02. Cuz
RevelationCuzPageSurah
87 221Bakara(2)
١٤٢
سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَاوَلّيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتى كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدى مَنْ يَشَاءُ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ
(142) se yekulüs süfehaü minen nasi mavellahüm an kibletihimülleti kanü aleyha kul lillahil meşriku vel mağrib yehdi mey yeşaü ila siratim müstekiym
İnsanlardan sefih olanlar diyecekler kıblelerinden onları çeviren nedir Kabeye doğru De ki doğuda Allah’ın batıda kimi dilerse hidayete erdirir doğru yol üzerine
(142) The fools among the people will say: “What hath turned them from the Qiblah to which they were used?” Say: “To Allah belong both East and West: He guideth whom He will to a Way that is straight.”
1. |
se |
: yakında, olacak |
2. |
yekûlu |
: derler, söylerler |
3. |
es sufehâu |
: sefihler, kendini bilmeyenler |
4. |
min en nâsi |
: insanlardan |
5. |
mâ vellâ-hum |
: onları çeviren nedir |
6. |
an kıbleti-him |
: kıblelerinden |
7. |
elletî |
: o ki, ki o |
8. |
kânû |
: oldular |
9. |
aleyhâ |
: onun üzerinde |
10. |
kul |
: de ki |
11. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah’ın |
12. |
el meşrıku |
: doğu |
13. |
ve el magrıbu |
: ve batı |
14. |
yehdî |
: hidayet eder |
15. |
men |
: kimse, kişi |
16. |
yeşâu |
: diler |
17. |
ilâ sırâtın mustakîmin |
: Sıratı Mustakîm’e, Allah’a ulaştıran yola |
١٤٣
وَكَذلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتى كُنْتَعَلَيْهَا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلى عَقِبَيْهِ وَاِنْ كَانَتْ لَكَبيرَةً اِلَّا عَلَى الَّذينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضيعَ ايمَانَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحيمٌ
(143) ve kezalike cealnaküm ümmetev vesetal li tekunu şühedae alen nasi ve yekuner rasulü aleyküm şehida vema cealnal kibletelleti künte aleyha illa li na’leme mey yettebiur rasule mimmey yenkalibü ala akibeyh ve in kanet le kebiraten illa alellezine hedellah ve ma kanellahü li yüdiy’a imaneküm innellahe bin nasi le raufür rahiym
Ve böylece sizi kıldık vasat ümmet olarak olasınız şahitler insanlar üzerine Resulde olsun sizin üzerinize şahit, sana kıble yapmamamız önceki yönünüzü ancak bilmemiz içindi kim Resule uyuyor kim geri dönüyor ve akıbetlerini eğer çok ağır gelse de ancak Allah’ın hidayet ettiği kimseler hariç Allah zayi etmez Sizlerin imanlarınızı muhakkak Allah insanlara şefkatli merhametli
(143) Thus have We made of you an Ummah justly balanced, that ye might be witnesses over the nations, and the Messenger a witness over yourselves and We appointed the Qiblah to which thou wast used, only to test those who followed the Messenger from those who would turn on their heels (from the Faith). Indeed it was (a change) momentous, except to those guided by Allah. And never would Allah make your faith of no effect. For Allah is to all people most surely full of kindness, Most Merciful.
1. |
ve kezâlike |
: ve bunun gibi, böylece |
2. |
cealnâ-kum |
: biz sizi kıldık, yaptık |
3. |
ummeten |
: bir ümmet, bir topluluk |
4. |
vasatan |
: vasat, ortada, ifrat ve tefritten uzak |
5. |
li tekûnû |
: olmanız için, olun diye |
6. |
şuhedâe |
: şahitler |
7. |
alâ en nâsi |
: insanlara |
8. |
ve yekûne |
: ve olsun |
9. |
er resûlu |
: resûl |
10. |
aleykum |
: size, sizin üzerinize |
11. |
şehîden |
: şahit |
12. |
ve mâ ceal-nâ |
: ve biz yapmadık, kılmadık |
13. |
el kıblete |
: kıble |
14. |
elletî |
: o ki, ki o |
15. |
kunte |
: sen oldun |
16. |
aleyhâ |
: onun üzerinde |
17. |
illâ |
: ancak, sadece, hariç |
18. |
li na’leme |
: bilmemiz için |
19. |
men |
: kim |
20. |
yettebiu |
: tâbî olur |
21. |
er resûle |
: resûl |
22. |
mimmen (min men) |
: o kimse(ler)den, ondan (onlardan) |
23. |
yenkalibu |
: geri döner |
24. |
alâ |
: üzerine, üzerinde |
25. |
akibeyhi |
: topukları (iki topuğu) |
26. |
ve in kânet |
: ve eğer olursa, olsa bile |
27. |
le |
: elbette, gerçekten |
28. |
kebîreten |
: zor, güç |
29. |
illâ |
: ancak, hariç |
30. |
alâ |
: üzerine, … e |
31. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
32. |
hedâ |
: hidayete erdirdi |
33. |
allâhu |
: Allah’ın |
34. |
ve mâ kâne |
: ve olmadı, değildir |
35. |
allâhu |
: Allah |
36. |
li yudîa |
: zayi edecek, boşa çıkaracak, yok edecek |
37. |
îmâne-kum |
: sizin îmânınız |
38. |
inne |
: hiç şüphesiz, muhakkak |
39. |
allâhe |
: Allah |
40. |
bi en nâsi |
: insanlara |
41. |
le |
: mutlaka, elbette |
42. |
raûfun |
: çok şefkatli |
43. |
rahîmun |
: çok merhametli, rahmet gönderen |
١٤٤
قَدْ نَرى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِى السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضيهَا فَوَلِّوَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَاِنَّ الَّذينَ اُوتُواالْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
(144) kad nera tekallübe vechike fis semai fe lenüvelliyenneke kibleten terdaha fevelli vecheke şatral mescidil haram ve haysü ma küntüm fe vellu vücuheküm şatrah ve innellezine utül kitabe le ya’lemune ennehül hakku mir rabbihim vemallahü bi ğafilin amma ya’melun
Görüyoruz yüzünü çevirdiğini semaya doğru seni döndüreceğiz razı olacağın kıbleye yüzünü çevir mescidi haram tarafına sizde nerede olursanız çevirin yüzünüzü o tarafa şüphe yok ki kitap verilenler onun hak olduğunu bilirler Rableri tarafından Allah gafil değildir, işlediklerinden
(144) We see the turning of thy face (for guidance) to the heavens: now shall We turn thee to a Qiblah that shall please thee. Turn then thy face in the direction of the Sacred Mosque: wherever ye are, turn your faces in that direction. The People of the Book know well that is the truth from their Lord, nor is Allah unmindful of what they do.
1. |
kad |
: muhakkak, olmuştu |
2. |
nerâ |
: görüyoruz |
3. |
tekallube |
: çeviriyorsun |
4. |
vechi-ke |
: yüzünü |
5. |
fî es semâi |
: semaya |
6. |
fe le nuvelliye enne-ke |
: artık seni mutlaka çevireceğiz |
7. |
kıbleten |
: bir kıbleye |
8. |
terdâ-hâ |
: ondan razı, hoşnut olacağın |
9. |
fe velli |
: bundan sonra çevirin |
10. |
veche-ke |
: yüzünüzü |
11. |
şatra |
: taraf, yön |
12. |
el mescidi el harâmi |
: Mescid-i Haram |
13. |
ve haysu |
: ve nerede |
14. |
mâ kuntum |
: siz olursunuz, bulunursunuz |
15. |
fe vellû |
: öyleyse çevirin |
16. |
vucûhe-kum |
: yüzlerinizi |
17. |
şatra-hu |
: onun yönüne, tarafına |
18. |
ve inne |
: ve hiç şüphesiz, muhakkak |
19. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
20. |
ûtû |
: verildiler |
21. |
el kitâbe |
: kitap |
22. |
le ya’lemûne |
: elbette biliyorlar, bilirler |
23. |
enne-hu |
: onun olduğu |
24. |
el hakku |
: bir hak, gerçek |
25. |
min rabbi-him |
: onların Rabbinden |
26. |
ve mâ âllâhu |
: ve Allah değildir |
27. |
bi gâfilin |
: gâfil |
28. |
ammâ (an mâ) |
: şey(ler)den |
29. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
١٤٥
وَلَءِنْ اَتَيْتَ الَّذينَ اُوتُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ ايَةٍ مَاتَبِعُوا قِبْلَتَكَ وَمَا اَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَءِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَاجَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِمينَ
(145) ve le in eteytellezine utül kitabe bi külli ayetim matebi u kibletek vema entebitabiın kıbletehüm ve ma ba’duhüm bi tabiın kiblete ba’d ve leinitteba’te ehvaehüm mim ba’di ma caeke minel ilmi inneke izel le minez zalimin
Yemin olsun sen şu kimselere getirsen kitap verilenlere bütün mucizeleri kıblene tabi olmazlar sende tabi olacak değilsin onların kıblelerine onlardan bazıları tabi olmazlar birbirlerinin kıblelerine yemin olsun ki sen tabi olursan onların hevalarına sana geldikten sonra ilimden bir şey şüphesiz sen zalimlerden olursun
(145) Even if thou wert to bring to the People of the Book all the Signs (together), they would not follow thy Qiblah nor art thou going to follow their Qiblah nor indeed will they follow each other’s Qiblah. If thou after the knowledge hath reached thee, wert to follow their (vain) desires – then wert thou indeed (clearly) in the wrong.
