى رَحيمٌ وَدُودٌ
(90) vestağfiru rabbeküm sümme tubu ileyh inne rabbi rahiymüv vedud
Rabbinizden bağışlanma isteyin sonra o’na tövbe edin şüphesiz Rabbim merhametli (ve) çok sevendir
(90) But ask forgiveness of your Lord, and turn unto him (in repentance): for my Lord is indeed full of mercy and loving kindness.
1. |
ve istagfirû |
: ve mağfiret dileyin, isteyin |
2. |
rabbe-kum |
: Rabbinizin |
3. |
summe |
: sonra |
4. |
tûbû |
: tövbe edin (resûlün veya mürşidin önünde) |
5. |
ileyhi |
: ona |
6. |
inne |
: muhakkak ki |
7. |
rabbî |
: benim Rabbim |
8. |
rahîmun |
: rahmet nuru gönderendir |
9. |
vedûdun |
: sevendir |
٩١
قَالُوا يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثيرًا مِمَّا تَقُولُ وَاِنَّا لَنَريكَ فينَا ضَعيفًا وَلَوْلَا رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ وَمَا اَنْتَ عَلَيْنَا بِعَزيزٍ
(91) kalu ya şüaybü ma nefkahü kesiram mimma tekulü ve inna le nerake fina daiyfa ve lev la rahtuke le racemnake ve ma ente aleyna bi aziz
dediler ki ya şuayb biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz gerçekten biz seni görüyoruz içimizde zayıflardan velev senin aşiretin (olmasaydı) seni recm ederdik ve senin bizim üzerimizde bir üstünlüğün yok
(91) They said: O Shu’aib much of what thou sayest we do not understand in fact among us we see that thou hast no strength were it not for thy family, we should certainly have stoned thee for thou hast among us no great position
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ şuaybu |
: ey Şuayb |
3. |
mâ nefkahu |
: fıkıh edemedik, anlayamadık, idrak edemedik |
4. |
kesîren |
: çok, çoğu |
5. |
mim mâ (min mâ) tekûlu |
: söylediğin şeyler |
6. |
ve in-nâ |
: ve muhakkak, biz |
7. |
le nerâ-ke |
: cidden seni görüyoruz |
8. |
fî-nâ |
: içimizde |
9. |
daîfen |
: zayıf olan, zayıf |
10. |
ve lev lâ |
: ve olmasaydı |
11. |
rehtu-ke |
: senin gurubun (on kişiden az olan erkek grubu) |
12. |
le recemnâ-ke |
: mutlaka seni taşlardık (taşlayarak öldürürdük) |
13. |
ve mâ |
: ve değil |
14. |
ente |
: sen |
15. |
aleynâ |
: bize karşı |
16. |
bi azîzin |
: azîz, güçlü ve üstün |
٩٢
قَالَ يَا قَوْمِ اَرَهْطى اَعَزُّ عَلَيْكُمْ مِنَ اللّهِ وَاتَّخَذْتُمُوهُ وَرَاءَكُمْ ظِهْرِيًّا اِنَّ رَبّى بِمَا تَعْمَلُونَ مُحيطٌ
(92) kale ya kavmi erahtiy eazzü aleyküm minellah vettehaztümuhü veraeküm zihriyya inne rabbi bi ma ta’melune mühiyt
ey kavmim dedi benim aşiretim size Allah’tan daha mı izzetli (Allah’ın gücünü unutup) onu sırtınızın arkasına attınız şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı kuşatandır
(92) He said: O my people is then my family of more consideration with you than Allah? for ye cast him away behind your backs (with contempt). But verily my Lord encompasseth on all sides all that ye do
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
3. |
e |
: mi |
4. |
rahtî |
: arkadaş gurubu, raht |
5. |
eazzu |
: daha azîz |
6. |
aleykum |
: size, sizin yanınızda |
7. |
min allâhi |
: Allah’tan |
8. |
ve ittehaztumû-hu |
: ve onu edindiniz, kabul ettiniz, öyle yaptınız |
9. |
verâe-kum |
: arkanıza |
10. |
zıhriyyen |
: arkaya atarak (unutarak) |
11. |
inne |
: muhakkak, şüphesiz |
12. |
rabbî |
: benim Rabbim |
13. |
bi mâ |
: şeyleri |
14. |
ta’melûne |
: yapıyorsunuz |
15. |
muhîtun |
: sarıp kuşatan, ihata eden |
٩٣
وَيَا قَوْمِ اعْمَلُوا عَلى مَكَانَتِكُمْ اِنّى عَامِلٌ سَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَاْتيهِ عَذَابٌ يُخْزيهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ وَارْتَقِبُوا اِنّى مَعَكُمْ رَقيبٌ
(93) ve ya kavmi’melu ala mekanetiküm inni amil sevfe ta’lemune mey ye’tihi azabüy yuhzihi ve men hüve kazib vertekibu inni meaküm rakiyb
ey kavmim amellerinizi yapınız sizler bulunduğunuz durum üzere muhakkak ben de çalışanlardanım ilerde bileceksiniz kime geleceğini o rüsva edecek azabın ve kimin yalancı olduğunu gözetleyin muhakkak ben de sizinle beraber gözetleyiciyim
(93) And O my people do whatever ye can: I will do (my part): soon will ye know who it is on whom descends the penalty of ignominy, and who is a liar and watch ye for I too and watching with you
1. |
ve yâ kavmi ı’melû |
: ve ey kavmim, yapın |
2. |
alâ mekânetikum) |
: siz yapacağınız şeyi |
3. |
in-nî |
: muhakkak, şüphesiz ben |
4. |
âmilun |
: amel eden, yapan |
5. |
sevfe ta’lemûne |
: yakında bileceksiniz |
6. |
men |
: kim, kime |
7. |
ye’tî-hi |
: ona gelir |
8. |
azâbun |
: azap |
9. |
yuhzî-hi |
: onu alçaltır |
10. |
ve men |
: ve kim |
11. |
huve |
: o |
12. |
kâzibun |
: yalancı |
13. |
ve irtekibû |
: ve bekleyin, gözetin |
14. |
in-nî |
: muhakkak, şüphesiz ben |
15. |
mea-kum |
: sizinle beraber |
16. |
rakîbun |
: bekleyen, gözleyen |
٩٤
وَلَمَّا جَاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا شُعَيْبًا وَالَّذينَ امَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَاَخَذَتِ الَّذينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَاَصْبَحُوا فى دِيَارِهِمْ جَاثِمينَ
(94) ve lemma cae emruna necceyna şüaybev vellezine amenu meahu bi rahmetim minna ve ehazetil lezine zalemus sayhatü fe asbehu fi diyarihim casimin
vaktaki emrimiz geldi kurtardık Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmet ile yakaladı zulüm edenleri korkunç bir sayha böylece yurtlarından diz üstü çökenlerden oldular
(94) When our decree issued, we saved Shu’aib those who believed with him, by (special) mercy from our salves: but the (mighty) blast did seize the wrongdoers, and they lay prostrate in their homes by the morning
1. |
ve lemmâ |
: ve olduğu zaman |
2. |
câe |
: geldi |
3. |
emru-nâ |
: emrimiz |
4. |
necceynâ |
: kurtardık |
5. |
şuayben |
: Şuayb |
6. |
ve ellezîne âmenû |
: ve âmenû olan kimseler |
7. |
mea-hu |
: onunla beraber |
8. |
bi rahmetin |
: rahmetle |
9. |
min-nâ |
: bizden |
10. |
ve ehazet |
: ve helâk etti, aldı |
11. |
ellezîne zalemû |
: zulmeden kimseleri |
12. |
es sayhatu |
: sayha, korkunç bir ses |
13. |
fe asbahû |
: böylece oldular |
14. |
fî diyâri-him |
: kendi diyarlarında, yurtlarında |
15. |
câsimîne |
: diz üstü çökmüş olanlar (olarak) |
٩٥
كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا فيهَا اَلَا بُعْدًا لِمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ
(95) keel lem yağnev fiha ela bu’del li medyene kema beidet semud
sanki orada hiç yaşamamışlardı dikkat edin! medyen uzak olsun semud kavminin uzak olduğu gibi
(95) As if they had never dwelt and flourished there Ah behold how the Madyan were removed (from sight) as were removed the Thamud
1. |
ke |
: gibi |
2. |
en lem yagnev |
: yaşamadılar, var olmadılar |
3. |
fî-hâ |
: onun içinde, orada |
4. |
e lâ |
: (öyle) değil mi, olmadı mı |
5. |
bu’den |
: uzak oldu, uzaklaştırıldı |
6. |
li medyene |
: Medyen kavmi için |
7. |
kemâ |
: gibi |
8. |
baıdet |
: uzak oldu |
9. |
semûdu |
: Semud kavmi |
٩٦
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسى بِايَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبينٍ
(96) ve le kad erselna musa bi ayatina ve sültanim mübin
gerçekten Musa’yı biz gönderdik ayetlerimizle ve açık mucizelerimizle
(96) And we sent Moses, with our clear (Signs) and an authority manifest
1. |
ve lekad |
: ve andolsun |
2. |
erselnâ |
: biz gönderdik |
3. |
mûsâ |
: Musa |
4. |
bi âyâti-nâ |
: âyetlerimizle |
5. |
ve sultânin |
: ve bir sultan |
6. |
mubînin |
: apaçık (beyan edilmiş) |
٩٧
اِلى فِرْعَوْنَ وَمَلَاءِه فَاتَّبَعُوا اَمْرَ فِرْعَوْنَ وَمَا اَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشيدٍ
(97) ila fir’avne ve meleihi fettebeu emra fir’avn ve ma emru fir’avne bi raşid
firavun ve onun idarecilerine sonra uydular firavunun emrine firavunun emirleri akla uygun değildi
(97) Unto Pharaoh and his chiefs: but they followed the command of Pharaoh, and the command of Pharaoh was no right (guide)
1. |
ilâ fir’avne |
: firavuna |
2. |
ve melâi-hi |
: ve onun ileri gelenleri |
3. |
fe ittebeû |
: fakat, tâbî oldular |
4. |
emre fir’avne |
: firavunun emri |
5. |
ve mâ |
: ve değildi |
6. |
emru fir’avne |
: firavunun emri |
7. |
bi reşîdin |
: irşad edici |
Sayfa:232
٩٨
يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيمَةِ فَاَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِءْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ
(98) yakdümü kavmehu yevmel kıyameti fe evradehümün nar ve bi’sel virdül mevrud
kıyamet günü o kavminin önüne geçerek onları ateşe götürecektir vardıkları yer ne kötü bir yerdir
(98) He will go before his people on the day of judgment, and lead them into the fire (as cattle are led to water): but woeful indeed will be the place to which they are led
1. |
yakdumu |
: öne geçecek, önderlik yapacak |
2. |
kavme-hu |
: onun kavmi, kendi kavmi |
3. |
yevme el kıyâmeti |
: kıyâmet günü |
4. |
fe |
: böylece |
5. |
evrede-hum |
: onları girdirdi (götürür, götürecek) |
6. |
en nâre |
: ateş |
7. |
ve bi’se |
: ve (ne) kötü |
8. |
el virdu |
: yer |
9. |
el mevrûdu |
: vardıkları yer, girdikleri yer |
٩٩
وَاُتْبِعُوا فى هذِه لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيمَةِ بِءْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ
(99) ve ütbiu fi hazihi la’netev ve yevmel kıyameh bi’ser rifdül merfud
takip edildiler bu lanetleri ile kıyamet gününe (kadar) verilen bahşiş ne kötü bahşiştir
(99) And they are followed by a curse in this (life) and on the day of judgment: and woeful is the gift which shall be given (unto them)
1. |
ve utbiû |
: ve tâbî tutuldular |
2. |
fî hâzi-hi |
: bunda, burada |
3. |
la’neten |
: lânet |
4. |
ve yevme el kıyâmeti |
: ve kıyâmet günü |
5. |
bi’se |
: (ne) kötü |
6. |
er rifdu |
: bağış, bahşiş |
7. |
el merfûdu |
: verilen bağış, bahşiş |
١٠٠
ذلِكَ مِنْ اَنْبَاءِ الْقُرى نَقُصُّهُ عَلَيْكَ مِنْهَا قَاءِمٌ وَحَصيدٌ
(100) zalike min embail kura nekussuhu aleyke minha kaimüv ve hasiyd
işte bunlar beldelerin haberlerindendir onu sana anlatıyoruz onlardan bir kısmını ayakta (bir kısmını da) hasat edilmiş olan (izleri silinmiş olup izi kalmayan)
(100) These are some of the stories of communities which we relate unto thee: of them some are standing, and some have been mown down (by the sickle of time).
1. |
zâlike |
: işte bu |
2. |
min enbâi |
: haberlerden |
3. |
el kurâ |
: beldeler, ülkeler |
4. |
nekussu-hu |
: onu anlatıyoruz, kıssa ediyoruz |
5. |
aleyke |
: sana |
6. |
min-hâ |
: ondan |
7. |
kâimun |
: ayakta kalan (izleri hâlâ duran) |
8. |
ve hasîdun |
: ve hasat edilmiş olan (izleri silinmiş olup izi kalmayan) |
١٠١
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلكِنْ ظَلَمُوا اَنْفُسَهُمْ فَمَا اَغْنَتْ عَنْهُمْ الِهَتُهُمُ الَّتى يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ مِنْ شَىْءٍ لَمَّا جَاءَ اَمْرُ رَبِّكَ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبيبٍ
(101) ve ma zalemnahüm ve lakin zalemu enfüsehüm fe ma ağnet anhüm alihetühümül leti yed’une min dunillahi min şey’il lemma cae emru rabbik ve ma zaduhüm ğayra tetbib
biz onlara zulüm etmedik lakin onlar kendi nefislerine zulmettiler artık hiçbir fayda sağlamadı ilahları onlara Allah’tan başka yaptıkları şeylerde vaktaki Rabbinin emri geldiğinde onların ziyadeleşen helaklarından başka (bir şey) olmadı
(101) It was not we that wronged them: they wronged their own souls: the deities, other than Allah, whom they invoked profited them no whit when there issued the decree of thy Lord: nor did they add aught (to their lot) but perdition
1. |
ve mâ zalemnâ-hum |
: ve biz onlara zulmetmedik |
2. |
ve lâkin |
: ve lâkin |
3. |
zalemû |
: zulmettiler |
4. |
enfuse-hum |
: onların nefsleri, kendileri |
5. |
fe |
: artık |
6. |
mâ agnet |
: gani olmadı, fayda vermedi |
7. |
an-hum |
: onlardan, onlara |
8. |
âlihetu-hum |
: onların ilâhları |
9. |
elletî yed’ûne |
: dua ettikleri (ki ona dua ederler) |
10. |
min dûni allâhi |
: Allah’tan başka |
11. |
min şey’in |
: bir şey |
12. |
lemmâ câe emru |
: emir geldiği zaman |
13. |
rabbi-ke |
: senin Rabbin |
14. |
ve mâ |
: ve olmadı |
15. |
zâdû-hum |
: onlara arttırdı |
16. |
gayre |
: başka |
17. |
tetbîbin |
: helâk olma, ziyana uğrama |
١٠٢
وَكَذلِكَ اَخْذُ رَبِّكَ اِذَا اَخَذَ الْقُرى وَهِىَ ظَالِمَةٌ اِنَّ اَخْذَهُ اَليمٌ شَديدٌ
(102) ve kezalike ahzü rabbike iza ehazel kura ve hiye zalimeh inne ahzehu elimün şedid
işte Rabbim böyle yakalar yakaladığı zaman zalimlerin olduğu beldeleri gerçekten onun yakalaması çok şedittir
(102) Such is the chastisement of thy Lord when he chastises communities in the midst of their wrong: grievous, indeed, and severe is his chastisement
1. |
ve kezâlike |
: ve onun gibi, böyle, böylece |
2. |
ahzu |
: yakalaması, alması |
3. |
rabbi-ke |
: senin Rabbin |
4. |
izâ |
: olduğu zaman |
5. |
ehaze |
: aldı, yakaladı |
6. |
el kurâ |
: belde, ülke, ülkeler, ülke halkı |
7. |
ve hiye |
: ve o |
8. |
zâlimetun |
: zulmetmek, zulüm işlemek, zalimdir |
9. |
inne |
: muhakkak, gerçekten |
10. |
ahze-hu |
: onun yakalaması, cezası |
11. |
elîmun |
: elîm, acı |
12. |
şedîdun |
: şiddetli |
١٠٣
اِنَّ فى ذلِكَ لَايَةً لِمَنْ خَافَ عَذَابَ الْاخِرَةِ ذلِكَ يَوْمٌ مَجْمُوعٌ لَهُ النَّاسُ وَذلِكَ يَوْمٌ مَشْهُودٌ
(103) inne fi zalike le ayetel li men hafe azabel ahirah zalike yevmim mecmuun lehu en nasu ve zalike yevmün meşhüd
şüphesiz bu ayetlerde bir ibret vardır ahiret azabından korkan kimse için işte bunlar bütün insanların toplanmış olduğu gündür böylece (herkes) o gün hazır olacak
(103) In that is a sign for those who feel the penalty of the Hereafter: that is a day for which mankind will be gathered together: that will be a day of testimony.