1. |
ve le in |
: ve eğer gerçekten olursa, olsa |
2. |
eteyte |
: getirsen |
3. |
ellezîne |
: o kimselere, onlara |
4. |
ûtû |
: verilenlere |
5. |
el kitâbe |
: kitap |
6. |
bi kulli |
: hepsini |
7. |
âyetin |
: âyet |
8. |
mâ tebiû |
: tâbî olmazlar |
9. |
kıblete-ke |
: senin kıblen |
10. |
ve mâ ente |
: ve sen değilsin |
11. |
bi tâbîın |
: tâbî olan |
12. |
kıblete-hum |
: onların kıblesi |
13. |
ve mâ |
: ve değil |
14. |
ba’du-hum |
: onların bir kısmı |
15. |
bi tâbîın |
: tâbî olan |
16. |
kıblete |
: kıble |
17. |
ba’dın |
: bazıları, bir kısmı |
18. |
ve le in |
: ve eğer gerçekten olursa, olsa |
19. |
itteba’te |
: sen tâbî oldun |
20. |
ehvâe-hum |
: onların hevaları, nefslerinin arzuları, istekleri |
21. |
min ba’di |
: sonradan, den sonra |
22. |
mâ câe-ke |
: sana gelen şey |
23. |
min el ilmi |
: ilimden, bilgiden |
24. |
inne-ke |
: muhakkak ki sen, hiç şüphesiz sen |
25. |
izen |
: o zaman, o taktirde |
26. |
le min ez zâlimîne |
: elbette zalimlerden |
Sayfa:22
١٤٦
اَلَّذينَ اتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَاءَهُمْ وَاِنَّ فَريقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
(146) ellezine ateynahümül kitabe ya’rifunehu kema ya’rifune ebnaehüm ve inne ferikam minhüm le yektümunel hakka ve hüm ya’lemun
Kendilerine kitap verdiklerimiz kimseler onu tanırlar kendi çocuklarını tanıdıkları gibi şüphesiz onlardan bir fırka Hakkı gizlerler ve onlar bildikleri halde
(146) The People of the Book know this as they know their own sons, but some of them conceal the truth which they themselves know.
1. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
2. |
âteynâ-hum |
: onlara verdik, getirdik |
3. |
el kitâbe |
: kitap |
4. |
ya’rifûne-hu |
: onu tanırlar, bilirler |
5. |
kemâ |
: gibi |
6. |
ya’rifûne |
: tanırlar |
7. |
ebnâe-hum |
: oğullarını |
8. |
ve inne |
: ve hiç şüphesiz, muhakkak ki |
9. |
ferîkan |
: bir fırka, bir grup |
10. |
min-hum |
: onlardan |
11. |
le |
: elbette, mutlaka |
12. |
yektumûne |
: gizlerler |
13. |
el hakka |
: hakkı |
14. |
ve hum |
: ve onlar |
15. |
ya’lemûne |
: biliyorlar |
١٤٧
اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرينَ
(147) elhakku mir rabbike fe la tekunenne minel mümterin
Hak Rabbindendir sakın olma şüphe edenlerden
(147) The truth is from thy Lord so be not at all in doubt.
1. |
el hakku |
: hak, gerçek |
2. |
min rabbi-ke |
: senin Rabbinden |
3. |
fe |
: artık, bundan sonra |
4. |
lâ tekûnenne |
: sakın olma |
5. |
min el mumterîne |
: şüphe edenlerden |
١٤٨
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلّيهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ اَيْنَ مَاتَكُونُوا يَاْتِ بِكُمُ اللّهُ جَميعًا اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ
(148) ve li külliv vichetün hüve müvelliha festebikul hayrat eyne ma tekunu ye’ti bikümüllahü cemia innellahe ala külli şey’in kadir
Herkesin bir yönü var ona yönelirler hayırda yarışın nerede olursanız olun Allah hepinizi bir araya getirir şüphesiz Allah her şeye kadirdir
(148) To each is a goal to which Allah turns him then strive together (as in a race) towards all that is good. Wheresoever ye are, Allah will bring you together. For Allah hath power over all things.
1. |
ve li kullin |
: ve herkes için vardır |
2. |
vichetun |
: vech, cihet, yön |
3. |
huve |
: o |
4. |
muvellî-hâ |
: ona yönelinen (yer) |
5. |
fe |
: o zaman, artık |
6. |
istebikû |
: yarışın, yarış edin |
7. |
el hayrâti |
: hayırlar |
8. |
eyne mâ |
: her nerede |
9. |
tekûnû |
: olursunuz |
10. |
ye’ti bi-kum |
: sizi getirir |
11. |
allâhu |
: Allah |
12. |
cemîan |
: hepsi, topluca, biraraya |
13. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
14. |
alâ kulli şey’in |
: herşeye |
15. |
kadîrun |
: kaadirdir |
١٤٩
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
(149) ve min haysü haracte fevelli vecheke şatral mescidil haram ve innehu lel hakku mir rabbik ve mallahü bi ğafilin amma ta’melun
Ve nereden hemen çıkarsan yüzünü o tarafa çevir mescidi haram (Kabe) tarafına şüphesiz O haktır Rabbin tarafından Allah gafil değildir. sizin işlediklerinizden
(149) From whencesoever thou startest forth, turn thy face in the direction of the Sacred Mosque that is indeed the truth from thy Lord. And Allah is not unmindful of what ye do.
1. |
ve min |
: ve den |
2. |
haysu |
: neresi |
3. |
harec-te |
: sen çıktın |
4. |
fe |
: o zaman |
5. |
velli |
: dön, çevir |
6. |
veche-ke |
: yüzünü |
7. |
şatra |
: yön, taraf |
8. |
el mescidi el harâmi |
: Mescid-i Haram |
9. |
ve inne-hu |
: ve hiç şüphesiz o, muhakkak ki o |
10. |
le |
: elbette, mutlaka |
11. |
el hakku |
: hak |
12. |
min rabbi-ke |
: senin Rabbinden |
13. |
ve mâ |
: ve değildir |
14. |
allâhu |
: Allah |
15. |
bi gâfilin |
: gâfil |
16. |
ammâ (an mâ) |
: şey(ler)den |
17. |
ta’melûne |
: yapıyorsunuz |
١٥٠
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَاكُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِءَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ اِلَّا الَّذينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنى وَلِاُتِمَّ نِعْمَتى عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
(150) ve min haysü haracte fevelli vecheke şatral mescidil haram ve haysü ma küntüm fe vellu vücuheküm şatrahu li ella yekune linnasi aleyküm hucceh ilellezine zalemu minhüm fe la tahşevhüm vahşevni ve li ütimme ni’meti aleyküm ve lealleküm tehtedun
Ve nereden hemen çıkarsan yüzünü o tarafa çevir mescidi haram tarafına ve siz nerede olursanız hemen çevirin yüzünüzü o tarafa (Kabe’ye) taki insanlar için olmasın aleyhinize bir hüccet (delil) olarak ancak onlardan zalimler hariç siz onlardan korkmayın benden korkun taki üzerinize nimetimi tamamlayayım umulur ki hidayete erersiniz
(150) So from whencesoever thou startest forth, turn thy face in the direction of the Sacred Mosque and wheresoever ye are, turn your face thither: that there be no ground of dispute against you among the people, except those of them that are bent on wickedness so fear them not, but fear Me and that I may complete My favours on you, and ye may (consent to) be guided
1. |
ve min haysu |
: ve nereden |
2. |
harecte |
: sen çıktın |
3. |
fe |
: o zaman |
4. |
velli |
: dön, çevir |
5. |
veche-ke |
: yüzünü |
6. |
şatra |
: yön |
7. |
el mescidi el harâmi |
: Mescid-i Haram |
8. |
ve haysu |
: ve nerede |
9. |
mâ kuntum |
: siz oldunuz (bulundunuz) |
10. |
fe |
: o zaman, hemen |
11. |
vellû |
: dönün, çevirin |
12. |
vucûhe-kum |
: yüzleriniz |
13. |
şatra-hu |
: onun tarafına, o tarafa |
14. |
li ellâ yekûne |
: olmaması için |
15. |
li en nâsi |
: insanlara, insanların |
16. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
17. |
huccetun |
: hüccet, delil |
18. |
illâ |
: ancak, hariç |
19. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
20. |
zalemû |
: zulmettiler |
21. |
min-hum |
: onlardan |
22. |
fe |
: artık, o zaman |
23. |
lâ tahşev-hum |
: onlardan korkmayın |
24. |
vahşev-nî |
: benden korkun |
25. |
ve li utimme |
: ve tamamlamam için |
26. |
ni’metî |
: ni’metimi |
27. |
aleykum |
: size, sizin üzerinize |
28. |
ve lealle-kum |
: ve umulur ki siz, böylece siz |
29. |
tehtedûne |
: hidayete erersiniz |
١٥١
كَمَا اَرْسَلْنَا فيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ ايَاتِنَا وَيُزَكّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَالَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
(151) kema erselna fiküm rasulem minküm yetlu aleyküm ayatina ve yüzekkiküm ve yüallimükümül kitabel vel hikmete ve yüallimüküm ma lem tekunu ta’lemun
Nitekim içinizden gönderdik sizden bir Resulü o size ayetlerimizi okuyor ve sizleri temizliyor ve size kitabı öğretiyor ve hikmeti ve size öğretiyor bilmediğiniz şeyleri
(151) A similar (favour have ye already received) in that We have sent among you a Messenger of your own, rehearsing to you Our Signs and purifying you, and instructing you in Scripture and Wisdom, and in new Knowledge.