1. |
inne |
: muhakkak, gerçekten |
2. |
fî zâlike |
: bunda vardır |
3. |
le âyeten |
: elbette bir âyet (delil) |
4. |
li men hâfe |
: korkan kimse için |
5. |
azâbe el âhıreti |
: ahiret azabı |
6. |
zâlike |
: işte bu |
7. |
yevmun mecmûun |
: toplanma günü |
8. |
lehu |
: ona |
9. |
en nâsu |
: insanlar |
10. |
ve zâlike |
: ve işte bu |
11. |
yevmun meşhûdun |
: şahadet günü |
١٠٤
وَمَا نُؤَخِّرُهُ اِلَّا لِاَجَلٍ مَعْدُودٍ
(104) ve ma nüehhiruhu illa li ecelim ma’dud
biz onu tehir ederiz ancak sayılı bir ecele kadar
(104) Nor shall we delay it but for a term appointed
1. |
ve mâ nuahhıru-hû |
: ve biz onu ertelemeyiz |
2. |
illâ |
: ancak, …den başka |
3. |
li ecelin |
: bir ecele, bir zamana |
4. |
ma’dûdin |
: sayılı (adetli), belirli |
١٠٥
يَوْمَ يَاْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِاِذْنِه فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعيدٌ
(105) yevme ye’ti la tekellemü nefsün illa bi iznih fe minhüm şekiyyüv ve seiyd
o gün gelecek hiçbir nefis konuşamaz onun izni olmadan onların bir kısmı şakıy (bir kısmı da) saittir
(105) The day it arrives, no soul shall speak except by his leave: of those (gathered) some will be wretched and some will be blessed
1. |
yevme |
: gün |
2. |
ye’ti |
: gelir |
3. |
lâ tekellemu |
: konuşmaz (konuşamaz) |
4. |
nefsun |
: bir kimse |
5. |
illâ |
: ancak, başka, olmaksızın |
6. |
bi izni-hî |
: onun izni |
7. |
fe |
: artık, o zaman |
8. |
min-hum |
: onlardan bir kısmı |
9. |
şakıyyun |
: şâkîdir (bedbaht) (cehennemde kalacaklar) |
10. |
ve saîdun |
: ve saiddir (mutlu) (cennette kalacak lar) |
١٠٦
فَاَمَّا الَّذينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ فيهَا زَفيرٌ وَشَهيقٌ
(106) fe emmellezine şeku fe fin nari lehüm fiha zefiruv ve şehiyk
artık şakı olanlar ateşin içindedirler onların orada iniltileri ve derinden solumaları (vardır)
(106) Those who are wretched shall be in the fire: there will be for them therein (nothing but) the heaving of sighs and sobs
1. |
fe emmâ |
: ama, artık |
2. |
ellezîne şekû |
: şâkî olanlar, mutsuz olanlar, bed- baht olanlar |
3. |
fe |
: artık |
4. |
fî en nâri |
: ateş içinde, ateşte |
5. |
lehum |
: onlar |
6. |
fî-hâ |
: orada |
7. |
zefîrun |
: sesli nefes verme, inilti, hızlı soluk soluğa nefes almak |
8. |
ve şehîkun |
: ve nefesin içeri çekilip, şiddetli ve kötü bir sesle çıkması |
١٠٧
خَالِدينَ فيهَا مَا دَامَتِ السَّموَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ اِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُريدُ
(107) halidine fiha madametis semavatü vel erdu illa ma şae rabbük inne rabbeke fe’alül lima yürid
onun içinde ebedi kalacaklardır semavat arz devam ettiği müddetçe ancak Rabbinin dilediği (müstesna) şüphesiz senin Rabbin dilediğini yapar
(107) They will dwell therein for all the time that the heavens and the earth endure, except what wills your Raub verily your Raub is doer of what he wants
1. |
hâlidîne |
: ebedî kalanlar |
2. |
fî-hâ |
: onun içinde, orada |
3. |
mâ dâmeti |
: devam ettikçe, durduğu müddetçe |
4. |
es semâvâtu |
: gökler, semalar |
5. |
ve el ardu |
: ve yeryüzü, arz |
6. |
illâ |
: ancak, başka, hariç |
7. |
mâ şâe |
: dilediği şey |
8. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
9. |
inne |
: muhakkak |
10. |
rabbe-ke |
: senin Rabbin |
11. |
fe’âlun |
: yapandır |
12. |
li-mâ |
: şeyi |
13. |
yurîdu |
: diler |
١٠٨
وَاَمَّا الَّذينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدينَ فيهَا مَا دَامَتِ السَّموَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ عَطَاءً غَيْرَ مَجْذُوذٍ
(108) ve emmellezine süidu fe fil cenneti halidine fiha madametis semavatü vel erdu illa ma şae rabbük ataen ğayra meczuz
ama sait olanlar cennettedir onun içinde ebedi kalacaklardır semavat arz devam ettiği müddetçe ancak Rabbinin dilediği (hariç) kesilmeyen ata ve lütuftur
(108) And those who are blessed shall be in the Garden: they will dwell therein for all the time that the heavens and the earth endure, except as thy Lord willeth: a gift without break.
1. |
ve emmâ |
: ve fakat |
2. |
ellezîne suidû |
: mutlu olanlar, said olanlar |
3. |
fe |
: artık, böylece |
4. |
fî el cenneti |
: cennette |
5. |
hâlidîne |
: ebedî kalanlar |
6. |
fî-hâ |
: onun içinde, orada |
7. |
mâ dâmeti |
: devam ettikçe, durduğu müddetçe |
8. |
es semâvâtu |
: gökler, semalar |
9. |
ve el ardu |
: ve yeryüzü, arz |
10. |
illâ |
: başka, hariç |
11. |
mâ şâe |
: dilediği şey |
12. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
13. |
atâen |
: lütuf, bağış, ihsan olarak |
14. |
gayre |
: olmayan |
15. |
meczûzin
(gayre meczûzin) |
: kesinti, kesilmiş
: (kesintisiz, devamlı, kesilmeyen) |
Sayfa:233
١٠٩
فَلَا تَكُ فى مِرْيَةٍ مِمَّا يَعْبُدُ هؤُلَاءِ مَا يَعْبُدُونَ اِلَّا كَمَا يَعْبُدُ ابَاؤُهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِنَّا لَمُوَفُّوهُمْ نَصيبَهُمْ غَيْرَ مَنْقُوصٍ
(109) fe la tekü fi miryetim mimma ya’büdü haüla’ ma ya’büdune illa kema ya’büdü abaühüm min kabl ve inna le müveffuhüm nesiybehüm ğayra menkus
şüphe içinde olma o halde onların taptıkları şeylerden ibadet ediyorlar sadece babalarınızın önceden ibadet ettiği gibi şüphesiz biz onlara verenleriz nasiplerini kısmadan
(109) Be not then in doubt as to what these men worship they worship nothing but what their fathers worshipped before (them): but verily we shall pay them back (in full) their portion without (the least) abatement
1. |
fe |
: o zaman, böylece, artık |
2. |
lâ teku |
: sen olma |
3. |
fî miryetin |
: şüphe içinde, kuşku içinde |
4. |
mimmâ (min mâ) |
: şeyden (dolayı) |
5. |
ya’budu |
: ibadet ediyor, kulluk ediyor, tapıyor |
6. |
hâulâi |
: bunlar, onlar |
7. |
mâ ya’budûne |
: onların taptıkları şey, ibadet ettikleri şey |
8. |
illâ |
: ancak, başka |
9. |
kemâ |
: gibi, nasıl ki |
10. |
ya’budu |
: ibadet ediyor, kulluk ediyor, tapıyor |
11. |
âbâu-hum |
: onların ataları, babaları |
12. |
min kablu |
: önceden |
13. |
ve in-nâ |
: ve muhakkak biz |
14. |
le muveffû-hum |
: elbette onlara ödeyen (vefa eden) |
15. |
nasîbe-hum |
: onların nasipleri |
16. |
gayre menkûsin |
: eksiltmeksizin (tenkis etmeksizin) |
١١٠
وَلَقَدْ اتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ فيهِ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِىَ بَيْنَهُمْ وَاِنَّهُمْ لَفى شَكٍّ مِنْهُ مُريبٍ
(110) ve le kad ateyna musel kitabe fahtülife fih ve lev la kelimetün sebekat mir rabbike le kudiye beynehüm ve innehüm le fi şekkim minhü mürib
gerçekten biz Musa’ya kitap verdik onun hakkında ihtilafa düşüldü eğer Rabbinin bir kelimesi geçmiş olsa idi aralarında hüküm verilmiş, bitmişti şüphesiz onlar bundan şüphe ve kuşku içindeler
(110) We certainly gave the Book to Moses, but differences arose therein: had it not been that a Word had gone forth before from thy Lord, the matter would have been decided between them: but they are in suspicious doubt concerning it.
1. |
ve lekad |
: ve andolsun ki |
2. |
âteynâ |
: biz verdik |
3. |
mûsâ |
: Musa’ya |
4. |
el kitâbe |
: kitap |
5. |
fahtulife (fe ıhtulife) |
: bundan sonra ihtilâfa (anlaşmazlığa) düştüler |
6. |
fî-hi |
: onun hakkında |
7. |
ve lev lâ |
: ve olmasaydı |
8. |
kelimetun |
: bir söz, bir kelime |
9. |
sebekat |
: geçti (söylendi) |
10. |
min rabbi-ke |
: Rabbinden |
11. |
le kudiye |
: mutlaka hüküm verilmiş olurdu |
12. |
beyne-hum |
: onların arasında |
13. |
ve inne-hum |
: ve gerçekten, muhakkak onlar |
14. |
le fî şekkin |
: kesin, ciddî, bir tereddüt (şüphe) içinde |
15. |
min-hu |
: ondan |
16. |
murîbun
(reyb) |
: tatmin etmeyen, kanaat hasıl etmeyen, şüphe veren
: (şüphe) |
١١١
وَاِنَّ كُلًّا لَمَّا لَيُوَفِّيَنَّهُمْ رَبُّكَ اَعْمَالَهُمْ اِنَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ خَبيرٌ
(111) ve inne küllen lemma leyüveffiyennehüm rabbüke a’malehüm innehu bima ya’melune habir
muhakkak her birine Rabbin yaptıklarının karşılığını tam olarak verecektir çünkü o yaptıklarınızdan haberdardır
(111) And, of a surety, to all will your Lord pay back (in full the recompense) of their deeds: for he knoweth well all that they do
1. |
ve inne |
: ve muhakkak, şüphesiz |
2. |
kullen |
: tamamen, bütün, tüm, hepsi |
3. |
lemmâ |
: olduğu zaman |
4. |
le yuveffiyenne-hum |
: onlara mutlaka öder |
5. |
rabbuke |
: senin Rabbin |
6. |
a’mâle-hum |
: onların amelleri |
7. |
inne-hu |
: muhakkak ki o, çünkü o |
8. |
bi-mâ |
: dolayısıyla |
9. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
10. |
habîrun |
: haberdar olan |
١١٢
فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ
(112) festekim kema ümirte ve men tabe meake ve la tatğav innehu bi ma ta’melune besiyr
o halde dosdoğru ol emir olunduğun gibi ve benimle beraber tövbe edenlerle ve aşırıya gitmeyin muhakkak o ne yaparsanız hepsini görür
(112) Therefore stand firm (in the straight path) as thou art commended, thou and those who with thee turn (unto Allah) and transgress not (from the path): for he seeth well all that ye do
1. |
festekim (fe istekim) |
: istikamet üzere ol |
2. |
kemâ |
: gibi |
3. |
umirte |
: emrolundun |
4. |
ve men |
: ve o kimseler |
5. |
tâbe |
: tövbe etti (tövbe ederek tâbî oldu) |
6. |
mea-ke |
: seninle beraber, birlikte |
7. |
ve lâ tatgav |
: ve azgınlık etmeyin |
8. |
inne-hu |
: muhakkak ki o, çünkü o |
9. |
bi-mâ |
: şeyleri |
10. |
ta’melûne |
: yapıyorsunuz |
11. |
basîrun |
: gören |
١١٣
وَلَا تَرْكَنُوا اِلَى الَّذينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَالَكُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
(113) ve la terkenu ilellezine zalemu fe temessekümün naru ve maleküm min dunillahi min evliyae sümme la tünsarun
meyletmeyin zulüm edenlere sonra size azap dokunur sizin için Allah’tan başka dostunuz yok sonra yardımda olunmazsınız
(113) And incline not to those who do wrong, or the fire will seize you and ye have no protectors other than Allah, nor shall ye be helped
1. |
ve lâ terkenû |
: ve meyletmeyin, eğilim göstermeyin, dayanmayın |
2. |
ilâ ellezîne zalemû |
: zulmeden (zalim olan) kimselere |
3. |
fe temesse-kum |
: o zaman size dokunur |
4. |
en nâru |
: ateş |
5. |
ve mâ lekum |
: ve sizin için yoktur |
6. |
min dûni allâhi |
: Allah’tan başka |
7. |
min evliyâe |
: evliyadan, velîlerden, dostlardan bir dost |
8. |
summe |
: sonra |
9. |
lâ tunsarûne |
: yardım olunmazsınız |
١١٤
وَاَقِمِ الصَّلوةَ طَرَفَىِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّاَتِ ذلِكَ ذِكْرى لِلذَّاكِرينَ
(114) ve ekimis salate tarafeyin nehari ve zülefem minel leyl innel hasenati yüzhibnes seyyiat zalike zikra liz zakirin
namazı dosdoğru kılın gündüzün iki tarafında gecenin sabaha yakın (kısmında) da şüphesiz iyi ameller kötülükleri giderir işte bu düşmanlara bir öğüttür
(114) And establish regular Prayers at the two ends of the day and at the approaches of the night: for those things that are good remove those that are evil: be that the word of remembrance to those who remember (their Lord):
1. |
ve ekımı es salâte |
: ve namazı kıl, ikame et |
2. |
tarafeyin |
: iki tarafında |
3. |
nehâri |
: gündüz |
4. |
ve zulefen |
: ve gecenin ilk saatleri |
5. |
min el leyli |
: geceden |
6. |
inne el hasenâti |
: muhakkak hasenat (iyilikler, kazanılan dereceler) |
7. |
yuzhibne |
: giderir, yok eder |
8. |
es seyyiâti |
: seyyiat, kötülükler (kaybedilen dereceler) |
9. |
zâlike |
: işte bu |
10. |
zikrâ |
: zikir, öğüt, hatırlatma |
11. |
li ez zâkirîne |
: öğüt alanlar, zikredenler için |
١١٥
وَاصْبِرْ فَاِنَّ اللّهَ لَا يُضيعُ اَجْرَ الْمُحْسِنينَ
(115) vasbir fe innellahe la yüdiy’u ecral muhsinin
sen sabret şüphesiz Allah iyilik edenlerin ecirlerini zayi etmez
(115) And be steadfast in patience for verily Allah will not suffer the reward of the righteous to perish.
1. |
vasbir (ve isbir) |
: ve sabret |
2. |
fe innallâhe (inne allâhe) |
: muhakkak ki Allah |
3. |
lâ yudîu |
: zayi etmez |
4. |
ecre el muhsinîne |
: muhsinlerin ecrini |
١١٦
فَلَوْلَا كَانَ مِنَ الْقُرُونِ مِنْ قَبْلِكُمْ اُولُوا بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ الْفَسَادِ فِى الْاَرْضِ اِلَّا قَليلًا مِمَّنْ اَنْجَيْنَا مِنْهُمْ وَاتَّبَعَ الَّذينَ ظَلَمُوا مَا اُتْرِفُوا فيهِ وَكَانُوا مُجْرِمينَ
(116) fe lev la kane minel kuruni min kabliküm ülu bekiyyetiy yenhevne anil fesadi fil erdi illa kalilem mimmen enceyna minhüm vettebeal lezine zalemu ma ütrifu fihi ve kanu mücrimin
yasak etselerdi ya sizden önceki kuşaklardan fazilet sahibi olanlar yeryüzünde fesat çıkarmayı ancak onlardan kurtardığımız az kimseler (hariç) ardına düştüler zulüm edenler refah şımarıklığından ve mücrimlerden oldular
(116) Why were there not, among the generations before you, persons possessed of balanced good sense, prohibiting (men) from mischief in the earth except a few among them whom we saved (from harm)? but the wrongdoers pursued the enjoyment of the good things of life which were given them and persisted in sin.
1. |
fe |
: o zaman, bu durumda |
2. |
lev lâ kâne |
: olmaz mıydı, olmasaydı |
3. |
min el kurûni |
: nesillerden (asırlardan) |
4. |
min kabli-kum |
: sizden öncekilerden |
5. |
ûlû bakıyyetin |
: bakiye sahipleri (asırlarca münkerden nehyedenler ve ma’rufla emredenler) |
6. |
yenhevne |
: nehyederler, men ederler |
7. |
an el fesâdi |
: fesat(lar)dan |
8. |
fi el ardı |
: yeryüzünde |
9. |
illâ kalîlen |
: pek azı hariç |
10. |
mimmen (min men) enceynâ |
: kurtardıklarımızdan |
11. |
min-hum |
: onlardan |
12. |
vettebea (ve ittebea) |
: ve tâbî oldular |
13. |
ellezîne zalemû |
: zulmeden kimseler |
14. |
mâ utrifû
(teref) |
: şımartıldıkları şeyler (mal, mülk)
: (şımarıklık, ni’met ve bolluk içinde olup şımarmak) |
15. |
fî-hi |
: onun içinde, onda (o şeylerde) |
16. |
ve kânû |
: ve oldular |
17. |
mucrimîne |
: mücrimler, suçlular, günahkârlar |
١١٧
وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُونَ
(117) ve ma kane rabbüke li yühlikel kura bi zulmiv ve ehlüha muslihun
Rabbin helak edecek değildir o memleketleri zulümle o beldelerin ahalisini
(117) Not would thy Lord be one to destroy communities for a single wrong doing, if its members were likely to mend.
1. |
ve mâ kâne |
: ve olmadı |
2. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
3. |
li yuhlike |
: helâk edici |
4. |
el kurâ |
: beldeler, ülkeler |
5. |
bi zulmin |
: zulüm ile |
6. |
ve ehlu-hâ |
: ve halkı |
7. |
muslihûne |
: ıslâh eden kimseler |
Sayfa:234
١١٨
وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلَا يَزَالُونَ مُخْتَلِفينَ
(118) ve lev şae rabbüke le cealen nase ümmetev vahidetev ve la yezalune muhtelifin
velev Rabbin dileseydi ıslahatçılar iken insanları tek bir ümmet yapardı ihtilaf etmekte devam ediyorlar
(118) If thy Lord has so willed, he could have made mankind one people: but they will not cease to dispute,
1. |
ve lev |
: ve eğer, olsa bile |
2. |
şâe |
: diledi |
3. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
4. |
le ceale |
: elbette kıldı, yaptı |
5. |
en nâse |
: insanlar |
6. |
ummeten |
: bir ümmet |
7. |
vâhideten |
: tek, bir |
8. |
ve lâ yezâlûne |
: ve devam edecek (bitmeyecek, zail olmayacak) |
9. |
muhtelifîne |
: çeşitli anlaşmazlıklar, ihtilâflar |
١١٩
اِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ وَلِذلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَاَمْلَأنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعينَ
(119) illa mer rahime rabbük ve li zalike halekahüm ve temmet kelimetü rabbike le emleenne cehenneme minel cinneti ven nasi ecmeiyn
ancak Rabbinin rahmet ettikleri (hariç), ve onları bunun için yarattı tamamladı Rabbin kelimelerini mutlaka cehennemi dolduracağız cinlerle ve insanların tamamıyla
(119) Except those on whom thy Lord hath bestowed his mercy: and for this did lie create them: and the word of thy Lord shall be fulfilled: I will fill Hell with Jinns and men all together.
1. |
illâ |
: hariç |
2. |
men rahime |
: rahmet ettiği kimseler |
3. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
4. |
ve li zâlike |
: ve bunun için |
5. |
halaka-hum, |
: onları yarattı |
6. |
ve temmet |
: ve tamamlandı |
7. |
kelimetu |
: söz, kelime |
8. |
rabbi-ke |
: senin Rabbin |
9. |
le emleenne |
: muhakkak dolduracağım |
10. |
cehenneme |
: cehennem |
11. |
min el cinneti |
: cinlerden (cinlerle) |
12. |
ve en nâsi |
: ve insanlar |
13. |
ecmaîne |
: toplu olarak, hepsi, tamamı, tümü |
١٢٠
وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِه فُؤَادَكَ وَجَاءَكَ فى هذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرى لِلْمُؤْمِنينَ
(120) ve küllen nekussu aleyke mir embair rusüli ma nüsebbitü bihi füadek ve caeke fi hazihil hakku ve mev’izatü ve zikra lil mü’minin
resüllerin bütün haberlerini sana anlatıyoruz onunla gönlünü teskin, tespit edeceğiz sana geldi bu hususta hak olarak müminlere bir vaiz ve ihtar olarak
(120) All that we relate to thee of the stories of the messengers- with it We make firm thy heart: in them there cometh to thee the Truth, as well as an exhortation and a message of remembrance to those who believe
1. |
ve kullen |
: ve hepsini, hepsi |
2. |
nakussu |
: anlattık, naklettik |
3. |
aleyke |
: sana |
4. |
min enbâi |
: haberlerden |
5. |
er rusuli |
: resûller |
6. |
mâ |
: şey |
7. |
nusebbitu |
: sabitleştiririz, sağlamlaştırırız |
8. |
bi-hi |
: onunla |
9. |
fuâde-ke |
: senin kalbindeki idrak hassasını (fiziğin ötesine açık idrak) |
10. |
ve câe-ke |
: ve sana geldi |
11. |
fî hâzihi |
: bunda |
12. |
el hakku |
: hak |
13. |
ve mev’ızatun |
: ve öğüt |
14. |
ve zikrâ |
: ve zikir |
15. |
li el muminîne |
: mü’minler için, mü’minlere |
١٢١
وَقُلْ لِلَّذينَ لَا يُؤْمِنُونَ اعْمَلُوا عَلى مَكَانَتِكُمْ اِنَّا عَامِلُونَ
(121) ve kul lillezine la yü’minuna’ melu ala mekanetiküm inna amilun
de ki iman etmeyenlere elinizden geleni yapın biz de çalışıyoruz
(121) Say to those who do not believe: do whatever ye can: we shall do our part
1. |
ve kul |
: ve de (ki) |
2. |
li |
: …e |
3. |
ellezîne lâ yu’minû |
: mü’min olmayan kimseler |
4. |
a’melû |
: yapın |
5. |
alâ mekâneti-kum |
: yapmakta olduğunuz şeyler |
6. |
in-nâ |
: muhakkak ki biz |
7. |
âmilûne |
: yapanlar, amel edenler |
١٢٢
وَانْتَظِرُوا اِنَّا مُنْتَظِرُونَ
(122) venteziru inna müntezirun
gözetleyin çünkü biz de gözetliyoruz
(122) And wait ye we too shall wait
1. |
ve intazırû |
: ve gözleyin, bekleyin |
2. |
in-nâ |
: muhakkak ki biz |
3. |
muntazırûne |
: bekleyenler, gözleyenler |
١٢٣
وَلِلّهِ غَيْبُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
(123) ve lillahi ğaybüs semavati vel erdi ve ileyhi yürceul emru küllühu fa’büdhü ve tevekkel aleyh ve ma rabbüke bi ğafilin amma ta’melun
göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir bütün işler o’na döndürülür yalnız o’na kulluk ediniz ve o’na tevekkül edin Rabbin gafil değildir sizin yapmakta olduğunuz şeylerden
(123) To Allah do belong the unseen (secrets) of the heavens and the earth, and to him goeth back every affair (for decision): then worship him, and put thy trust in him: and thy Lord is not unmindful of aught that ye do
1. |
ve li allâhi |
: ve Allah’ın, Allah’a ait |
2. |
gaybu es semâvâti |
: semaların (göklerin) gaybı |
3. |
ve el ardı |
: ve yeryüzü, arz |
4. |
ve ileyhi |
: ve ona |
5. |
yurceu |
: döndürülür |
6. |
el emru |
: emir, iş |
7. |
kullu-hu |
: onun hepsi |
8. |
fa’bud-hu (fe u’bud-hu) |
: artık ona kul olun |
9. |
ve tevekkel |
: ve tevekkül edin |
10. |
aleyhi |
: ona |
11. |
ve mâ |
: ve değil |
12. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
13. |
bi gâfilin |
: gâfil, habersiz |
14. |
ammâ (an mâ) ta’melûne |
: yaptıklarınızdan |
12-YUSUF
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
١
ا ل ر تِلْكَ ايَاتُ الْكِتَابِ الْمُبينِ
(1) elif lam ra tilke ayatül kitabil mübin
elif – lam – ra işte bunlar ayetleri, açıklanan kitabın
(1) A. L. R these are the symbols (or verses) of the perspicuous book.
1. |
tilke |
: bunlar |
2. |
âyâtu |
: âyetleri |
3. |
el kitâbi el mubîni |
: açıklanmış, beyan edilmiş kitap |
٢
اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ قُرْءنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
(2) inna enzelnahü kur’anen arabiyyel lealleküm ta’kilun
şüphesiz biz onu indirdik arapça bir kur’an olarak olur ki akıl edersiniz
(2) We have sent it down as an Arabic Quran, in order that ye may learn wisdom.
1. |
in-nâ |
: muhakkak ki biz |
2. |
enzelnâ-hu |
: onu indirdik |
3. |
kur’ânen |
: Kur’ân |
4. |
arabiyyen |
: Arapça olarak |
5. |
lealle-kum |
: umulur ki siz, böylece siz |
6. |
ta’kılûne |
: akıl edersiniz |
٣
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ اَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ هذَا الْقُرْانَ وَاِنْ كُنْتَ مِنْ قَبْلِه لَمِنَ الْغَافِلينَ
(3) nahnü nekussu aleyke ahsenel kasasi bima evhayna ileyke hazel kur’ane ve in künte min kablihi le minel ğafilin
biz sana anlatıyoruz en güzel kıssayı sana bu Kur’an-ı vahiy etmekle sen daha önce bundan bilgi sahibi değildin
(3) We do relate unto thee that most beautiful of stories, in that we reveal to thee this (portion of the) Quran: before this, thou too was among those who knew it not.