1. |
kemâ |
: gibi, olduğu gibi, öyle ki, nitekim |
2. |
ersel-nâ |
: biz gönderdik |
3. |
fî-kum |
: sizin içinizde |
4. |
resûlen |
: bir resûl, elçi |
5. |
min-kum |
: sizden |
6. |
yetlû |
: okur |
7. |
aleykum |
: size |
8. |
âyâti-nâ |
: bizim âyetlerimiz |
9. |
ve yuzekkî-kum |
: ve sizi tezkiye eder |
10. |
ve yuallimu-kum |
: ve size öğretir |
11. |
el kitâbe |
: kitabı |
12. |
ve el hikmete |
: ve hikmeti |
13. |
ve yuallimu-kum |
: ve size öğretir |
14. |
mâ |
: şeyler |
15. |
lem tekûnû ta’lemûne |
: sizin bilmediğiniz |
١٥٢
فَاذْكُرُونى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوالى وَلَا تَكْفُرُونِ
(152) fezküruni ezkürküm veşküru li ve la tekfürun
Beni zikredin sizi zikredeyim bana şükredin ve beni inkar etmeyin
(152) Then do ye remember Me I will remember you. Be grateful to Me, and reject not Faith.
1. |
fe |
: o halde, öyle ise |
2. |
uzkurû-nî |
: beni zikredin |
3. |
ezkur-kum |
: ben sizi zikrederim (zikredeyim) |
4. |
ve uşkurû |
: ve şükredin |
5. |
lî |
: bana |
6. |
ve lâ tekfurû-ni |
: ve beni inkâr etmeyin (ni’metlerimi inkâr edip küfürde olmayın) |
١٥٣
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اسْتَعينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلوةِ اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرينَ
(153) ya eyyühellezine amenüsteiynu bis sabri ves salah innellahe meas sabirin
Ey iman edenler yardım isteyin sabırla ve namazla şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir
(153) Ye who believe! seek help with patient perseverance and prayer: for Allah is with those who patiently persevere.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
âmenû |
: âmenû olanlar, îmân edenler(Allah’a ulaşmayı dileyenler) |
4. |
istainû |
: istiane (Allah’tan istenen özel yardım, mürşidin istenmesi) |
5. |
bi |
: ile |
6. |
es sabri |
: sabır |
7. |
ve |
: ve |
8. |
es salâti |
: namaz |
9. |
inne |
: muhakkak ki, hiç şüphesiz |
10. |
allâhe |
: Allah |
11. |
mea |
: beraber |
12. |
es sâbirîne |
: sabredenler |
Sayfa:23
١٥٤
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فى سَبيلِ اللّهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَاءٌ وَلكِنْ لَاتَشْعُرُونَ
(154) ve la tekulu li mey yuktelü fi sebilillahi emvat bel ahyaüv ve lakil la teş’urun
Demeyiniz Allah yolunda ölenler için ölüler hayır onlar diridir ve lakin idrak edemezsiniz
(154) And say not of those who are slain in the way of Allah: “They are dead.” Nay, they are living, though ye perceive (it) not.
1. |
ve |
: ve |
2. |
lâ tekûlû |
: demeyin, söylemeyin |
3. |
li |
: için |
4. |
men |
: kişi, kimse |
5. |
yuktelu |
: öldürülür |
6. |
fî sebîli allâhi |
: Allah’ın yolunda |
7. |
emvâtun |
: ölüler |
8. |
bel |
: hayır |
9. |
ehyâun |
: canlıdır, hayattadır, diridir |
10. |
ve |
: ve |
11. |
lâkin |
: lâkin, fakat |
12. |
lâ teş’urûne |
: şuurunda değilsiniz, farkında olmazsınız |
١٥٥
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَىْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرينَ
(155) ve le neblüvenneküm bi şey’im minel havfi vel cui ve naksim minel emvali vel enfüsi ves semerat ve beşşiris sabirin
Sizleri mutlaka imtihan edeceğiz korkuyla ve açlıkla mallarınızdan eksiltmeyle canlarınızla mahsullerinizle sabredenleri müjdele
(155) Be sure We shall test you with something of fear and hunger, some loss in goods or lives or the fruits (of your toil), but give glad tidings to those who patiently persevere,
1. |
ve |
: ve |
2. |
le |
: elbette, mutlaka |
3. |
nebluvenne-kum |
: sizi imtihan ederiz |
4. |
bi şey’in |
: bir şey |
5. |
min |
: dan |
6. |
el havfi |
: korku |
7. |
ve el cûi |
: ve açlık |
8. |
ve naksın |
: ve eksiklik |
9. |
min el emvâli |
: mallardan |
10. |
ve el enfusi |
: ve nefsler |
11. |
ve es semerâti |
: ve semereler, ürünler |
12. |
ve beşşir |
: ve müjdele |
13. |
es sâbirîne |
: sabredenler |
١٥٦
اَلَّذينَ اِذَا اَصَابَتْهُمْ مُصيبَةٌ قَالُوا اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
(156) ellezine iza esabethüm müsiybetün kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciun
O kimseler ki musibet isabet ettiği zaman derler şüphesiz biz Allah içiniz ve şüphesiz biz O’na döneceğiz
(156) Who say, when afflicted with calamity: “To Allah we belong, and to Him is our return” –
1. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
2. |
izâ |
: olduğu zaman |
3. |
esâbet-hum |
: onlara isabet etti |
4. |
musîbetun |
: bir musîbet |
5. |
kâlû |
: dediler |
6. |
innâ |
: muhakkak ki biz, hiç şüphesiz biz |
7. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah için, Allah’a ait |
8. |
ve |
: ve |
9. |
innâ |
: muhakkak ki biz |
10. |
ileyhi |
: ona |
11. |
râciûne |
: dönecek olanlar |
١٥٧
اُولءِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُولءِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ
(157) ülaike aleyhim salevatüm mir rabbihim ve rahmetüv ve ülaike hümül mühtedun
İşte onlara Rablerinden mağfiret ve rahmet işte onlar hidayete erenlerdir.
(157) They are those in whom (descend) blessings from their Lord and mercy, and they are the ones that receive guidance.
1. |
ulâike |
: işte onlar |
2. |
aleyhim |
: onların üzerine, onlara |
3. |
salâvâtun |
: salâvât |
4. |
min |
: den |
5. |
rabbi-him |
: onların Rabbi |
6. |
ve |
: ve |
7. |
rahmetun |
: rahmet |
8. |
ve |
: ve |
9. |
ulâike |
: işte onlar |
10. |
hum |
: onlar |
11. |
el muhtedûne |
: hidayete erenler |
١٥٨
اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَاءِرِ اللّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ اَوِاعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَاِنَّ اللّهَ شَاكِرٌ عَليمٌ
(158) innes safa vel mervete min şeairillah fe men haccel beyte evi’temera fe la cünaha aleyhi ey yettavvefe bihima ve men tetavvea hayran fe innellahe şakirun aliym
Şüphesiz Safa ve Merve Allah’tan gelen vazifelerdir kim Beyti Haccederse umre yaparsa onun üzerine günah yoktur ikisinin tavaf edilmesinde kim gönülden hayır işlerse şüphesiz Allah şükrün karşılığını veren İlim sahibidir
(158) Behold! Safa and Marwah are among the Symbols of Allah. So if those who visit the House in the Season or at other times, should compass them round, it is no sin in them. And if any one obeyeth his own impulse to good – be sure that Allah is He Who recogniseth and knoweth.
1. |
inne |
: muhakkak, hiç şüphesiz |
2. |
es safâ |
: Mekke’de Safa |
3. |
ve |
: ve |
4. |
el mervete |
: Mekke’de Merve |
5. |
min |
: den |
6. |
şeâirillâhi (şeâiri allâhi) |
: Allah’ın nişaneleri, alâmetleri, işaret ettiği yerler |
7. |
fe |
: artık |
8. |
men |
: kim |
9. |
hacce |
: hac yaptı |
10. |
el beyte |
: beyt, ev |
11. |
ev |
: veya |
12. |
ı’temera |
: ziyaret yaptı, umre yaptı, Beytullah’ı ziyaret etti |
13. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
14. |
lâ cunâhâ |
: vebal yoktur, günah yoktur |
15. |
aleyhi |
: ona, onun üzerine |
16. |
en yettavvefe |
: tavaf etmek |
17. |
bi-himâ |
: ikisini |
18. |
ve men |
: ve kim |
19. |
tetavvaa |
: tav’an, gönülden, nafile olarak (farz olmadığı halde) yapar |
20. |
hayran |
: bir hayır |
21. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
22. |
inne |
: muhakkak |
23. |
allâhe |
: Allah |
24. |
şâkirun |
: şakir, şükrün karşılığını mükâfat olarak veren |
25. |
alîmun |
: hakkıyla bilen |
١٥٩
اِنَّ الَّذينَ يَكْتُمُونَ مَا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدى مِنْ بَعْدِ مَابَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِى الْكِتَابِ اُولءِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
(159) innellezine yektümune ma enzelna minel beyyinati vel hüda mim ba’di ma beyyennahü lin nasi fil kitabi ülaike yel’anühümullahü ve yel’anühümül lainun
Şüphesiz gizleyen kimseler bizim indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti açıkladıktan sonra kitapta insanlara işte onlara Allah lanet eder lanetçilerde onlara lanet eder
(159) Those who conceal the clear (Signs) We have sent down, and the Guidance, after We have made it clear for the People in the Book – on them shall be Allah’s curse, and the curse of those entitled to curse –
1. |
inne |
: muhakkak, hiç şüphesiz |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
yektumûne |
: ketmederler, gizlerler |
4. |
mâ |
: şey |
5. |
enzelnâ |
: biz indirdik |
6. |
min el beyyinâti |
: beyyinelerden, deliller, mucizeler, ispat vasıtalarından |
7. |
ve el hudâ |
: ve hidayet, ruhun ölmeden önce Allah’a ulaşması, Allah tarafından ulaştırılması |
8. |
min ba’di |
: sonradan |
9. |
mâ |
: şey(ler) |
10. |
beyyennâ-hu |
: biz onu açıkladık |
11. |
li en nâsi |
: insanlar için |
12. |
fî el kitâbi |
: kitapta |
13. |
ulâike |
: işte onlar |
14. |
yel’anu-humu allâhu |
: Allah onlara lânet eder |
15. |
ve yel’anu-humu |
: ve onlara lânet eder |
16. |
el lâinûne |
: lânet ediciler |
١٦٠
اِلَّا الَّذينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَاُولءِكَ اَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَاَنَا التَّوَّابُ الرَّحيمُ
(160) illellezine tabu ve aslehu ve beyyenu fe ülaike etubü aleyhim ve enet tevvabür rahiym
Ancak şu kimseler hariç tövbekarlar islah olanlar beyan edenler işte bunların tövbelerini kabul ederim ve ben tövbeleri kabul eden merhametliyim
(160) Except those who repent and make amends and openly declare (the Truth): to them I turn for I am Oft-Returning, Most Merciful.
1. |
illâ |
: ancak, sadece |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
tâbû |
: tövbe ettiler |
4. |
ve |
: ve |
5. |
aslahû |
: ıslâh oldular (nefs tezkiyesi yaptılar) |
6. |
ve |
: ve |
7. |
beyyenû |
: beyan ettiler, açıkladılar |
8. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
9. |
ulâike |
: işte onlar |
10. |
etûbu aleyhim |
: onların tövbelerini kabul ederim |
11. |
ve |
: ve |
12. |
ene |
: ben |
13. |
et tevvâbu |
: tövbeleri çok kabul eden |
14. |
er rahîmu |
: |
١٦١
اِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُولءِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلءِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعينَ
(161) innellezine keferu ve matu ve hüm küffarun ülaike aleyhim la’netüllahi vel melaiketi ven nasi ecmeiyn
Şüphesiz o kimseler kafir olmuş ve onlar kafirler olarak ölmüşlerdir işte onların üzerinedir Allah’ın laneti ve meleklerin insanların tamamının (laneti).
(161) Those who reject Faith, and die rejecting – on them is Allah’s curse, and the curse of angels, and of all mankind
1. |
inne |
: muhakkak, hiç şüphesiz |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
keferû |
: gizlediler, küfrettiler |
4. |
ve mâtû |
: ve öldüler |
5. |
ve hum |
: ve onlar |
6. |
kuffârun |
: kâfirler |
7. |
ulâike |
: işte onlar |
8. |
aleyhim |
: onların üzerine, onlara |
9. |
la’netu allâhi |
: Allah’ın lâneti |
10. |
ve el melâiketi |
: ve melekler |
11. |
ve en nâsi |
: ve insanlar |
12. |
ecmaîne |
: hepsi |
١٦٢
خَالِدينَ فيهَا لَايُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَاهُمْ يُنْظَرُونَ
(162) halidine fiha la yühaffefü anhümül azabü ve la hüm yünzarun
Orada ebedi kalırlar onlardan azap hafifletilmez ve onlara asla bakılmaz
(162) They will abide therein: their penalty will not be lightened, nor will respite be their (lot).
1. |
hâlidîne |
: ebedî kalacak olanlar |
2. |
fî-hâ |
: orada, onun içinde |
3. |
lâ yuhaffefu |
: hafifletilmez |
4. |
an-hum |
: onlardan |
5. |
el azâbu |
: azap |
6. |
ve |
: ve |
7. |
lâ hum yunzarûne |
: onlara bakılmaz |
١٦٣
وَاِلهُكُمْ اِلهٌ وَاحِدٌ لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمنُ الرَّحيمُ
(163) ve ilahüküm ilahüv vahid la ilahe illa hüver rahmanür rahiym
Sizin ilahınız Tek ilahtır ilah yoktur ancak O Esirgeyen Bağışlayandır
(163) And your God is One God: there is no god but He, Most Gracious, Most Merciful.
1. |
ve |
: ve |
2. |
ilâhu-kum |
: sizin ilâhınız |
3. |
ilâhun |
: ilâh |
4. |
vâhidun |
: tek, bir |
5. |
lâ ilâhe |
: ilâh yoktur |
6. |
illâ |
: ancak, sadece, dan başka |
7. |
huve |
: o |
8. |
er rahmân |
: Rahmân olan, Rahmân esmasının |
9. |
er rahîmu |
: ve Rahîm olan, rahmet nurunun sahibi |
Sayfa:24
١٦٤
اِنَّ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتى تَجْرى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْريفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ لَايَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
(164) inne fi halkis semavati vel erdi vahtilafil leyli ven nehari vel fülkilleti tecri fil bahri bima yenfeun nase ve ma enzelellahü mines semai mim main fe ahya bihil erda ba’de mevtiha ve besse fiha min külli dabbetiv ve tasrifir riyahi ves sehabil müsahhari beynes semai vel erdi le ayatil li kavmiy ya’kilun
Şüphesiz semaların ve arzın yaratılmasında gece ve gündüzün değişmesinde denizlerde yüzüp giden gemilerde insanların yararlanması için Allah’ın indirmesinde gökyüzünden suyu onunla arzı diriltmesinde ölümünden sonra orada dağıtılmasında bütün mahlukata rüzgarı yönlendirmede sürüklenen bulutları musahhar kılarak tutulmasında sema ve arz arasında akıl eden kavme mucizelerdir
(164) Behold! in the creation of the heavens and the earth in the alternation of the Night and the Day in the sailing of the ships through the Ocean for the profit of mankind in the rain which Allah sends down from the skies, and the life which He gives therewith to an earth that is dead in the beasts of all kinds that He scatters through the earth in the change of the winds, and the clouds which they trail like their slaves between the sky and the earth – (here) indeed are Signs for a people that are wise.