1. |
nahnu |
: biz |
2. |
nakussu |
: anlatıyoruz, naklediyoruz, kıssa ediyoruz |
3. |
aleyke |
: sana |
4. |
ahsene el kasası |
: en güzel kıssaları |
5. |
bi-mâ |
: şey ile |
6. |
evhaynâ |
: vahyettik |
7. |
ileyke |
: sana |
8. |
hâze el kur’âne |
: bu Kur’ân’ı |
9. |
ve in kunte |
: ve eğer, oysa sen ….. idin |
10. |
min kabli-hî |
: ondan önce |
11. |
le min el gâfilîne |
: gâfillerden |
٤
اِذْ قَالَ يُوسُفُ لِاَبيهِ يَا اَبَتِ اِنّى رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَاَلْقَمَرَ رَاَيْتُهُمْ لى سَاجِدينَ
(4) iz kale yusüfü li ebihi ya ebeti inni raeytü ehade aşera kevkebev veş şemse vel kamera raeytühüm li sacidin
o zaman Yusuf babasına dedi ki ey babam şüphesiz ben rüyamda on bir yıldızı güneş’i ve ay’ı onlar bana secde ediyor gördüm
(4) Behold, Joseph said to his father: O my father I did see eleven stars and the sun and the moon: I saw them prostrate themselves to me
1. |
iz kâle |
: dediği zaman, demişti |
2. |
yûsufu |
: Yusuf |
3. |
li ebî-hi |
: babasına |
4. |
yâ ebeti |
: ey baba, babacığım |
5. |
in-nî |
: muhakkak, gerçekten ben |
6. |
reeytu |
: gördüm |
7. |
ehade aşere |
: on bir |
8. |
kevkeben |
: yıldız |
9. |
ve eş şemse |
: ve güneş |
10. |
ve el kamere |
: ve ay |
11. |
reeytu-hum |
: onları gördüm |
12. |
lî |
: bana |
13. |
sâcidîne |
: secde edenler |
Sayfa:235
٥
قَالَ يَا بُنَىَّ لَا تَقْصُصْ رُءْيَاكَ عَلى اِخْوَتِكَ فَيَكيدُوا لَكَ كَيْدًا اِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُوٌّ مُبينٌ
(5) kale ya büneyye la taksus rü’yake ala ihvetike fe yekidu leke keyda inneş şeytane lil insani adüvvüm mübin
dedi ki ey oğulcuğum sen rüyanı kardeşlerine anlatma sana hile kurarlar şüphesiz şeytan insana açık bir düşmandır
(5) Said (the father): my (dear) little son relate not thy vision to thy brothers, lest they concoct a plot against thee for Satan is to man an avowed enemy
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
yâ buneyye |
: ey oğul |
3. |
lâ taksus |
: anlatma, nakletme |
4. |
ru’yâ-ke |
: senin rüyan |
5. |
alâ ıhveti-ke |
: kardeşlerine |
6. |
fe yekîdû |
: o zaman hile yaparlar (tuzak kurarlar) |
7. |
leke |
: sana |
8. |
keyden |
: hile, tuzak |
9. |
inne eş şeytâne |
: muhakkak ki şeytan |
10. |
li el insâni |
: insan için |
11. |
aduvvun |
: düşmandır |
12. |
mubînun |
: apaçık, açıklanmış, beyan edilmiş |
٦
وَكَذلِكَ يَجْتَبيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْويلِ الْاَحَاديثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلى الِ يَعْقُوبَ كَمَا اَتَمَّهَا عَلى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرهيمَ وَاِسْحقَ اِنَّ رَبَّكَ عَليمٌ حَكيمٌ
(6) ve kezalike yectebike rabbüke ve yüallimüke min te’vilil ehadisi ve yütimmü ni’metehu aleyke ve ala ali ya’kube kema etemmeha ala ebeveyke min kablü ibrahime ve ishak inne rabbeke alimün hakim
böylece Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirini öğretecek senin üzerinde nimetini tamamlayacak bundan önce yakup soyuna ve ataların ibrahim ve ishak’a tamamladığı gibi Rabbin bilen hikmet sahibidir
(6) Thus will thy Lord choose thee and teach thee the interpretation of stories (and events) and perfect his favour to thee and to the posterity of Jacob even as he perfected it to thy fathers Abraham and Isaac aforetime for Allah is full of knowledge and wisdom.
1. |
ve kezâlike |
: ve böylece, işte böylece |
2. |
yectebî-ke |
: seni seçecek |
3. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
4. |
ve yuallimu-ke |
: ve sana öğretecek |
5. |
min te’vîli |
: tevîlinden, yorumundan |
6. |
el ehâdîsi |
: sözler, olaylar |
7. |
ve yutimmu |
: ve tamamlayacak |
8. |
ni’mete-hu |
: ni’metini |
9. |
aleyke |
: sana |
10. |
ve alâ |
: ve üzerine, …a |
11. |
âli ya’kûbe |
: Yâkub ailesi |
12. |
kemâ |
: gibi |
13. |
etemme-hâ |
: onu tamamladı |
14. |
alâ ebevey-ke |
: senin ebeveynine |
15. |
min kablu |
: önceden, daha önce |
16. |
ibrâhîme ve ishâka |
: İbrâhîm ve İshak |
17. |
inne |
: muhakkak |
18. |
rabbe-ke |
: senin Rabbin |
19. |
alîmun |
: bilendir |
20. |
hakîmun |
: hikmet sahibidir, hüküm sahibidir |
٧
لَقَدْ كَانَ فى يُوسُفَ وَاِخْوَتِه ايَاتٌ لِلسَّاءِلينَ
(7) le kad kane fi yusüfe ve ihvatihi ayatül lis sailin
gerçekten vardır Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için (ibretli ayetler)
(7) Verily in Joseph and his brethren are Signs (or symbols) for Seekers (after truth).
1. |
lekad |
: andolsun |
2. |
kâne |
: oldu, idi |
3. |
fî |
: içinde |
4. |
yûsufe |
: Yusuf |
5. |
ve ihveti-hi |
: ve onun kardeşleri |
6. |
âyâtun |
: âyetler |
7. |
li es sâilîne |
: soranlar için |
٨
اِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَاَخُوهُ اَحَبُّ اِلى اَبينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ اِنَّ اَبَانَا لَفى ضَلَالٍ مُبينٍ
(8) iz kalu le yusüfü ve ehuhü ehabbü ila ebina minna ve nahnü usbeh inne ebana le fi dalalim mübin
o zaman dediler ki kardeşleri Yusuf için o babamıza bizden daha sevimli ve biz soylu bir cemaatiz şüphesiz babamız açık bir dalalet içinde
(8) They said: truly Joseph and his brother are loved more by our father than we: but we are a goodly body really our father is obviously wandering (in his mind)
1. |
iz kâlû |
: dedikleri zaman, demişlerdi |
2. |
le yûsufu |
: gerçekten, elbette Yusuf |
3. |
ve ehû-hu |
: ve onun kardeşi |
4. |
ehabbu |
: daha sevgili |
5. |
ilâ ebî-nâ |
: babamıza |
6. |
min-nâ |
: bizden |
7. |
ve nahnu |
: ve biz |
8. |
usbehtun |
: grup (on kişilik veya daha fazlası) |
9. |
inne |
: muhakkak |
10. |
ebâ-nâ |
: babamız |
11. |
le fî |
: elbette içindedir |
12. |
dalâlin |
: dalâlet, yanılgı |
13. |
mubînin |
: apaçık, açıkça |
٩
اُقْتُلُوا يُوسُفَ اَوِ اطْرَحُوهُ اَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ اَبيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِه قَوْمًا صَالِحينَ
(9) uktülu yusüfe evitrahuhü erday yahlü leküm vechü ebiküm ve tekunu mim ba’dihi kavmen salihiyn
Yusuf’u öldürün yahut onu bir yere bırakın ki babanızın yüzü size yönelsin ondan sonra salih bir kavim olursunuz
(9) Slay ye Joseph or cast him out to some (unknown) land, that so the favour of your father may be given to you alone: (there will be time enough) for you to be righteous after that
1. |
uktulû |
: öldürün |
2. |
yûsufe |
: Yusuf’u |
3. |
ev itrahû-hu |
: veya onu atın |
4. |
ardan |
: bir yer, arazi |
5. |
yahlu |
: dost olur |
6. |
lekum |
: size |
7. |
vechu |
: yüz |
8. |
ebî-kum |
: sizin babanız |
9. |
ve tekûnû |
: ve olun |
10. |
min ba’di-hi |
: ondan sonra |
11. |
kavmen |
: bir kavim, toplum, topluluk |
12. |
sâlihîne |
: salihler |
١٠
قَالَ قَاءِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَاَلْقُوهُ فى غَيَابَتِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ اِنْ كُنْتُمْ فَاعِلينَ
(10) kale kailüm minhüm la taktülu yusüfe ve elkuhü fi ğayabetil cübbi yeltekithü ba’düs seyyarati in küntüm failin
içlerinden biri dedi ki Yusuf’u öldürmeyin onu bir kuyunun dibine atın bir yolcu kafilesi bulsun alsın eğer yapacak iseniz
(10) Said one of them: Slay not Joseph, throw him down to the bottom of the well: he will be picked up by some caravan of travellers. but if ye must do something,
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
kâilun |
: bir sözcü, söyleyen |
3. |
min-hum |
: onlardan |
4. |
lâ taktulû |
: öldürmeyin |
5. |
yûsufe |
: Yusuf’u |
6. |
ve elkû-hu |
: ve onu atın, bırakın |
7. |
fî gayâbeti el cubbi |
: kuyunun dibine |
8. |
yeltekit-hu |
: onu bulur |
9. |
ba’du es seyyâreti |
: bir kısım yolcular, bir grup yolcu, yolcu kafilesi |
10. |
in kuntum |
: eğer siz, iseniz |
11. |
fâılîne |
: yapanlar |
١١
قَالُوا يَا اَبَانَا مَا لَكَ لَاتَاْمَنَّا عَلى يُوسُفَ وَاِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ
(11) kalu ya ebana ma leke la te’menna ala yusüfe ve inna lehu lenasihun
dediler ki ey babamız sana ne oluyor Yusuf için bize emniyet etmiyorsun şüphesiz biz onun hayrını isteriz
(11) They said: “O our father why dost thou not trust us with Joseph, seeing we are indeed his sincere well-wishers?”
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ ebâ-nâ |
: ey babamız |
3. |
mâ leke |
: sana ne oluyor, ne oldu |
4. |
lâ te’men-nâ alâ |
: bize emniyet etmiyorsun, bize güvenmiyorsun (bizden emin değilsin) |
5. |
yûsufe |
: Yusuf |
6. |
ve in-nâ |
: ve muhakkak ki biz |
7. |
lehu |
: ona |
8. |
le |
: elbette, gerçekten |
9. |
nâsıhûne |
: nasihat edenler, öğüt verenler, iyiliğini isteyenler |
١٢
اَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
(12) ersilhü meana ğadey yerta’ ve yel’ab ve inna lehu lehafizun
onu bizimle yarın gönder yesin içsin ve oynasın şüphesiz biz onun koruyucularıyız
(12) Send him with us tomorrow to enjoy himself and play, and we shall take every care of him.
1. |
ersil-hu |
: onu gönder |
2. |
mea-nâ |
: bizimle birlikte |
3. |
gaden |
: yarın |
4. |
yerta’ |
: bol bol yesin (beğendiği meyvelerden) |
5. |
ve yel’ab |
: ve oynasın |
6. |
ve in-nâ |
: ve muhakkak biz |
7. |
lehu |
: ona, onu |
8. |
le |
: elbette, gerçekten |
9. |
hâfizûne |
: koruyanlar, muhafaza edenler |
١٣
قَالَ اِنّى لَيَحْزُنُنى اَنْ تَذْهَبُوا بِه وَاَخَافُ اَنْ يَاْكُلَهُ الذِّءْبُ وَاَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ
(13) kale inni le yahzününi en tezhebu bihi ve ehafü ey ye’külehüz zi’bü ve entüm anhü ğafilun
dedi ki gerçekten beni üzer onu götürmeniz ve korkuyorum onu kurt yer siz ondan gafil bir haldeyken
(13) (Jacob) said: really it saddens me that ye should take him away: I fear lest the wolf should devour him while ye attend not to him.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
in-nî |
: muhakkak ben |
3. |
le yahzunu-nî |
: mutlaka, gerçekten beni üzer mahzun eder |
4. |
en tezhebû |
: gitmeniz |
5. |
bi-hi |
: onu, onunla |
6. |
ve ehâfu |
: ve korkuyorum, korkarım |
7. |
en ye’kule-hu |
: onu yemesi |
8. |
ez zi’bu |
: bir kurt |
9. |
ve entum |
: ve siz |
10. |
an-hu |
: ondan |
11. |
gâfilûne |
: gâfil olanlar (habersiz iken) |
١٤
قَالُوا لَءِنْ اَكَلَهُ الذِّءْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ اِنَّا اِذًا لَخَاسِرُونَ
(14) kalu le in ekelehüz zi’bü ve nahnü usbetün inna izel le hasirun
dediler ki yemin olsun onu kurt yerse ve biz soylu bir cemaatken şüphesiz o zaman hüsrana düşenlerden oluruz
(14) They said: if devours him a wolf while we are a strong group surely we then are the losers!
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
le in |
: gerçekten olursa |
3. |
ekele-hu |
: onu yedi |
4. |
ez zi’bu |
: bir kurt |
5. |
ve nahnu |
: ve biz |
6. |
usbetun |
: 10 kişilik grup, bir ekip, kuvvetli topluluk |
7. |
in-nâ |
: muhakkak biz, gerçekten biz |
8. |
izen |
: o taktirde, öyleyse |
9. |
le hâsirûne |
: hüsrana düşenler |
Sayfa:236
١٥
فَلَمَّا ذَهَبُوا بِه وَاَجْمَعُوا اَنْ يَجْعَلُوهُ فى غَيَابَتِ الْجُبِّ وَاَوْحَيْنَا اِلَيْهِ لَتُنَبِّءَنَّهُمْ بِاَمْرِهِمْ هذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
(15) fe lemma zehebu bihi ve ecmeu ey yec’alu hü fi ğayabetil cübb ve evhayna ileyhi le tünebbiennehüm bi emrihim haza ve hüm la yeş’urun
vaktaki onu götürdüler bırakmaya karar verdiler onu kuyunun dibine ve ona vahy ettik muhakkak sen haber vereceksin bu işleri onlara kendilerinin de farkına varmadıkları (bir sırada)
(15) So they did take him away, and they all agreed to throw him down to the bottom of the well: and we put into his heart (this message): of a surety thou shalt (one day) tell them the truth of this their affair while they know (thee) not
1. |
fe lemmâ |
: böylece, bundan sonra, olduğu zaman |
2. |
zehebû bi-hî |
: onu götürdüler (onunla gittiler) |
3. |
ve ecmeû |
: ve topluca, toplu olarak, hep beraber |
4. |
en yec’alû-hu |
: onu kılmak için (bırakmak için) |
5. |
fî |
: içinde, içine |
6. |
gayâbet |
: dip, derinlik |
7. |
el cubbi |
: kuyu |
8. |
ve evhaynâ |
: ve biz vahyettik |
9. |
ileyhi |
: ona |
10. |
le tunebbienne-hum |
: mutlaka onlara haber vereceksin |
11. |
bi emri-him |
: onların yaptıklarını, onların işini |
12. |
hâzâ |
: bu |
13. |
ve hum |
: ve onlar |
14. |
lâ yeş’urûne |
: farkında değiller |
١٦
وَجَاؤُ اَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ
(16) ve cau ebahüm işaey yebkun
babalarına geldiler ve karanlık çökünce ağlayarak
(16) Then they came to their father in the early part of the night, weeping.
1. |
ve câû |
: ve geldiler |
2. |
ebâ-hum |
: (onların) babaları |
3. |
işâen |
: yatsı vakti |
4. |
yebkûne |
: ağlıyorlar |
١٧
قَالُوا يَا اَبَانَا اِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَاَكَلَهُ الذِّءْبُ وَمَا اَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقينَ
(17) kalu ya ebana inna zehebna nestebiku ve terakna yusüfe inde metaina fe ekelehüz zi’b ve ma ente bi mü’minil lena ve lev künna sadikın
dediler ey babamız gerçekten biz gittik, yarışıyorduk Yusuf’u da bıraktık eşyalarımızın yanına ne görelim onu kurt yemiş sen bize inanmazsın velev doğru söyleyenlerden olsak da
(17) They said: O our father we went racing with one another, and left Joseph with our things and the wolf devoured him but thou wilt never believe us even though we tell the truth.
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ ebâ-nâ |
: ey babamız |
3. |
in-nâ |
: muhakkak ki, gerçekten biz |
4. |
zehebnâ |
: biz gittik |
5. |
nestebiku |
: biz yarış yapmak istiyoruz |
6. |
ve terek-nâ |
: ve biz bıraktık, terkettik |
7. |
yûsufe |
: Yusuf |
8. |
inde |
: yanında |
9. |
metâı-nâ |
: eşyamız (metalarımız) |
10. |
fe ekele-hu |
: böylece, o zaman onu yedi |
11. |
ez zi’bu |
: kurt |
12. |
ve mâ ente |
: ve sen değilsin |
13. |
bi mu’minin |
: inanan |
14. |
lenâ |
: bize |
15. |
ve lev kunnâ |
: ve şâyet biz olsak bile |
16. |
sâdikîne |
: doğru sözlü, sadık olanlar, doğru söyleyen kimseler |
١٨
وَجَاؤُ عَلى قَميصِه بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْرًا فَصَبْرٌ جَميلٌ وَاللّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلى مَا تَصِفُونَ
(18) ve cau ala kamisihi bi demin kezib kale bel sevvelet leküm enfüsüküm emra fe sabrun cemil vallahül müsteanü ala ma tesifun
geldiler ve onun gömleğinin üzerinde yalancı bir kanla dedi bilakis sizi sürüklemiş bu işi (yapmaya) nefisleriniz artık (bana düşen) güzel bir sabırdır yardımına sığınılacak Allah’tır ve sizin bu vasıflandırmanıza karşı
(18) They stained his shirt with false blood. He said: nay, but your minds have made up a tale (that may pass) with you. (for me) patience is most fitting: against that which ye assert, it is Allah (alone) whose help can be sought
1. |
ve câû
(câû bi) |
: ve geldiler
: (getirdiler) |
2. |
alâ kamîsı-hi |
: onun gömleğinin üzerinde |
3. |
bi demin kezibin |
: yalancı kan ile |
4. |
kâle |
: dedi |
5. |
bel |
: hayır |
6. |
sevvelet |
: sürükledi, teşvik etti |
7. |
lekum |
: sizi |
8. |
enfusu-kum |
: sizin nefsiniz |
9. |
emren |
: bir iş |
10. |
fe |
: artık bundan sonra |
11. |
sabrun cemîlun |
: güzel (bir) sabırdır |
12. |
ve allâhu |
: ve Allah |
13. |
el musteânu |
: yardım (istiane) istenecek olan |
14. |
alâ |
: üzerine |
15. |
mâ |
: şey |
16. |
tesıfûne |
: anlatıyorsunuz, vasıflandırıyorsunuz |
١٩
وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَاَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَاَدْلى دَلْوَهُ قَالَ يَا بُشْرى هذَا غُلَامٌ وَاَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللّهُ عَليمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
(19) ve caet seyyaratün fe erselu varidehüm fe edla delveh kale ya büşra haza ğulam ve eserruhü bidaah vallahü alimün bi ma ya’melun
ve kafile geldi hemen sucularını gönderdiler ve kovasını sarkıttı dedi müjde burada bir oğlan çocuğu ve onu bir sermaye olarak gizlediler Allah ne yaptıklarını biliyordu
(19) Then there came a caravan of travellers: they sent their water carrier (for water), and he let down his bucket (into the well) he said: Ah there good news here is a (fine) young man so they concealed him as a treasure but Allah knoweth well all that they do
1. |
ve câet |
: ve geldi |
2. |
seyyâretun |
: yolcular, bir yolcu kafilesi, bir kervan |
3. |
fe |
: böylece, sonra |
4. |
erselû |
: gönderdiler |
5. |
vâride-hum |
: sucularını |
6. |
fe adlâ |
: o zaman sarkıttı |
7. |
delve-hu |
: kovasını |
8. |
kâle |
: dedi |
9. |
yâ buşrâ |
: müjde |
10. |
hâzâ |
: bu |
11. |
gulâmun |
: bir erkek çocuk, bir oğlan |
12. |
ve eserrû-hu |
: ve onu gizlediler |
13. |
bidâaten |
: sermaye, ticaret malı olarak |
14. |
vallâhu |
: ve Allah |
15. |
alîmun |
: en iyi bilendir |
16. |
bi mâ |
: şeyleri |
17. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
٢٠
وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فيهِ مِنَ الزَّاهِدينَ
(20) ve şeravhü bi semenim bahsin derahime ma’dudeh ve kanu fihi minez zahidin
ve onu sattılar değeri düşük birkaç dirheme onu (satın almada) rağbetsiz idiler
(20) The (brethren) sold him for miserable price, for a few Derhams counted out: in much low estimation did they hold him
1. |
ve şerev-hu |
: ve onu sattılar |
2. |
bi semenin |
: bir fiyat ile |
3. |
bahsin |
: düşük, eksik, az |
4. |
derâhime |
: dirhemler |
5. |
ma’dûdetin |
: sayılı, birkaç |
6. |
ve kânû |
: ve oldular, idiler |
7. |
fîhi |
: ona, onun hakkında, ona karşı |
8. |
min |
: …den |
9. |
ez zâhidîne |
: kıymet vermeyen, rağbet etmeyen, önemsemeyen kimseler |
٢١
وَقَالَ الَّذِى اشْتَريهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَاَتِه اَكْرِمى مَثْويهُ عَسى اَنْ يَنْفَعَنَا اَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِى الْاَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَاْويلِ الْاَحَاديثِ وَاللّهُ غَالِبٌ عَلى اَمْرِه وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
(21) ve kalellezişterahü mim misra limraetihi ekrimi mesvahü asa ey yenfeana ev nettehizehu veleda ve kezalike mekkenna li yusüfe fil erdi ve li nuallimehu min te’vilil ehadis vallahü ğalibün ala emrihi ve lakinne ekseran nasi la ya’lemun
mısırlı karsına dedi ve onu satın alan ikramda bulun onu güzel bir yere yerleştir umulur ki bize faydası olur yahut onu evlat ediniriz böylece Yusuf’u oraya yerleştirdik ki ona rüya tabirlerini öğretelim Allah işlerinde galiptir lakin insanların çoğu bilmezler
(21) and said he the man who bought him egypt to his wife: and him bought nmake comfortable his stay maybe that he will profit us, or we shall adopt him as a son. and thus we establish Joseph in the earth, that we might teach him the interpretation of stories (and events). And Allah hath full power and control over his affairs but most among mankind know it not.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
ellezî işterâ-hu |
: onu satın alan kişi |
3. |
min mısra |
: Mısır’dan, Mısır’da |
4. |
li imre’eti-hi |
: eşine, hanımına (onun eşine) |
5. |
ekrimî |
: ikram et, kerim ol, güzel yap, özenle hazırla |
6. |
mesvâ-hu |
: onun mekânı, onun yerleşme yeri |
7. |
asâ |
: umulur ki, belki |
8. |
en yenfea-nâ |
: bize fayda verir, bize faydası olur |
9. |
ev nettehize-hu |
: veya onu ediniriz |
10. |
veleden |
: evlât |
11. |
ve kezâlike |
: ve böylece |
12. |
mekken-nâ |
: biz yerleştirdik |
13. |
li yûsufe |
: Yusuf’u |
14. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
15. |
ve li nuallime-hu |
: ve ona öğretelim diye (öğretmemiz için) |
16. |
min te’vîli el ehâdîsi |
: olayların, sözlerin yorumundan (yorumunu) |
17. |
ve allâhu |
: ve Allah |
18. |
gâlibun |
: gâlip olandır |
19. |
alâ emri-hî |
: emri üzerine, emrinde |
20. |
ve lâkinne |
: ve fakat, lâkin |
21. |
eksere en nâsi |
: insanların çoğu |
22. |
lâ ya’lemûne |
: bilmezler |
٢٢
وَلَمَّا بَلَغَ اَشُدَّهُ اتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذلِكَ نَجْزِى الْمُحْسِنينَ
(22) ve lemma beleğa eşüddehu ateynahü hukmev ve ilma ve kezalike neczil muhsinin
Yusuf kemale erince ona hikmet ve ilim verdik işte iyilik edenleri (böyle) mükafatlandırırız
(22) When Joseph attained his full manhood, we gave him power and knowledge: thus do we reward those who do right.
1. |
ve lemma |
: ve olduğu zaman |
2. |
belega |
: erişti, ulaştı |
3. |
eşudde-hu |
: kemâl, olgun çağına, en kuvvetli çağına |
4. |
âteynâ-hu |
: ona verdik |
5. |
hukmen |
: hüküm (hakimiyet, hüküm sahibi olma yetkisi, hikmet) |
6. |
ve ilmen |
: ve ilim |
7. |
ve kezâlike |
: ve işte böyle |
8. |
neczî |
: ödüllendiririz, mükâfat veririz, ceza (karşılık) veririz |
9. |
el muhsinîne |
: muhsinler |
Sayfa:237
٢٣
وَرَاوَدَتْهُ الَّتى هُوَ فى بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِه وَغَلَّقَتِ الْاَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللّهِ اِنَّهُ رَبّى اَحْسَنَ مَثْوَاىَ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
(23) ve ravedethül leti hüve fi beytiha an nefsihi ve ğallekatil ebvabe ve kalet heyte lek kale meazellahi innehu rabbi ahsene mesvay innehu la yüflihuz zalimun
birleşme arzusu duydu o evin kadını, onun nefsiyle kapıları kilitledi dedi haydi gel seninim dedi ki Allah’a sığınırım şüphesiz o Rabbim bana en güzel şekilde baktı şüphesiz o zalimler felah bulamazlar
(23) and sought to secude him she who he was in her house about himself, and she closed the doors and said: “come on you”, he said: Allah forbid truly (thy husband) is my Lord he made my agreeable my stay verily will not be successful the wrong-doers.
1. |
ve râvedet-hu
(râvede) |
: ve ondan murat almak istedi, onunla olmak istedi
: (beraber olmak istedi) |
2. |
elletî |
: ki o (bayan için) |
3. |
huve |
: o |
4. |
fî beytihâ |
: onun evinde |
5. |
an nefsi-hî |
: onun nefsinden |
6. |
ve gallekat |
: ve sımsıkı kapadı |
7. |
el ebvâbe |
: kapılar |
8. |
ve kâlet |
: ve dedi |
9. |
heyte |
: hadi gel |
10. |
leke |
: senin için, sana, sen |
11. |
kâle |
: dedi |
12. |
maâza allâhi |
: Allah’a sığınırım |
13. |
inne-hu |
: muhakkak o |
14. |
rabbî |
: benim Rabbim, benim efendim, beni besleyip koruyanım |
15. |
ahsene |
: en güzel şekilde |
16. |
mesvâye |
: benim yerleşme yerim |
17. |
inne-hu |
: muhakkak o, çünkü o |
18. |
lâ yuflihu |
: felâha, kurtuluşa ermez |
19. |
ez zâlimûne |
: zalimler |
٢٤
وَلَقَدْ هَمَّتْ بِه وَهَمَّ بِهَا لَوْلَا اَنْ رَا بُرْهَانَ رَبِّه كَذلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصينَ
(24) ve le kad hemmet bihi ve hemme biha lev la er raa bürhane rabbih kezalike li nasrife anhüs sue vel fahşa’ innehu min ibadinel muhlesiyn
gerçekten (kadın) ona meyletmişti ve o da (kadına) meyletmişti eğer Rabbinin burhanını görmeseydi gidermek için böyle (yaptık) biz ondan kötülüğü ve fuhşu gerçekten o ihlaslı kullarımızdandı
(24) And (with passion) did she desire him, and he would have desired her, but that he saw the evidence of his Lord: thus (did we order) that we might turn away from him (all) evil and shameful deeds: for he was one of our servants, sincere and purified.
1. |
ve le kad |
: andolsun |
2. |
hemmet |
: arzuladı |
3. |
bi-hi |
: onu |
4. |
ve hemme |
: ve arzuladı |
5. |
bi-hâ |
: onu (bayanı) |
6. |
lev lâ |
: şâyet, eğer |
7. |
en reâ |
: muhakkak gördü |
8. |
burhâne |
: delilik |
9. |
rabbi-hi |
: Rabbinin |
10. |
kezâlike |
: işte böyle, böylece |
11. |
li nasrife |
: çevirmemiz için |
12. |
anhu es sûe |
: onu kötülükten |
13. |
ve el fahşâe |
: ve fuhuş |
14. |
inne-hu |
: muhakkak ki o (çünkü) |
15. |
min ibâdi-nâ |
: kullarımızdan |
16. |
el muhlesîne |
: muhlis olanlar |
٢٥
وَاسْتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَميصَهُ مِنْ دُبُرٍ وَاَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَا الْبَابِ قَالَتْ مَا جَزَاءُ مَنْ اَرَادَ بِاَهْلِكَ سُوءًا اِلَّا اَنْ يُسْجَنَ اَوْ عَذَابٌ اَليمٌ
(25) vestebekal babe ve kaddet kamisahu min dübüriv ve elfeya seyyideha ledel bab kalet ma cezaü men erade bi ehlike suen illa ey yüscene ev azabün elim
ikisi de kapıya koştular çekip yırttı ve (kadın) onun gömleğini arkadan ve kadının efendisine rast geldiler kapının yanında (kadın) dedi cezası nedir senin ailene kötülük yapmak isteyenin ancak zindana atmak yahut elim bir ceza verilmeli
(25) So they both raced each other to the door, and she tore his shirt from the back: they both found her Lord near the door. She said: what is the (fitting) punishment for one who formed an evil design against thy wife but prison or a grievous chastisement?