1. |
inne |
: muhakkak ki |
2. |
fî halkı |
: yaratılışta |
3. |
es semâvâti |
: semalar, gökler |
4. |
ve el ardı |
: ve arz, yeryüzü |
5. |
ve ihtilâfi |
: ve ihtilâflı (karşılıklı) olması, birbiri ardınca gelmesi |
6. |
el leyli |
: gece |
7. |
ve en nehâri |
: ve gündüz |
8. |
ve el fulki |
: ve gemiler |
9. |
elletî |
: o ki, ki o |
10. |
tecrî |
: akar, gider, yüzer |
11. |
fî el bahri |
: denizde |
12. |
bimâ |
: dolayısıyla, sebebiyle, ….. yaparak |
13. |
yenfeu |
: fayda verir |
14. |
en nâse |
: insanlar |
15. |
ve mâ |
: ve şeyi |
16. |
enzele allâhu |
: Allah indirdi |
17. |
min es semâi |
: semadan, gökten |
18. |
min mâin |
: sudan, suyu |
19. |
fe ahyâ bi-hi |
: böylece onunla hayat verdı, diriltti |
20. |
el arda |
: arz, yeryüzü, toprak |
21. |
ba’de |
: sonra |
22. |
mevti-hâ |
: onun ölümü |
23. |
ve besse |
: ve yaydı |
24. |
fî-hâ |
: orada |
25. |
min kulli |
: hepsinden |
26. |
dâbbetin |
: (yürüyen) hayvanlar |
27. |
ve tasrîfi |
: ve esmesi |
28. |
er riyâhı |
: rüzgâr(lar) |
29. |
ve es sehâbi |
: ve bulutlar |
30. |
el musahhari |
: emre amade kılınmış olan |
31. |
beyne |
: arasında |
32. |
es semâi |
: sema, gökyüzü |
33. |
ve el ardı |
: ve yeryüzü |
34. |
le âyâtin |
: elbette âyetler, kanıtlar, deliller |
35. |
li kavmin |
: bir kavim için |
36. |
ya’kılûne |
: akıl ederler |
١٦٥
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّهِ اَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذينَ امَنُوا اَشَدُّ حُبًّا لِلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذينَ ظَلَمُوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَميعًا وَاَنَّ اللّهَ شَديدُ الْعَذَابِ
(165) ve minen nasi mey yettehizü min dunillahi endadey yühibbunehüm ke hubbillah vellezine amenu eşeddü hubbel lillah velev yerallezine zalemu iz yeravnel azabe ennel kuvvete lillahi cemiav ve ennellahe şedidül azab
Bir kısım insanlar ittihaz ederler Allah’ı bırakarak putları onları öyle severler ki Allah’ı sever gibi iman eden kimselerin Allah sevgisi daha şiddetlidir velev ki zalim kimseler görselerdi azabı gördükleri zaman şüphesiz bütün kuvvet Allah’ındır şüphesiz Allah’ın azabı şiddetlidir
(165) Yet there are men who take (for worship) others besides Allah, as equal (with Allah): they love them as they should love Allah. But those of Faith are overflowing in their love for Allah. If only the unrighteous could see, behold, they would see the Punishment: that to Allah belongs all power, and Allah will strongly enforce the Punishment.
1. |
ve min en nâsi |
: ve insanlardan (bir kısmı) |
2. |
men |
: kim, kimse |
3. |
yettehizu |
: edinir |
4. |
min dûni allâhi |
: Allah’tan başka |
5. |
endâden |
: eş, eşit, ortak (put) |
6. |
yuhıbbûne-hum |
: onları severler |
7. |
ke |
: gibi |
8. |
hubbillâhi (hubbi allâhi) |
: Allah’ın sevgisi |
9. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
10. |
âmenû |
: âmenû oldular (Allah’a ulaşmayı dilediler) |
11. |
eşeddu |
: daha şiddetli, daha çok kuvvetli |
12. |
hubben |
: sevgi, muhabbet |
13. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah’ı |
14. |
ve lev yerâ |
: ve keşke görselerdi (bilselerdi) |
15. |
ellezîne zalemû |
: zulmedenler |
16. |
iz yeravne |
: gördüklerinde, gördükleri zaman |
17. |
el azâbe |
: azap |
18. |
enne |
: olduğunu |
19. |
el kuvvete |
: kuvvet |
20. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah’ın, Allah’a ait |
21. |
cemîan |
: hepsi, bütün, tamamı, tamamen |
22. |
ve enne |
: ve olduğunu |
23. |
allâhe |
: Allah |
24. |
şedîdu |
: şiddetli |
25. |
el azâbi |
: azap |
١٦٦
اِذْ تَبَرَّاَ الَّذينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُاالْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ
(166) iz teberra ellezinet tübiu minellezinettebeu ve raevül azabe ve tekattaat bihimülesbab
Tabi oldukları kimseler yüz çevirdikleri zaman tabi olan kimselerden ve azabı gördüklerinde onlar ile sebepler kopmuştur
(166) Then would those who are followed clear themselves of those who follow (them): they would see the Penalty, and all relations between them would be cut off.
1. |
iz |
: o zaman, olduğu zaman |
2. |
teberree |
: berî oldu, uzaklaştı |
3. |
ellezîne |
: onlar |
4. |
ittubiû |
: tâbî olundular |
5. |
min |
: den |
6. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
7. |
ittebeû |
: tâbî oldular |
8. |
ve |
: ve |
9. |
reavû |
: (onlar) gördüler |
10. |
el azâbe |
: azab |
11. |
takattaat |
: kesildi, koparıldı |
12. |
bi-him |
: onlar ile |
13. |
el esbâbu |
: sebepler, bağlar |
١٦٧
وَقَالَ الَّذينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُا مِنَّا كَذلِكَ يُريهِمُ اللّهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُمْ بِخَارِجينَ مِنَ النَّارِ
(167) ve kalellezinettebeu lev enne lena kerraten feneteberrae minhüm kema teberrau minna kezalike yürihimüllahü a’malehüm haseratin aleyhim ve ma hüm bi haricine minennar
Ve tabi olan kimseler derler ki keşke bizim için dönüş olsaydı onlardan keşke yüz çevirseydik bizden alakayı kestikleri gibi böylece Allah onlara gösterecek onların amellerini (işlediklerini) onların üzerindeki hasreti (özlemi) onlar çıkacak değildirler Ateşten
(167) And those who followed would say: “If only we had one more chance, we would clear ourselves of them, as they have cleared themselves of us. ” Thus will Allah show them (the fruits of) their deeds as (nothing but) regrets. Nor will there be a way for them out of the Fire.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
ittebeû |
: tâbî oldular |
4. |
lev |
: olsa, ise, keşke |
5. |
enne |
: olduğu |
6. |
lenâ |
: bize, bizim için |
7. |
kerreten |
: bir kere daha, tekrar |
8. |
fe |
: o zaman |
9. |
neteberree |
: biz uzaklaşalım, berî olalım |
10. |
min-hum |
: onlardan |
11. |
kemâ |
: gibi |
12. |
teberreû |
: berî oldular, uzaklaştılar |
13. |
min-nâ |
: bizden |
14. |
kezâlike |
: böylece |
15. |
yurî-him(u) |
: onlara gösterecek |
16. |
allâhu |
: Allah |
17. |
a’mâle-hum |
: onların amelleri |
18. |
haserâtin |
: hasara uğrayan |
19. |
aleyhim |
: onlara |
20. |
ve mâ |
: ve değil |
21. |
hum |
: onlar |
22. |
bi hâricîne |
: ile çıkacak olanlar |
23. |
min en nâri |
: ateşten |
١٦٨
يَا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِى الْاَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبينٌ
(168) ya eyyühennasü külü mimma fil ardi halalan tayyibev ve la tettebiu hutuvatişşeytan innehu leküm adüvvüm mübin
Ey insanlar yeyin arzın içinde olanlardan helal ve temiz olanlardan tabi olmayın şeytanın adımlarına şüphesiz o sizin için açık bir düşmandır
(168) O ye people! eat of what is on earth, lawful and good and do not follow the footsteps of the evil One, for he is to you an avowed enemy.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey |
2. |
en nâsu |
: insanlar |
3. |
kulû |
: yeyin |
4. |
mimmâ (min mâ) |
: şey(ler)den |
5. |
fî |
: içinde, …de |
6. |
el ardı |
: arz, yeryüzü |
7. |
halâlen |
: helâl olan |
8. |
tayyiben |
: temiz olan |
9. |
ve |
: ve |
10. |
lâ tettebiû |
: tâbî olmayın, uymayın |
11. |
hutuvâti |
: adımlar, ayak izleri |
12. |
eş şeytâni |
: şeytan |
13. |
inne-hu |
: muhakkak ki o, çünkü o |
14. |
lekum |
: sizin için, size |
15. |
aduvvun |
: düşman |
16. |
mubînun |
: açıkça, apaçık |
١٦٩
اِنَّمَا يَاْمُرُكُمْ بِالسُّوءِوَالْفَحْشَاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّهِ مَالَاتَعْلَمُون
(169) innema ye’müruküm bis sui vel fahşai ve en tekulu alellahi ma la ta’lemun
Şüphesiz size emreder kötülüğü ve fuhşu ve şüphesiz Allah’a karşı söyletir bilemediğiniz şeyleri
(169) For he commands you what is evil and shameful, and that ye should say of Allah that of which ye have no knowledge.