1. |
ve istebekâ |
: ve koştular |
2. |
el bâbe |
: kapı |
3. |
ve kaddet
(kadde)
(kadde (kalın d ile yazılırsa))
(kudde) |
: ve yırttı
: (boyuna yırttı)
: (enine yırttı)
: (yırtıldı) |
4. |
kamîsa-hu |
: onun gömleği |
5. |
min duburin |
: arkadan |
6. |
ve elfeyâ |
: ve ikisi karşılaştılar, karşılarında (buldular) |
7. |
seyyide-hâ |
: onun efendisi (kadının) |
8. |
ledâ el bâbi |
: kapının yanı |
9. |
kâlet |
: dedi (kadın) |
10. |
mâ |
: nedir |
11. |
cezâu |
: cezası |
12. |
men erâde |
: isteyen kimse |
13. |
bi ehli-ke |
: senin ailene |
14. |
sûen |
: bir kötülük |
15. |
illâ |
: ancak, yalnız |
16. |
en yuscene |
: zindana atılmak |
17. |
ev |
: veya |
18. |
azâbun elîmun |
: acı (bir) azap |
٢٦
قَالَ هِىَ رَاوَدَتْنى عَنْ نَفْسى وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ اَهْلِهَا اِنْ كَانَ قَميصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الْكَاذِبينَ
(26) kale hiye ravedetni an nefsi ve şehide şahidüm min ehliha in kane kamisuhu kudde min kubulin fe sadekat ve hüve minel kazibin
(Yusuf’ da) “kadın benim nefsimden murat almak istedi” dedi şahitlik etti ve kadının ehlinden olan bir şahit de eğer onun gömleği önünden yırtılmışsa artık kadın doğru söylemiştir ve o (Yusuf) yalancılardandır
(26) He said: it was she that sought to seduce me from my (true) self. and bore witness, And one of her household saw (this) (thus): if it be that his shirt is rent from the front, then is her tale true, and he is a liar
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
hiye |
: o (kadın) |
3. |
râvedet-nî |
: beni elde etmeye çalıştı, benimle beraber olmak istedi |
4. |
an nefsî |
: nefsimden |
5. |
ve şehide |
: ve şahitlik etti |
6. |
şâhidun |
: bir şahit |
7. |
min ehli-hâ |
: onun (kadının) ailesinden |
8. |
in kâne |
: eğer olduysa, ise |
9. |
kamîsu-hu |
: onun gömleği |
10. |
kudde |
: yırtıldı |
11. |
min kubulin |
: önden |
12. |
fe sadekat |
: o zaman, o taktirde doğru söyledi, haklı |
13. |
ve huve |
: ve o (erkek) |
14. |
min el kâzibîne |
: yalancılardan |
٢٧
وَاِنْ كَانَ قَميصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنَ الصَّادِقينَ
(27) ve in kane kamisuhu kudde min dübürin fe kezebet ve hüve mines sadikın
eğer onun gömleği arkadan yırtmışsa artık kadın yalancıdır ve o (Yusuf ) doğru söyleyenlerdendir
(27) But if it be that his shirt is torn from the back, then is she the liar, and he is telling the truth
1. |
ve in kâne |
: ve eğer olduysa, ise |
2. |
kamîsu-hu |
: onun gömleği |
3. |
kudde |
: yırtıldı |
4. |
min duburin |
: arkadan |
5. |
fe kezebet |
: bu durumda o (kadın) yalan söyledi |
6. |
ve huve |
: ve o (erkek) |
7. |
min es sâdikîne |
: doğru söyleyenlerden, sadıklardan |
٢٨
فَلَمَّا رَا قَميصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ اِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ اِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظيمٌ
(28) felemma raa kamisahu kudde min dübürin kale innehu min keydikün inne keydekünne aziym
vaktaki baktılar gömleği arkadan yırtılmış dedi gerçekten bu sizin hilelerinizdendir şüphesiz sizin hileniz çok büyüktür
(28) So when he saw his shirt, that it was torn at the back, (her husband) said: behold it is a snare of you women truly, mighty is your snare
1. |
fe lemmâ |
: olduğu zaman |
2. |
reâ |
: gördü |
3. |
kamîsu-hu |
: onun gömleği |
4. |
kudde |
: yırtılmış |
5. |
min duburin |
: arkadan |
6. |
kâle |
: dedi |
7. |
inne-hu |
: muhakkak o |
8. |
min keydikunne |
: sizin tuzaklarınızdan (hilelerinizden) |
9. |
inne |
: muhakkak |
10. |
keydekunne |
: sizin tuzağınız (hileniz) |
11. |
azîmun |
: büyüktür |
٢٩
يُوسُفُ اَعْرِضْ عَنْ هذَا وَاسْتَغْفِرى لِذَنْبِكِ اِنَّكِ كُنْتِ مِنَ الْخَاطِينَ
(29) yusüfü a’rid an haza vestağfiri li zembik inneki künti minel hatiin
Yusuf sen bundan vazgeç bağışlanmasını iste (ey kadın) sende günahının şüphesiz sen günahkarlardan oldun
(29) O Joseph, pass this over (O wife), ask forgiveness for thy sin, for truly thou hast been at fault
1. |
yûsufu |
: Yusuf |
2. |
a’rıd |
: yüz çevir |
3. |
an hâzâ |
: bundan |
4. |
vestagfirî (ve istagfirî) |
: mağfiret iste |
5. |
li zenbi-ki |
: senin suçun, günahın için (kadın için) |
6. |
inne-ki |
: muhakkak sen (kadın) |
7. |
kunti |
: oldun (kadın) |
8. |
min el hâtıîne |
: kasten günah işleyenlerden |
٣٠
وَقَالَ نِسْوَةٌ فِى الْمَدينَةِ امْرَاَتُ الْعَزيزِ تُرَاوِدُ فَتيهَا عَنْ نَفْسِه قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا اِنَّا لَنَريهَا فى ضَلَالٍ مُبينٍ
(30) ve kale nisvetün fil medinetim raetül azizi türavidü fetaha an nefsih kad şeğafeha hubba inna leneraha fi dalalim mübin
şehrin kadınları dedi ki azizin hanımı gencin nefsinden murat almak istiyormuş gerçekten kadının gönlü onun sevgisi (ile tutuşmuş) şüphesiz biz bu kadını görüyoruz açık bir sapıklık içinde
(30) Ladies said in the city: the wife of the (great) Aziz is seeking to seduce her slave from his (true) self: truly hath he inspired her with violent love: we see she is evidently going astray.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
nisvetun |
: kadınlar |
3. |
fî el medîneti |
: şehirde |
4. |
emre’etu el azîzi |
: azîzin (vezirin) hanımı |
5. |
turâvidu |
: elde etmek istiyor |
6. |
fetâhâ |
: onun emrinde olan (kölesi) genç delikanlı |
7. |
an nefsi-hî |
: onun nefsinden |
8. |
kad |
: olmuş |
9. |
şegafe-hâ |
: onun kalbine işlemiş |
10. |
hubben |
: sevgi, aşk |
11. |
innâ |
: muhakkak biz |
12. |
le nerâ-hâ |
: onu görüyoruz |
13. |
fî dalâlin |
: bir sapıklık içinde |
14. |
mubînin |
: apaçık |
Sayfa:238
٣١
فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ اَرْسَلَتْ اِلَيْهِنَّ وَاَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَاً وَاتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكّينًا وَقَالَتِ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ فَلَمَّا رَاَيْنَهُ اَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ اَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلّهِ مَا هذَا بَشَرًا اِنْ هذَا اِلَّا مَلَكٌ كَريمٌ
(31) felemma semiat bi mekrihinne erselet ileyhinne ve a’tedet lehünne müttekeev ve atet külla vahidetim minhünne sıkkınev ve kaletih ruc aleyhinne felemma raeynehu ekbernehu ve katta’ne eydiyehünne ve kulne haşe lillahi ma haza beşera in haza illa melekün kerim
vaktaki kadınların kendi aleyhinde konuştuklarını işitince o kadınlara haber gönderdi ve onlara (yaslanıp) oturacakları yerler hazırlattı ve kadınlardan her birinin (eline) bir bıçak verildi, ve dedi (Yusuf’a) o kadınların karşısına çık vaktaki Yusuf’u görünce onu çok büyüttüler ve kadınlar ellerini kestiler dediler ki haşa Allah için bu beşer değil bu ancak kerim bir melektir
(31) When she heard of their malicious talk, she sent for them and prepared a banquet for them: she gave each of them a knife: and she said (to Joseph), come out before them. When they saw him, thy did extol him, and (in their amazement) cut their hands: they said, Allah preserve us no mortal is this is none other than a noble angle
1. |
fe lemmâ |
: böylece, olduğu zaman |
2. |
semiat |
: işitti (kadın) |
3. |
bi mekrihinne |
: çekiştirdiklerini, dedikodu yaptıklarını |
4. |
erselet |
: gönderdi |
5. |
ileyhinne |
: onlara (kadınlara) |
6. |
ve a’tedet |
: ve hazırladı |
7. |
lehunne |
: onlar (kadınlar) için |
8. |
mutteke’en |
: karşılıklı dayanıp oturacak yer |
9. |
ve âtet |
: ve verdi |
10. |
kulle |
: hepsi |
11. |
vâhidetin |
: birine |
12. |
min hunne |
: onlardan (kadınlardan) |
13. |
sikkînen |
: bir bıçak |
14. |
ve kâlet ihruc |
: ve “çık” dedi |
15. |
aleyhinne |
: onlara (kadınlara) |
16. |
fe lemmâ |
: o zaman, ….. olunca |
17. |
re’eyne-hu |
: onu gördüler (kadınlar) |
18. |
ekberne-hu |
: onu büyüttüler (çok beğendiler, hayran kaldılar) |
19. |
ve katta’ne |
: ve kestiler |
20. |
eydiye-hunne |
: (onlar) ellerini |
21. |
ve kulne |
: ve dediler |
22. |
hâşe |
: hayır |
23. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah için |
24. |
mâ |
: değildir |
25. |
hâzâ |
: bu |
26. |
beşeren |
: bir beşer |
27. |
in hâzâ |
: bu olsa, olursa |
28. |
illâ |
: ancak, sadece |
29. |
melekun |
: bir melek |
30. |
kerîmun |
: üstün, kerim |
٣٢
قَالَتْ فَذلِكُنَّ الَّذى لُمْتُنَّنى فيهِ وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِه فَاسْتَعْصَمَ وَلَءِنْ لَمْ يَفْعَلْ مَا امُرُهُ لَيُسْجَنَنَّ وَلَيَكُونًا مِنَ الصَّاغِرينَ
(32) kalet fe zalikünnellezi lümtünneni fih ve le kad ravedtühu an nefsihi festa’sam ve leil lem yef’al ma amuruhu le yüscenenne ve leyekunem mines sağirin
(kadın) dedi ki işte bu beni kendisi hakkında ayıpladığınız gerçekten ben bunun nefsinden murat almak istedim fakat o bunu yapmaktan çekindi yemin ederim eğer emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve zelillerden olacaktır
(32) She said: this is he whom you did blame me for his love about him and indeed I sought to secude him but he refused. and now if he did not do what I order him he shall certainly be cast into prison, and (what is more) be of the company of the vilest!
1. |
kâlet |
: dedi (kadın) |
2. |
fe zâlikunne |
: işte bu |
3. |
ellezî lumtunne-nî |
: beni kınadığınız kimse |
4. |
fîhi |
: onunla, onun hakkında |
5. |
ve lekad |
: ve andolsun ki |
6. |
râvedtu-hu |
: onu elde etmeye çalıştım, elde etmek istedim |
7. |
an nefsi-hi |
: onun nefsinden |
8. |
fe ista’same |
: o zaman imtina etti, aşırı derecede, şiddetle sakındı |
9. |
ve lein |
: ve eğer |
10. |
lem yef’al |
: yapmazsa |
11. |
mâ |
: şeyi |
12. |
âmuru-hu |
: ona emrettiğim |
13. |
le yuscenenne |
: mutlaka zindana atılacak |
14. |
ve le yekûne |
: ve mutlaka olacak, olarak |
15. |
min es sâgırîne |
: küçük düşenlerden |
٣٣
قَالَ رَبِّ السِّجْنُ اَحَبُّ اِلَىَّ مِمَّا يَدْعُونَنى اِلَيْهِ وَاِلَّا تَصْرِفْ عَنّى كَيْدَهُنَّ اَصْبُ اِلَيْهِنَّ وَاَكُنْ مِنَ الْجَاهِلينَ
(33) kale rabbis sicnü ehabbü ileyye mimma yed’uneni ileyh ve illa tasrif anni keydehünne asbü ileyhinne ve eküm minel cahilin
dedi ki ey Rabbim zindan daha sevimlidir onların beni kendisine davet ettikleri şeyden eğer kadınların hilelerini benden savmazsan ben onlara iştiyak duyar ve cahillerden olurum
(33) He said: O my Lord! The prison is more to me liking than that to wish they invite me: unless thou turn away their snare from me, I should (in my youthful folly) feel inclined towards them and join the ranks of the ignorant.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
rabbi |
: Rabbim |
3. |
es sicnu |
: hapishane, zindan |
4. |
ehabbu |
: daha sevimlidir |
5. |
ileyye |
: bana |
6. |
mimmâ (min mâ) |
: şeyden |
7. |
yed’ûne-nî |
: beni çağırdıkları, davet ettikleri |
8. |
ileyhi |
: ona |
9. |
ve illâ |
: ve ancak, yalnız, başka |
10. |
tasrif |
: uzaklaştır, çevir |
11. |
an-nî |
: benden |
12. |
keydehunne |
: onların (kadınların) hilesi, tuzağı |
13. |
asbu |
: kalben meylederim |
14. |
ileyhinne |
: onlara |
15. |
ve ekun |
: ve olurum |
16. |
min el câhilîne |
: cahillerden |
٣٤
فَاسْتَجَابَ لَهُ رَبُّهُ فَصَرَفَ عَنْهُ كَيْدَهُنَّ اِنَّهُ هُوَ السَّميعُ الْعَليمُ
(34) festecabe lehu rabbühu fe sarafe anhü keydehünn innehu hüves semiul alim
bunun üzerine Rabbi ona icabet etti ondan bertaraf etti kadınların hilelerini şüphesiz (Allah) o her şeyi işiten ve bilendir
(34) So his Lord hearkened to him (in his prayer), and turned away from him their snare: verily he heareth and knoweth (all things).
1. |
fe istecâbe |
: o zaman kabul etti, icabet etti |
2. |
lehu |
: ona |
3. |
rabbu-hu |
: onun Rabbi |
4. |
fe sarefe |
: böylece uzaklaştırdı, çevirdi |
5. |
anhu |
: ondan |
6. |
keydehunne |
: onların hilesini, tuzağını |
7. |
inne-hu |
: muhakkak o |
8. |
huve es semîu |
: o en iyi işitendir |
9. |
el alîmu |
: en iyi bilendir |
٣٥
ثُمَّ بَدَا لَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا رَاَوُا الْايَاتِ لَيَسْجُنُنَّهُ حَتّى حينٍ
(35) sümme beda lehüm mim ba’di ma raevül ayati le yescününnehu hatta hiyn
sonra bunun arkasından ayet ve delilleri görmelerine rağmen onu zindanda bıraktılar bir zamana kadar
(35) Then it occurred to the men, after they had seen the Signs, (that it was best) to imprison him for a time.
1. |
summe |
: sonra, daha sonra |
2. |
bedâle-hum |
: onlara zahir oldu, uygun göründü |
3. |
min ba’di mâ |
: şey …den sonra |
4. |
raevu el âyâti |
: delilleri gördüler |
5. |
le yescununne-hu |
: onu mutlaka zindana atacaklar |
6. |
hattâ |
: …e kadar |
7. |
hînin |
: belirli vakit, süre |
٣٦
وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِ قَالَ اَحَدُهُمَا اِنّى اَرينى اَعْصِرُ خَمْرًا وَقَالَ الْاخَرُ اِنّى اَرينى اَحْمِلُ فَوْقَ رَاْسى خُبْزًا تَاْكُلُ الطَّيْرُ مِنْهُ نَبِّءْنَا بِتَاْويلِه اِنَّا نَريكَ مِنَ الْمُحْسِنينَ
(36) ve dehale meahüs sicne feteyan kale ehadühüma inni erani a’siru hamra ve kalel aharu inni erani ahmilü fevka ra’si hubzen te’külüt tayru minh nebbi’na bi te’vilih inna nerake minel muhsinin
onunla beraber girdi zindana iki genç (daha) o iki kişiden birisi dedi ki gerçekten ben kendimi (rüyamda) şarap sıkıyor görüyorum öteki de dedi ki gerçekten ben de görüyorum başımın üstünde ekmek taşırken onları kuşlar yiyor bize bunların tabirini haber ver şüphesiz biz seni görüyoruz iyilik edenlerden
(36) Now with him there came into the prison two young men. Said one of them: I see myself (in a dream) pressing wine. Said the other: I see myself (in a dream) carrying bread on my head, and birds are eating thereof. Tell us (they said) the truth and meaning thereof: for we see thou art one that doth good (to all).
1. |
ve dehale |
: ve girdi |
2. |
mea-hu |
: onunla beraber |
3. |
es sicne |
: zindan |
4. |
feteyâni |
: iki genç erkek |
5. |
kâle |
: dedi |
6. |
ehadu-humâ |
: onlardan biri |
7. |
in-nî |
: muhakkak ki ben |
8. |
erâ-nî |
: beni, kendimi görüyorum |
9. |
a’sıru |
: sıkıyorum |
10. |
hamren |
: üzüm |
11. |
ve kâle el âharu |
: ve diğeri dedi |
12. |
in-nî |
: muhakkak ki ben |
13. |
erâ-nî |
: görüyorum |
14. |
ahmilu |
: taşıyorum |
15. |
fevka |
: üstünde |
16. |
re’sî |
: başım |
17. |
hubzen |
: ekmek |
18. |
te’kulu |
: yiyor |
19. |
et tayru |
: kuş(lar) |
20. |
min-hu |
: ondan |
21. |
nebbi’nâ |
: bize haber ver, bize anlat |
22. |
bi te’vîli-hi |
: onun yorumunu |
23. |
in-nâ |
: muhakkak biz |
24. |
nerâ-ke |
: seni görüyoruz |
25. |
min el muhsinîne |
: muhsinlerden |
٣٧
قَالَ لَا يَاْتيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِه اِلَّا نَبَّاْتُكُمَا بِتَاْويلِه قَبْلَ اَنْ يَاْتِيَكُمَا ذلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنى رَبّى اِنّى تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَهُمْ بِالْاخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
(37) kale la ye’tiküma taamün türzekanihi illa nebbe’tüküma bi te’vilihi kable ey ye’tiyeküma zaliküma mimma allemeni rabbi inni teraktü millete kavmil la yü’minune billahi ve hüm bil ahirati hüm kafirun
(Yusuf) dedi ki size rızık olarak bir taam gelmiyor ki size yapmayayım gelmeden önce onun tevilini işte bu Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir şüphesiz ben terk ettim Allah’a inanmayan kavimin dinini ve onlar ahireti de inkar ederler
(37) He Said: Before and food comes (in due course) to feed either of you I will surely reveal to you the truth and meaning of this ere it befall you that is part of the (duty) which my Lord hath taught me. I Have (I assure you) abandoned the ways of a people that believe not in Allah and that (even) deny the Hereafter.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
lâ ye’tikumâ |
: size (ikinize) gelmez |
3. |
taâmun |
: bir yemek |
4. |
turzekâni-hi |
: onunla rızıklandırılacağınız |
5. |
illâ |
: …den başka, ancak |
6. |
nebbe’tu-kumâ |
: size (ikinize) haber verdim |
7. |
bi te’vîli-hi |
: onun yorumunu, açıklamasını |
8. |
kable |
: önce |
9. |
en ye’tiye-kumâ |
: size (ikinize) gelmesi |
10. |
zâlikumâ |
: işte bu ikisi |
11. |
mimmâ (min mâ) |
: şeylerden |
12. |
alleme-ni |
: bana öğretti |
13. |
rabbî |
: benim Rabbim |
14. |
innî |
: gerçekten ben, muhakkak ben |
15. |
terektu |
: terkettim |
16. |
millete kavmin |
: bir kavmin dîni |
17. |
lâ yu’minûne |
: inanmayan |
18. |
billâhi (bi allâhi) |
: Allah’a |
19. |
ve hum |
: ve onlar |
20. |
bi el âhireti-hum |
: kendi ahiretlerini |
21. |
kâfirûne |
: inkâr edenler |
Sayfa:239
٣٨
وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ ابَاءى اِبْرهيمَ وَاِسْحقَ وَيَعْقُوبَ مَاكَانَ لَنَا اَنْ نُشْرِكَ بِاللّهِ مِنْ شَىْءٍ ذلِكَ مِنْ فَضْلِ اللّهِ عَلَيْنَا وَعَلَى النَّاسِ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
(38) vetteba’tü millete abai ibrahime ve ishaka ve ya’kub ma kane lena en nüşrike billahi min şey’ zalike min fadlillahi aleyna ve alen nasi ve lakinne ekseran nasi la yeşkürun
uyun atalarım İbrahim İshak ve Yakup’un dinine bizim Allah’a şirk koşmamız olacak bir şey değildir işte bu Allah’ın bir fazlıdır bize ve insanlara lakin insanların çoğu şükretmezler
(38) And I follow the ways of my fathers, Abraham, Isaac, and Jacob and never could we attribute any partners whatever to Allah: that (comes) of the Grace of Allah to us and to mankind: yet most men are not grateful
1. |
ve itteba’tu |
: ve ben tâbî oldum |
2. |
millete |
: dîn |
3. |
âbâî |
: atalarım, babalarım |
4. |
ibrâhîme |
: İbrâhîm |
5. |
ve ishâka |
: ve İshak |
6. |
ve ya’kûbe |
: ve Yâkub |
7. |
mâ kâne |
: olmadı, olmaz |
8. |
lenâ |
: bizim için, bize |
9. |
en nuşrike |
: şirk koşmamız |
10. |
billâhi (bi allâhi) |
: Allah’a |
11. |
min şey’in |
: bir şeyden, bir şey ile |
12. |
zâlike |
: işte bu |
13. |
min fadli allâhi |
: Allah’ın fazlından |
14. |
aleynâ |
: bizim üzerimize, bize |
15. |
ve alâ en nâsi |
: ve insanların üzerine, insanlara |
16. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat, ama |
17. |
eksere en nâsi |
: insanların çoğu |
18. |
lâ yeşkurûne |
: şükretmezler, şükretmiyorlar |
٣٩
يَا صَاحِبَىِ السِّجْنِ ءَ اَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ اَمِ اللّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
(39) ya sahibeyis sicni e erbabüm müteferrikune hayrun emillahül vahidül kahhar
ey benim zindan arkadaşlarım ayrı ayrı birkaç Rabler mi hayırlıdır yoksa tek ve kahredici Allah mı?
(39) O my two companions. Of the prison (I ask you): are many lords differing among themselves better, or the one Allah, supreme and Irresistible?
1. |
yâ sâhibeyis sicni |
: ey zindan arkadaşlarım |
2. |
e erbâbun |
: Rab’ler mi |
3. |
muteferrikûne |
: ayrı ayrı, birçok (tefrik edilmiş olanlar) |
4. |
hayrun |
: daha hayırlı |
5. |
emillâhu (emi allâhu) |
: yoksa, Allah mı |
6. |
el vâhıdu |
: bir tek olan, tek |
7. |
el kahhâru |
: kahhar olan (tutan, yakalayan, hakim ve gâlip olan) |
٤٠
مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِه اِلَّا اَسْمَاءً سَمَّيْتُمُوهَا اَنْتُمْ وَابَاؤُكُمْ مَا اَنْزَلَ اللّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّهِ اَمَرَ اَلَّا تَعْبُدُوا اِلَّا اِيَّاهُ ذلِكَ الدّينُ الْقَيِّمُ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
(40) ma ta’büdune min dunihi illa esmaen semmeytümuha entüm ve abaüküm ma enzelellahü biha min sültan inil hukmü illa lillah emera ella ta’büdu illa iyyah zaliked dinül kayyimü ve lakinne ekseran
nasi la ya’lemun
taptığınız şeyler (sizin) Allah’tan başka ancak takmış olduğunuz isimlerden (ibaret şeylerdir) size ve atalarınıza Allah indirmemiştir onlarla ilgili hiçbir delil hüküm ancak Allah’a aittir ibadet etmenizi emretmiştir yalnız kendisine işte en doğru din budur lakin insanların çoğu (bunu) bilmezler
(40) If not him, ye worship nothing but names which ye have named, ye and your fathers, for which Allah hath sent down no authority: the command is for none but Allah: he hath commanded that ye worship none but him: that is the right religion, but most men understand not
1. |
mâ |
: değil |
2. |
ta’budûne |
: siz tapıyorsunuz |
3. |
min dûni-hi |
: ondan başka |
4. |
illâ |
: ancak, yalnız |
5. |
esmâen |
: isimler |
6. |
semmeytumû-hâ |
: onu isimlendirdiniz |
7. |
entum |
: siz |
8. |
ve âbâu-kum |
: ve atalarınız, babalarınız |
9. |
mâ enzele allâhu |
: Allah indirmedi |
10. |
bi-hâ |
: ona |
11. |
min sultânin |
: (delilden) bir delil |
12. |
in el hukmu |
: hüküm ise |
13. |
illâ |
: yalnız, sadece |
14. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah’ındır, Allah’a aittir |
15. |
emere |
: emretti |
16. |
ellâ (en lâ) ta’budû |
: kul olmamanız |
17. |
illâ |
: dışında, …den başkasına |
18. |
iyyâ-hu |
: yalnız o |
19. |
zâlike |
: işte bu |
20. |
ed dînu el kayyimu |
: kayyum (Âdem (A.S)’dan kıyâmete kadar devam edecek olan) dîn |
21. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat, ama |
22. |
eksere en nâsi |
: insanların çoğu |
23. |
lâ ya’lemûne |
: bilmezler, bilmiyorlar |
٤١
يَا صَاحِبَىِ السِّجْنِ اَمَّا اَحَدُكُمَا فَيَسْقى رَبَّهُ خَمْرًا وَاَمَّا الْاخَرُ فَيُصْلَبُ فَتَاْكُلُ الطَّيْرُ مِنْ رَاْسِه قُضِىَ الْاَمْرُ الَّذى فيهِ تَسْتَفْتِيَانِ
(41) ya sahibeyis sicni emma ehadüküma fe yeskiy rabbehu hamra ve emmel aharu fe yuslebü fe te’külüt tayru mir ra’sih kudiyel emrul lezi fihi testeftiyan
ey benim iki zindan arkadaşım gelelim (rüyalarınıza) ikinizden biri yine efendisine şarap sunacak gelelim diğerine o da asılacak böylece kuşlar başından yiyecek bu işin hükmü verildi hakkında fetvasını istediğiniz meselenin
(41) O my two companions of the prison! As to one of you, he will pour out the wine for his lord to drink: as for the other, he will hang from the cross, and the birds will eat from off his head. (So) hath been decreed that matter whereof ye twain do enquire.
1. |
yâ sâhıbeyi es sicni |
: ey zindan arkadaşlarım |
2. |
emmâ ehadu-kumâ |
: ama, fakat, sizin ikinizden biri |
3. |
fe yeskî |
: bundan sonra sakilik yapacak (içecek sunacak) |
4. |
rabbe-hu |
: rabbine, efendisine |
5. |
hamren |
: şarap, üzüm |
6. |
ve emmâ el âharu |
: ve (ama) fakat diğeri, diğerine gelince |
7. |
fe yuslebu |
: asılacak |
8. |
fe te’kulu et tayru |
: sonra, böylece, kuş(lar) yiyecek |
9. |
min re’si-hi |
: onun başından |
10. |
kudiye |
: olmuştur, bitirilmiştir, kesinleşmiştir (kesinleştirilmiştir) |
11. |
el emru |
: emir, iş, hüküm |
12. |
ellezî |
: ki o |
13. |
fî-hi |
: onun hakkında |
14. |
testeftiyâni |
: ikinizin tabirini, fetvasını, açıklamasını istediğiniz |
٤٢
وَقَالَ لِلَّذى ظَنَّ اَنَّهُ نَاجٍ مِنْهُمَا اذْكُرْنى عِنْدَ رَبِّكَ فَاَنْسيهُ الشَّيْطَانُ ذِكْرَ رَبِّه فَلَبِثَ فِى السِّجْنِ بِضْعَ سِنينَ
(42) ve kale lillezi zanne ennehu nacim minhümez kürni inde rabbike fe ensahüş şeytanü zikra rabbihi fe lebise fis sicni bid’a sinin
dedi ki oradan kurtulacağını sandığı kimseye efendinin yanında benim durumumu zikret ama şeytan onu efendisine hatırlatmayı unutturdu (Yusuf) zindan da kaldı bir müddet daha
(42) And of the two, to that one whom he considered about to be saved, he said: mention me to thy Lord. But Satan made him forget to mention him to his Lord: and (Joseph) lingered in prison a few (more) years.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
lillezî (li ellezî) |
: o kimseye |
3. |
zanne |
: zannetti, bildi |
4. |
enne-hu |
: onun olduğu |
5. |
nâcin |
: kurtulan kimse |
6. |
min humâ |
: ikisinden |
7. |
uzkur-ni |
: beni hatırla, an |
8. |
inde rabbi-ke |
: efendinin yanında |
9. |
fe ensâhu |
: o zaman, fakat ona unutturdu |
10. |
eş şeytânu |
: şeytan |
11. |
zikre |
: hatırlama, anma |
12. |
rabbi-hi |
: onun efendisi |
13. |
fe lebise |
: böylece kaldı |
14. |
fî es sicni |
: zindanda |
15. |
bid’a |
: birkaç |
16. |
sinîne |
: seneler |
٤٣
وَقَالَ الْمَلِكُ اِنّى اَرى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَاْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَاُخَرَ يَابِسَاتٍ يَا اَيُّهَا الْمَلَاُ اَفْتُونى فى رُءْيَاىَ اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّءْيَا تَعْبُرُونَ
(43) ve kalel melikü inni era seb’a bekaratin simaniy ye’külühünne seb’un icafüv ve seb’a sümbülatin hudriv ve uhara yabisat ya eyyühel meleü eftuni fi rü’yaye in küntüm lir rü’ya ta’bürun
mısır meliki dedi ki gerçekten ben gördüm (rüyamda) yedi semiz inek onları yediğini yedi cılız ineğin ve yedi yeşil başağı diğer yedi kuru başağın sarıp kuruttuğunu ey ileri gelenler benim bu rüyamı yorumlayın eğer sizler rüya tabir ediyorsanız
(43) The king (of Egypt) said: I do see (in a vision) seven fat kings, whom seven lean ones devour, and seven green ears of corn, and seven (others) withered. O ye chiefs expound to me my vision if it be that ye can interpret visions.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
el meliku |
: hükümdar, melik |
3. |
in-ni |
: muhakkak ben, gerçekten ben |
4. |
erâ |
: görüyorum |
5. |
seb’a |
: yedi (adet) |
6. |
bakarâtin |
: inekler |
7. |
simânin |
: semiz, besili |
8. |
ye’kuluhunne |
: onları yiyor |
9. |
seb’un |
: yedi (adet) |
10. |
icâfun |
: zayıf, cılız |
11. |
ve seb’a |
: ve yedi (adet) |
12. |
sunbulâtin |
: sümbüller, başaklar |
13. |
hudrin |
: yeşil |
14. |
ve uhara |
: ve diğerleri, ötekileri |
15. |
yâbisâtin |
: kuru |
16. |
yâ eyyuhâ el meleu |
: ey (kavmin) önde gelenleri, ileri gelenler |
17. |
eftû-ni
(eftâ) |
: bana açıklayın, tabir edin, fetva verin
: (açıkladı, tabir etti, fetva verdi) |
18. |
fî ru’yâye |
: rüyamı, rüyam hakkında |
19. |
in kuntum |
: eğer iseniz |
20. |
li er ru’yâ |
: rüya için |
21. |
ta’burûne |
: tabir edenler, yorumlayanlar |
Sayfa:240
٤٤
قَالُوا اَضْغَاثُ اَحْلَامٍ وَمَا نَحْنُ بِتَاْويلِ الْاَحْلَامِ بِعَالِمينَ
(44) kalu edğasü ehlam ve ma nahnü bi te’vilil ehlami bi alimin
dediler ki (bunlar) karışık hayal unsuru şeyler ve biz böyle rüyaların tabirini bilemeyiz
(44) They said: A confused medley of dreams: and we are not skilled in the interpretation of dreams.