1. |
innemâ |
: ancak, sadece |
2. |
ye’muru-kum |
: size emreder |
3. |
bi es sûi |
: kötülük ile, şerrle |
4. |
ve el fahşâi |
: ve fuhuş, hayasızlık |
5. |
ve en tekûlû |
: ve söylemeniz |
6. |
alâ âllâhi |
: Allah’a karşı |
7. |
mâ lâ ta’lemûne |
: sizin bilmediğiniz şeyler |
Sayfa:25
١٧٠
وَاِذَا قيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا اَنْزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ابَاءَنَا اَوَلَوْ كَانَ ابَاؤُهُمْ لَايَعْقِلُونَ شَيًْا وَلَا يَهْتَدُونَ
(170) ve iza kiyle lehümüt tebiu ma enzellellahü kalu bel nettebiu ma el feyna aleyhi abaena evelev kane abaühüm la ya’kilune şey’ev ve la yehtedun
Onlara tabi olun denildiği zaman Allah’ın indirdiğine derler biz tabi oluruz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak onların babaları bir şeyi akletmiyorsadamı hidayeti bilmiyorsa da mı
(170) When it is said to them: “Follow what Allah hath revealed:” They say: “Nay! we shall follow the ways of our fathers:” What! even though their fathers were void of wisdom and guidance?
1. |
ve izâ kîle |
: ve denildiği zaman, denildiğinde |
2. |
lehum |
: onlara |
3. |
ittebiû |
: tâbî olun |
4. |
mâ enzele |
: indirdiği şey, indirdiğine |
5. |
allâhu |
: Allah |
6. |
kâlû |
: dediler |
7. |
bel |
: hayır |
8. |
nettebiu |
: biz tâbî oluruz |
9. |
mâ |
: şey |
10. |
elfeynâ |
: biz bulduk |
11. |
aleyhi |
: onun üzerinde, ona |
12. |
âbâe-nâ |
: babalarımız, atalarımız |
13. |
e |
: mı |
14. |
ve lev |
: ve şâyet, ise |
15. |
kâne |
: oldu, idi |
16. |
âbâu-hum |
: onların babaları, ataları |
17. |
lâ ya’kılûne |
: akıl etmiyorlar |
18. |
şey’en |
: bir şey |
19. |
ve lâ yehtedûne |
: ve hidayete ermezler |
١٧١
وَمَثَلُ الَّذينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذى يَنْعِقُ بِمَا لَايَسْمَعُ اِلَّادُعَاءً وَنِدَاءً صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لَايَعْقِلُونَ
(171) ve meselüllezine keferu kemeselillezi yen’iku bima la yesmeu illa düaev ve nidae summüm bükmün umyün fe hüm la ya’kilun
Kafir kimselerin misali sessiz kimselerin haline benzer işitmeyen kimse gibi ancak nidacının sesini duyar sağırdırlar dilsizdirler kördürler ve onlar akıl etmezler
(171) The parable of those who reject Faith is as if one were to shout like a goat-herd, to things that listen to nothing but call and cries: deaf, dumb, and blind, they are void of wisdom.
1. |
ve meselu |
: ve örneği, misali, durumu, hali |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
keferû |
: inkâr ettiler, kâfir oldular |
4. |
ke |
: gibi |
5. |
meseli |
: örneği, misali, durumu, hali |
6. |
ellezî |
: o kimse, ki o |
7. |
yen’ıku |
: bağırır, haykırır |
8. |
bi mâ |
: bu yüzden, bu sebeple |
9. |
lâ yesmeû |
: işitmez |
10. |
illâ |
: den başka |
11. |
duâen ve nidâen |
: çağırarak ve bağırarak |
12. |
summun |
: sağır |
13. |
bukmun |
: dilsiz |
14. |
umyun |
: âmâ, kör |
15. |
fe |
: artık, bu yüzden |
16. |
hum |
: onlar |
17. |
lâ ya’kılûne |
: akıl etmezler |
١٧٢
يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَارَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلّهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
(172) ya eyyühellezine amenu külu min tayyibati ma razaknaküm veşküru lillahi in küntüm iyyahü ta’büdun
Ey iman edenler yeyin temiz olanlardan size rızık olarak verdiklerimizden Allah’a şükredin eğer sizler yalnız ona kulluk ediyorsanız
(172) O ye who believe! eat of the good things that we have provided for you, and be grateful to Allah, if it is Him ye worship.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
âmenû |
: âmenû oldular (Allah’a ulaşmayı dilediler, îmân ettiler |
4. |
kulû |
: yeyin |
5. |
min tayyibâti |
: temiz, helâl olanlardan |
6. |
mâ razaknâ-kum |
: sizi rızıklandırdığımız şeyler |
7. |
ve uşkurû |
: ve şükredin |
8. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah’a |
9. |
in kuntum |
: eğer siz, …seniz, olduysanız |
10. |
iyyâ-hu ta’budûne |
: sadece ona kul olursunuz |
١٧٣
اِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزيرِ وَمَا اُهِلَّ بِه لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
(173) innema harrame aleykümül meytete veddeme ve lahmel hinziri ve ma ühille bihi li ğayrillah fe menidturra ğayra bağiv ve la adin fe la isme aleyh innellahe ğafurur rahiym
Şüphesiz üzerinize haram kılındı ölü eti ve kanı ve domuz eti Allah’tan başkası adına kesilen hayvan eti de fakat dara düşen zarureti kadar haddi aşmadan (yiyebilir) ona bir günah yoktur şüphesiz Allah bağışlayan Merhamet edendir
(173) He hath only forbidden you dead meat, and blood, and the flesh of swine, and that on which any other name hath been invoked besides that of Allah. But if one is forced by necessity, without wilful disobedience, nor transgressing due limits – then is he guiltless. For Allah is Oft-Forgiving Most Merciful.
1. |
innemâ |
: ancak, sadece, fakat |
2. |
harrame |
: haram kıldı |
3. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
4. |
el meytete |
: ölü (hayvan) |
5. |
ve ed deme |
: ve kan |
6. |
ve lahme |
: ve et |
7. |
el hınzîri |
: domuz |
8. |
ve mâ uhille |
: ve helâl kılmadı |
9. |
bi-hi |
: onu |
10. |
li gayri allâhi |
: Allah’tan başkası için |
11. |
fe men |
: artık, fakat, ama kim |
12. |
idturra |
: zarurette, zor durumda kaldı |
13. |
gayra |
: dışında, başka, olmaksızın |
14. |
bâgin |
: hakka tecavüz ederek |
15. |
ve lâ âdin |
: ve haddi (zaruret miktarını) aşmayarak |
16. |
fe lâ isme |
: o taktirde günah yoktur |
17. |
aleyhi |
: onun üzerine, ona |
18. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
19. |
gafûrun |
: gafur olan, mağfiret eden |
20. |
rahîmun |
: rahmet eden, rahmet nurunun sahibi |
١٧٤
اِنَّ الَّذينَ يَكْتُمُونَ مَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِه ثَمَنًا قَليلًا اُولءِكَ مَا يَاْكُلُونَ فى بُطُونِهِمْ اِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيمَةِ وَلَا يُزَكّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ
(174) innellezine yektümune ma enzelellahü minel kitabi ve yeşterune bihi semenen kalilen ülaike ma ye’külune fi bütunihim illen nara ve la yükellimühümüllahü yevmel kiyameti ve la yüzekkihim ve lehüm azabün eliym
Şüphesiz bildiğini gizleyen kimseler Allah’ın indirdiğinden kitabından ve de bunu satarsa az bir menfaata işte onların karınlarında yemek olmaz ancak ateş olur Allah onlarla konuşmaz kıyamet günü ve onları temizlemez ve onlar için elim azap (vardır)
(174) Those who conceal Allah’s revelations in the Book, and purchase for them a miserable profit – they swallow into themselves naught but Fire Allah will not address them on the Day of Resurrection, nor purify them: grievous will be their Penalty.
1. |
inne |
: muhakkak |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
yektumûne |
: ketmederler, gizlerler |
4. |
mâ |
: şey(ler) |
5. |
enzele |
: indirdi |
6. |
allâhu |
: Allah |
7. |
min el kitâbî |
: kitaptan |
8. |
ve yeşterûne |
: ve satıyorlar |
9. |
bi-hi |
: onu |
10. |
semenen |
: bedel, ücret, değer |
11. |
kalîlen |
: az |
12. |
ulâike |
: işte onlar |
13. |
mâ |
: şey(ler) |
14. |
ye’kulûne |
: yiyorlar |
15. |
fî |
: içinde |
16. |
butûni-him |
: (onların) karınları |
17. |
illâ |
: ancak, sadece, den başka |
18. |
en nâre |
: ateş |
19. |
ve lâ yukellimu-hum(u) |
: ve onlarla konuşmaz |
20. |
allâhu |
: Allah |
21. |
yevme el kıyâmeti |
: kıyâmet günü |
22. |
ve lâ yuzekkî-him |
: ve onları tezkiye etmez, temize çıkarmaz, temizlemez |
23. |
ve lehum |
: ve onlar için, onlara (vardır) |
24. |
azâbun |
: azap |
25. |
elîmun |
: acıklı, elîm |
١٧٥
اُولءِكَ الَّذينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَا اَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ
(175) ülaikellezineşteravüd dalalete bil hüda vel azabe bil mağfirah fe ma asberahüm alen nar
İşte o kimseler dalaleti satın aldılar hidayete karşı ve azabı mağfirete karşı ne kadarda sabırlıdır onlar üzerlerindeki ateşe
(175) They are the ones who buy Error in place of Guidance and Torment in place of Forgiveness. Ah! what boldness (they show) for the fire!