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
adgâsu |
: karışık, karmakarışık |
3. |
ahlâmin |
: rüyalar |
4. |
ve mâ |
: ve değil |
5. |
nahnu |
: biz |
6. |
bi te’vîli el ahlâmi |
: rüyaların yorumunu |
7. |
bi âlimîne |
: bilenler |
٤٥
وَقَالَ الَّذى نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ اُمَّةٍ اَنَا اُنَبِّءُكُمْ بِتَاْويلِه فَاَرْسِلُونِ
(45) ve kalellezi neca minhüma veddekera ba’de ümmetin ene ünebbiüküm bi te’vilihi fe ersilun
o ikisinden kurtulan biri dedi ki uzun müddet sonra hatırladı ben size onun tevilini haber veririm hemen beni gönderirseniz
(45) But the man who had been released, one of the two (who had been in prison) and who now bethought him after (so long) a space of time, said: I will tell you the truth of its interpretation: send ye me (therefor).
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
ellezî necâ |
: kurtulan kimse |
3. |
min humâ |
: ikisinden |
4. |
ve eddekere |
: ve sonradan (unutmuşken) hatırladı |
5. |
ba’de |
: sonra |
6. |
ummetin |
: ümmet, zaman, vakit |
7. |
ene |
: ben |
8. |
unebbiu-kum |
: size haber veririm |
9. |
bi te’vîli-hi |
: onun yorumunu |
10. |
fe ersilû-ni |
: hemen beni gönderin |
٤٦
يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّيقُ اَفْتِنَا فى سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَاْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَاُخَرَ يَابِسَاتٍ لَعَلّى اَرْجِعُ اِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ
(46) yusüfü eyyühes siddiku eftina fi seb’i bekaratin simaniy ye’külühünne seb’un icafüv ve seb’i sümbülatin hudriv ve ühara yabisatil lealli erciu ilen nasi leallehüm ya’lemun
Yusuf ey dürüst samimi arkadaşım! bizim şu işimizi hallet yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini ve yedi yeşil başağın diğer yedi kuru başağı sararak kuruttuğunu umarım ben insanlara dönerim de belki onlar bilgi sahibi olurlar
(46) O Joseph (he said): O man of truth expound to us (the dream) of seven fat kings whom seven lean ones devour, and of seven green ears of corn and (seven) others withered: that I may return to the people, and that they may understand.
1. |
yûsufu |
: Yusuf |
2. |
eyyuhâ es sıddîku |
: ey doğru sözlü, sıddîk |
3. |
efti-nâ |
: bize açıkla, tabir et, yorumla |
4. |
fî |
: hakkında |
5. |
seb’ı |
: yedi (adet) |
6. |
bakarâtin |
: inekler |
7. |
simânin |
: semiz, besili (olanlar) |
8. |
ye’kuluhunne |
: onları yiyorlar |
9. |
seb’un |
: yedi (adet) |
10. |
icâfun |
: zayıf, cılız (olanlar) |
11. |
ve seb’ı |
: ve yedi (adet) |
12. |
sunbulâtin |
: başaklar, sümbüller |
13. |
hudrin |
: yeşil |
14. |
ve uhare |
: ve diğerleri |
15. |
yâbisâtin |
: kuru (olanlar) |
16. |
leal-lî |
: umarım ben |
17. |
erciu |
: dönerim |
18. |
ilâ en nâsi |
: insanlara |
19. |
lealle-hum |
: umulur ki, belki onlar, böylece onlar |
20. |
ya’lemûne |
: bilirler, öğrenirler |
٤٧
قَالَ تَزْرَعُونَ سَبْعَ سِنينَ دَاَبًا فَمَا حَصَدْتُمْ فَذَرُوهُ فى سُنْبُلِه اِلَّا قَليلًا مِمَّا تَاْكُلُونَ
(47) kale tezraune seb’a sinine deeba fe ma hasadtüm fezeruhü fi sümbülihi illa kalilem mimma te’külun
dedi ki ziraat yapın yedi yıl adet üzere biçtiğiniz hasadın başaklarını üzerinde bırakın ancak yiyeceğiniz kadar az (bir şey öğütün)
(47) (Joseph) said: for seven years shall ye diligently sow as is your wont: and the harvests that ye reap, ye shall leave them in the ear, except a little, of which ye shall eat.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
tezreûne |
: ekin ekersiniz |
3. |
seb’a |
: yedi (7) |
4. |
sinîne |
: seneler |
5. |
de’eben |
: âdetiniz üzere, devam ederek, eskisi gibi |
6. |
fe |
: böylece |
7. |
mâ hasadtum |
: hasat ettiğiniz, biçtiğiniz şeyleri |
8. |
fe zerû-hu |
: sonra onu (onları) bırakın |
9. |
fî sunbuli-hi |
: kendi başağında |
10. |
illâ |
: hariç |
11. |
kalîlen |
: az |
12. |
mimmâ (min mâ) |
: şey(ler)den |
13. |
te’kulûne
(min mâ te’kulûne) |
: yiyorsunuz
: (yediğiniz şeylerden) |
٤٨
ثُمَّ يَاْتى مِنْ بَعْدِ ذلِكَ سَبْعٌ شِدَادٌ يَاْكُلْنَ مَا قَدَّمْتُمْ لَهُنَّ اِلَّا قَليلًا مِمَّا تُحْصِنُونَ
(48) sümme ye’ti mim ba’di zalike seb’un şidadüy ye’külne ma kaddemtüm lehünne illa kalilem mimma tuhsinun
sonra gelecek arkasından yedi şiddetli kurak yıl yiyip bitirecek daha önce biriktirdiklerinizi ancak sakladıklarınızdan az bir miktar (hariç)
(48) Then will come after that (period) seven dreadful (years), which will devour what ye shall have laid by in a advance for them, (all) except a little which ye shall have (specially) guarded.
1. |
summe |
: bir süre sonra |
2. |
ye’tî |
: gelecek, gelir |
3. |
min ba’di |
: …dan sonra |
4. |
zâlike |
: bu |
5. |
seb’un |
: yedi (7) |
6. |
şidâdun |
: şiddetli, kuvvetli, zor |
7. |
ye’kulne |
: yiyecekler, yerler |
8. |
mâ kaddemtum |
: önceden sakladığınız, takdim ettiğiniz, hazırladığınız şeyler |
9. |
lehunne |
: onlar için |
10. |
illâ |
: dışında, hariç |
11. |
kalîlen |
: azı |
12. |
mimmâ (min mâ) |
: şey(ler)den |
13. |
tuhsinûne |
: biriktiriyorsunuz, saklıyorsunuz |
٤٩
ثُمَّ يَاْتى مِنْ بَعْدِ ذلِكَ عَامٌ فيهِ يُغَاثُ النَّاسُ وَفيهِ يَعْصِرُونَ
(49) sümme ye’ti mim ba’di zalike amün fihi yüğasün nasü ve fihi ya’sirun
sonra bunların arkasından gelecek yağmurlu yıllar insanlar (yardım görecek) (elde ettikleri) şeylerden faydalanacaklar
(49) Then will come after that (period) a year in which the people will have abundant water, and in which they will press (wine and oil).
1. |
summe |
: sonra |
2. |
ye’tî |
: gelecek |
3. |
min ba’di |
: …dan sonra |
4. |
zâlike |
: bu |
5. |
âmun |
: sene, yıl |
6. |
fî-hi |
: onda, içinde |
7. |
yugâsu en nâsu |
: insanlara yardım edilecek, yardım görecekler, yağmur verilecek, verimli, bol mahsullü olacak |
8. |
ve fî-hi |
: ve onda (o yılda) |
9. |
ya’sırûne |
: meyvelerin suyunu sıkacaklar, |
٥٠
وَقَالَ الْمَلِكُ اءْتُونى بِه فَلَمَّا جَاءَهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ اِلى رَبِّكَ فَسَأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ الّتى قَطَّعْنَ اَيْدِيَهُنَّ اِنَّ رَبّى بِكَيْدِهِنَّ عَليمٌ
(50) ve kalel melikü’tuni bih fe lemma caehür rasulü kaler ci’ila rabbike fes’elhü ma balün nisvetillati katta’ne eydiyehünn inne rabbi bi keydihinne alim
melik onu bana getirin dedi vaktaki kendisine elçi gelince dedi ki efendine dön git ona sor ellerini kesen kadınların hali neymiş şüphesiz Rabbim onların hilelerini çok iyi bilendir
(50) So the king said: “Bring ye him unto me.” But when the messenger came to him, (Joseph) said: “Go thou back to thy Lord, and ask him, What is the state of mind of the ladies who cut their hands’? for my Lord is certainly well aware of their snare.”
1. |
ve kale el meliku’tû-nî |
: ve hükümdar “bana getirin” dedi |
2. |
bi-hi |
: onu |
3. |
fe lemmâ |
: böylece, olduğu zaman |
4. |
câe-hu er resûlu |
: ona elçi geldi |
5. |
kale irci’ |
: dedi “dön” |
6. |
ilâ rabbi-ke |
: efendine |
7. |
fe es’el-hu |
: böylece, o zaman ona sor |
8. |
mâ |
: nedir |
9. |
bâlu en nisveti |
: o kadınların durumu, hali |
10. |
ellâtî kattane |
: kesenler (kadınlar) |
11. |
eydiyehunne |
: ellerini |
12. |
inne |
: muhakkak |
13. |
rabbî |
: Rabbim |
14. |
bi keydihinne |
: onların (kadınların) hilelerini |
15. |
alîmun |
: en iyi bilendir |
٥١
قَالَ مَا خَطْبُكُنَّ اِذْ رَاوَدْتُنَّ يُوسُفَ عَنْ نَفْسِه قُلْنَ حَاشَ لِلّهِ مَا عَلِمْنَا عَلَيْهِ مِنْ سُوءٍ قَالَتِ امْرَاَتُ الْعَزيزِ الْنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ اَنَا رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِه وَاِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقينَ
(51) kale ma hatbükünne iz ravedtünne yusüfe an nefsih kulne haşe lillahi ma alimna aleyhi min su’ kaletimraetül azizil ane hashasal hakku ene ravedtühu an nefsihi ve innehu le mines sadikın
dedi maksadınız neydi Yusuf’un nefsinden murat almak istediğiniz zaman dediler haşa Allah için biz onun hakkında bir fenalık bilmiyoruz azizin hanımı dedi ki şu anda hak olan gerçek ortaya çıktı ben onun nefsinden murat almak istedim şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir
(51) (The king) said (to the ladies): what was your affair when ye did seek to seduce Joseph from his (true) self? the ladies said: Allah preserve us no evil know we against him said the Aziz’s wife: now is the truth manifest (to all): it was I who sought to seduce him from his (true) self: he is indeed of those who are (ever) true (and virtuous).
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
mâ |
: nedir |
3. |
hatbukunne |
: üzerinde konuşma yaptığınız konu, mesele |
4. |
iz râvedtunne yûsufe |
: Yusuf’u elde etmeye çalıştığınız zaman |
5. |
an nefsi-hi |
: onun nefsinden |
6. |
kulne |
: dediler |
7. |
hâşe |
: hayır |
8. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah için |
9. |
mâ alimnâ |
: biz bilmedik |
10. |
aleyhi |
: onda |
11. |
min sûin |
: (kötülükten) bir kötülük |
12. |
kâlet imre’etu el azîzi |
: azîzin hanımı dedi |
13. |
el’âne |
: şimdi |
14. |
hashasa el hakku |
: hak (gizli iken sonradan) ortaya çıktı |
15. |
ene |
: ben |
16. |
râvedtu-hu |
: onu elde etmeye çalıştım, murat almak istedim |
17. |
an nefsi-hi |
: onun nefsinden |
18. |
ve inne-hu |
: ve muhakkak o |
19. |
le min es sâdikîne |
: elbette doğru söyleyenlerden, sadıklardan |
٥٢
ذلِكَ لِيَعْلَمَ اَنّى لَمْ اَخُنْهُ بِالْغَيْبِ وَاَنَّ اللّهَ لَا يَهْدى كَيْدَ الْخَاءِنينَ
(52) zalike li ya’leme enni lem ehunhü bil ğaybi ve ennellahe la yehdi keydel hainin
bunun böyle bilinmesi içindir şüphesiz ben efendimin gıyabında ona hainlik yapmadığımın ve şüphesiz Allah hainlerin hilelerini muvaffakiyete eriştirmez
(52) This (say I), in order that he may know that I have never been false to him in his absence, and that Allah will never guide the snare of the false ones.
1. |
zâlike |
: bu |
2. |
li ya’leme |
: bilmesi içindir |
3. |
ennî |
: muhakkak ben |
4. |
lem ehun-hu |
: ona ihanet etmedim |
5. |
bi el gaybi |
: yokluğunda, gıyabında |
6. |
ve enne allâhe |
: ve muhakkak Allah |
7. |
lâ yehdî |
: hidayete erdirmez, başarıya ulaştırmaz |
8. |
keyde el hâinîne |
: ihanet edenlerin tuzağı, hilesi |