1. |
ulâike ellezîne |
: işte onlar ki ….. yapanlar |
2. |
işteravû |
: satın aldılar |
3. |
ed dalâlete |
: dalâleti |
4. |
bi el hudâ |
: hidayet ile |
5. |
ve el azâbe |
: ve azap |
6. |
bi el magfireti |
: mağfiret ile, günahların sevaba |
7. |
mâ |
: şey, ne, nedir |
8. |
asbere-hum |
: onları sabırlı yaptı |
9. |
alâ en nâri |
: ateşe karşı |
١٧٦
ذلِكَ بِاَنَّ اللّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَاِنَّ الَّذينَ اخْتَلَفُوا فِى الْكِتَابِ لَفى شِقَاقٍ بَعيدٍ
(176) zalike bi ennellahe nezzelel kitabe bil hakk ve innellezinahtelefu fil kitabi le fi şikakim beiyd
Çünkü Şüphesiz Allah Kitabı indirmiştir Hak olarak Ve şüphesiz ihtilaf eden kimseler Kitap içindekiler için Uzak bir ayrılık içindedirler.
(176) (Their doom is) because Allah sent down the Book in truth but those who seek causes of dispute in the Book are in a schism far (from the purpose).
1. |
zâlike |
: işte bu |
2. |
bi enne |
: sebebi ile |
3. |
allâhe |
: Allah |
4. |
nezzele |
: indirdi |
5. |
el kitâbe |
: kitap |
6. |
bi el hakkı |
: hak ile |
7. |
ve inne ellezîne |
: ve muhakkak ki onlar |
8. |
ıhtelefû |
: ihtilâfa, ayrılığa düştüler |
9. |
fî el kitâbi |
: kitapta |
10. |
le |
: elbette, mutlaka |
11. |
fî şikâkin |
: ayrılık içinde |
12. |
baîdin |
: uzak |
Sayfa:26
١٧٧
لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلكِنَّ الْبِرَّ مَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَالْمَلءِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّنَ وَاتَى الْمَالَ عَلى حُبِّه ذَوِى الْقُرْبى وَالْيَتَامى وَالْمَسَاكينَ وَابْنَ السَّبيلِ وَالسَّاءِلينَ وَفِى الرِّقَابِ وَاَقَامَ الصَّلوةَ وَاتَى الزَّكوةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرينَ فِى الْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحينَ الْبَاْسِ اُولءِكَ الَّذينَ صَدَقُوا وَاُولءِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
(177) leysel birra en tüvellu vücuheküm kibelel meşriki vel mağribi ve lakinnel birra men amene billahi vel yevmil ahiri vel melaiketi vel kitabi ven nebiyyin ve atel male ala hubbihi zevil kurba vel yetama vel mesakine vebnes sebili ves sailine ve fir rikab ve ekames salate ve atez zekah vel mufune bi ahdihim iza ahedu ves sabirine fil be’sai ved darrai ve hiynel be’s ülaikellezine sadeku ve ülaike hümül müttekun
İyilik değildir yüzlerinizi çevirmeniz doğuya doğru ve batıya ve lakin iyilik kim Allah’a iman eder ve ahiret gününe ve meleklere ve kitaplara Nebilere malı verendir onu sevdiği halde akrabalarına ve yetimlere ve miskinlere yolda kalanlara ve dilencilere köle ve esirlere ve namazı kılan ve zekatı veren ve ahitlerini ifa edenler ve sabredenler ahdettikleri zaman hastalıkta ve şiddetli savaşta işte bu kimseler sıddıktırlar ve işte bunlar muttakidirler
(177) It is not righteousness that ye turn your faces towards East or West but it is righteousness – to believe in Allah and the Last Day, and the Angels, and the Book, and the Messengers to spend of your substance, out of love for Him, for your kin, for orphans, for the needy, for the wayfarer, for those who ask, and for the ransom of slaves to be steadfast in prayer, and practice regular charity to fulfil the contracts which ye have made and to be firm and patient, in pain (or suffering) and adversity, and throughout all periods of panic. Such are the people of truth, the God-fearing.
1. |
leyse |
: değil |
2. |
el birre |
: birr, ebrar kılacak davranış biçimi |
3. |
en tuvellû |
: dönmeniz, yönelmeniz |
4. |
vucûhe-kum |
: yüzleriniz |
5. |
kıbele |
: yön, cihet |
6. |
el maşrıkı |
: doğu |
7. |
ve el magrıbi |
: ve batı |
8. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat |
9. |
el birre |
: birr, ebrar kılacak davranış biçimi |
10. |
men |
: kim |
11. |
âmene |
: âmenû oldu (Allah’a ulaşmayı diledi) îmân etti |
12. |
billâhi (bi allâhi) |
: Allah’a |
13. |
ve el yevmi el âhırı |
: ve sonraki gün |
14. |
ve el melâiketi |
: ve melekler |
15. |
ve el kitâbi |
: ve kitap |
16. |
ve en nebiyyine |
: ve peygamberler |
17. |
ve âte |
: ve verdi |
18. |
el mâle |
: mal |
19. |
alâ hubbi-hi |
: ona sevgi duyma, sevme |
20. |
zevî el kurbâ |
: yakınlık sahipleri, akrabalar |
21. |
ve el yetâmâ |
: ve yetimler |
22. |
ve el mesâkîne |
: ve çalışamayacak durumdaki ihtiyarlar |
23. |
ve ibne es sebîli |
: ve yolcu |
24. |
ve es sâilîne |
: ve isteyenler (muhtaçlar) |
25. |
ve fî er rıkâbi |
: ve kölelerin, esirlerin kurtulması hakkında, konusunda (kurtulması için) |
26. |
ve ekâme es salâte |
: namazı ikame etti, devam ettirdi |
27. |
ve âte ez zekâte |
: ve zekât verdi |
28. |
ve el mûfûne |
: ve vefa eden, hakkıyla yerine getiren |
29. |
bi ahdi-him |
: (onların) ahdlerini |
30. |
izâ âhedû |
: ahd verdikleri zaman |
31. |
ve es sâbirîne |
: ve sabredenler |
32. |
fî el be’sâi |
: sıkıntıda, musîbet isabet ettiği zaman, hastalıkta |
33. |
ve ed darrâi |
: ve darlık, zorluk, zaruret |
34. |
ve hîne |
: ve o zamanda, o hallerde |
35. |
el be’si |
: şiddetli savaş |
36. |
ulâike |
: işte onlar |
37. |
ellezîne sadakû |
: onlar sadık oldular, sadık olanlar |
38. |
ve ulâike |
: ve işte onlar |
39. |
hum(u) el muttekûne |
: onlar muttakiler, takva sahipleri |
١٧٨
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِى الْقَتْلى اَلْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْاُنْثى بِالْاُنْثى فَمَنْ عُفِىَ لَهُ مِنْ اَخيهِ شَىْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَاَدَاءٌ اِلَيْهِ بِاِحْسَانٍ ذلِكَ تَخْفيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدى بَعْدَ ذلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ اَليمٌ
(178) ya eyyühellezine amenu kütibe aleykümül kisasu fil katla el hurru bil hurri vel abdü bil abdi vel ünsa bil ünsa fe men ufiye lehu min ehiyhi şey’ün fettibaum bil ma’rufi ve edaün ileyhi bi ihsan zalike tahfifüm mir rabbiküm ve rahmeh fe meni’teda ba’de zalike fe lehu azabün eliym
Ey iman eden kimseler yazıldı üzerinize kısas öldürülenler için hüre karşı hür köleye karşı köle kadına karşı kadın kim ki affedilirse ölenin kardeşi tarafından hareket etmek örfe göre ve onu iyilikle ödemektir bu hafifletme size Rabbinizdendir ve rahmettir kim haddi aşarsa bundan sonra onun için elim bir azap (vardır)
(178) O ye who believe! the law of equality is prescribed to you in cases of murder: the free for the free, the slave for the slave, the woman for the woman. But if any remission is made by the brother of the slain, then grant any reasonable demand, and compensate him with handsome gratitude. This is a concession and a mercy from your Lord. After this whoever exceeds the limits shall be in grave penalty.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey |
2. |
ellezîne |
: onlar, olanlar |
3. |
âmenû |
: âmenû oldular |
4. |
kutibe |
: yazıldı, farz kılındı |
5. |
aleykum(u) |
: sizin üzerinize, size |
6. |
el kısâsu |
: kısas, eşit olarak misilleme |
7. |
fî el katlâ |
: öldürülme hakkında |
8. |
el hurru |
: hür |
9. |
bi el hurri |
: hür ile |
10. |
ve el abdu |
: ve köle |
11. |
bi el abdi |
: köle ile |
12. |
ve el unsâ |
: ve kadın, dişi |
13. |
bi el unsâ |
: kadın ile, dişi ile |
14. |
fe men |
: fakat, o taktirde, artık, o zaman kim |
15. |
ufiye lehu |
: o affedilir |
16. |
min ahî-hi |
: onun kardeşi tarafından |
17. |
şey’un |
: bir şey |
18. |
fe |
: fakat, o taktirde, artık, o zaman |
19. |
ittibâun |
: tâbî olmak, uymak, gereğini yapmak |
20. |
bi el ma’rûfi |
: iyilikle, bilinen şekilde, örfe tâbî olarak |
21. |
ve edâun |
: ve eda etmek, ödemek |
22. |
ileyhi |
: ona |
23. |
bi ihsânin |
: ihsan ile |
24. |
zâlike |
: işte bu, bu |
25. |
tahfîfun |
: hafifletme |
26. |
min rabbi-kum |
: Rabbinizden |
27. |
ve rahmetun |
: ve bir rahmet |
28. |
fe men |
: fakat, o taktirde, artık, o zaman kim |
29. |
i’tedâ |
: haddi aştı |
30. |
ba’de zâlike |
: bundan sonra |
31. |
fe lehu |
: o taktirde, o zaman onun için (vardır) |
32. |
azâbun elîmun |
: elîm bir azap |
١٧٩
وَلَكُمْ فِى الْقِصَاصِ حَيوةٌ يَا اُولِى الْاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(179) ve leküm fil kisasi hayatüy ya ülil elbabi lealleküm tettekun
Hem sizin için kısasta hayat vardır ey akıl sahipleri olur ki sizler korunursunuz
(179) In the law of equality there is (saving of) life to you, o ye men of understanding that ye may restrain yourselves.
1. |
ve lekum |
: ve sizin için (vardır) |
2. |
fî el kısâsı |
: kısasta |
3. |
hayâtun |
: hayat |
4. |
yâ |
: ey |
5. |
ulîl elbâbi (ulî el bâbi) |
: sır hazinelerinin (lübblerin) sahipleri |
6. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
7. |
tettekûne |
: sakınırsınız, takva sahibi olursunuz |
١٨٠
كُتِبَ عَلَيْكُمْ اِذَا حَضَرَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ اِنْ تَرَكَ خَيْرًا اَلْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَبينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقينَ
(180) kütibe aleyküm iza hadara ehadekümül mevtü in terake hayra elvasiyyetü lil valideyni vel akrabine bil ma’rufi hakkan alel müttekiyn
Sizin üzerinize yazıldı hazırlık zamanı sizden biriniz öldüğünde eğer bir hayır bırakacaksa vasiyet etsin ana babası için ve akrabasına güzel bir şekilde bir Hakdır muttakiler üzerine
(180) It is prescribed, when death approaches any of you, if he leave any goods, that he make a bequest to parents and next of kin, according to reasonable usage this is due from the God-fearing.
1. |
kutibe |
: yazıldı, farz kılındı |
2. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
3. |
izâ hadara |
: hazır olduğu zaman, geldiği zaman |
4. |
ehade-kum(u) |
: sizden biriniz |
5. |
el mevtu |
: ölüm |
6. |
in tereke |
: eğer bırakırsa |
7. |
hayran |
: bir hayır (mal v.s) |
8. |
el vasiyyetu |
: vasiyet (etmek) |
9. |
li el vâlideyni |
: anne-babaya |
10. |
ve el akrabîne |
: ve akrabalar, yakınlar |
11. |
bi el ma’rûfi |
: marufla, örf ve adete uygun olarak |
12. |
hakkan |
: bir hakk olarak |
13. |
alâ el muttekîne |
: takva sahiplerinin üzerine |
١٨١
فَمَنْ بَدَّلَهُ بَعْدَ مَا سَمِعَهُ فَاِنَّمَا اِثْمُهُ عَلَى الَّذينَ يُبَدِّلُونَهُ اِنَّ اللّهَ سَميعٌ عَليمٌ
(181) fe mem beddelehu ba’de ma semiahu fe innema ismühu alellezine yübeddiluneh innellahe semiun aliym
artık kim değiştirse bunu işittikten sonra kesinlikle onun günahı onu değiştirenlerin üzerinedir şüphesiz Allah İşiten ve Bilendir
(181) If anyone changes the bequest after hearing it, the guilt shall be on those who make the change. For Allah hears and knows (all things).
1. |
fe men |
: o zaman, artık, o taktirde kim |
2. |
beddele-hu |
: onu değiştirdi |
3. |
ba’de mâ |
: sonra |
4. |
semia-hu |
: onu işitti |
5. |
fe |
: o zaman, artık, o taktirde |
6. |
innemâ |
: sadece, fakat, ama |
7. |
ismu-hu |
: onun günahı |
8. |
alâ ellezîne |
: onların üzerine |
9. |
yubeddilûne-hu |
: onu değiştirirler |
10. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
11. |
semîun |
: hakkıyla işiten, en iyi işiten |
12. |
alîmun |
: hakkıyla bilen, en iyi bilen |
Sayfa:27
١٨٢
فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفًا اَوْ اِثْمًا فَاَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
(182) fe men hafe mim musin cenefen ev ismen fe asleha beynehüm fe la isme aleyh innellahe ğafurur rahiym
kim korkarsa vasiyet yapanın bir hatasından veya günahından onların aralarının ıslahında onun üzerine günah yoktur şüphesiz Allah bağışlayan merhamet edendir
(182) But if anyone fears partiality or wrong doing on the part of the testator, and makes peace between (the parties concerned), there is no wrong in him: for Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
fe |
: fakat, artık |
2. |
men |
: kim ise |
3. |
hâfe |
: korktu |
4. |
min |
: den |
5. |
mûsın |
: vasiyet eden |
6. |
cenefen |
: haktan uzaklaşarak |
7. |
ev |
: veya |
8. |
ismen |
: günah işleyerek, günaha girerek |
9. |
fe |
: artık, böylece, bu sebeple |
10. |
aslaha |
: ıslâh etti, düzeltti |
11. |
beyne-hum |
: onların arası |
12. |
fe |
: o zaman, o taktirde, bu durumda |
13. |
lâ isme aleyhi |
: onun üzerine bir günah yoktur |
14. |
inne |
: muhakkak |
15. |
allâhe |
: Allah |
16. |
gafûrun |
: gafur, mağfiret eden, bağışlayan |
17. |
rahîmun |
: rahîm olan, rahmet nurunun sahibi |
١٨٣
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنوُا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(183) ya eyyühellezine amenu kütibe aleykümüs siyamü kema kütibe alellezine min kabliküm lealleküm tettekun
ey iman eden kimseler üzerinize oruç yazıldı yazıldığı gibi sizden öncekilerin üzerine umulur ki sizler sakınırsınız
(183) O ye who believe! fasting is prescribed to you as it was prescribed to those before you, that ye may (learn) self restraint,
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey |
2. |
ellezîne |
: kimseler, onlar |
3. |
âmenû |
: âmenû oldular |
4. |
kutibe |
: yazıldı |
5. |
aleykum(u) |
: sizin üzerinize, size |
6. |
es sıyâmu |
: oruç |
7. |
kemâ |
: gibi |
8. |
kutibe |
: yazıldı |
9. |
alâ |
: üzerine |
10. |
ellezîne |
: onlar |
11. |
min |
: den |
12. |
kabli-kum |
: sizden önce |
13. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
14. |
tettekûne |
: takva sahibi olursunuz |
١٨٤
اَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَريضًا اَوْ عَلى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ وَعَلَى الَّذينَ يُطيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
(184) eyyamem ma’dudat fe men kane minküm meridan ev ala seferin fe iddetüm min eyyamin uhar ve alellezine yütiykunehu fidyetün taamü miskin fe men tetavvea hayran fe hüve hayrul leh ve en tesumu hayrul leküm in küntüm ta’lemun
sayılı günlerdir sizden kim hasta olursa veya seferdeyse tamamlasın diğer günlerde takatı yetmeyen kimseler fidye vermesi (gerekir) miskinlere yemek olarak kim gönlünden hayır işlerse onun için hayır olur oruç tutmanız sizin için hayırlıdır eğer sizler bilirseniz
(184) (Fasting) for a fixed number of days but if any of you is ill, or on a journey, the prescribed number (should be made up) from days later. For those who can do it (with hardship), is a ransom, the feeding of one that is indigent. But he that will give more, of his own free will, it is better for him. And it is better for you that ye fast, if ye only knew.
1. |
eyyâmen |
: günler |
2. |
ma’dûdâtin |
: adetli, sayılmış, sayılı |
3. |
fe men |
: fakat kim |
4. |
kâne |
: oldu, idi |
5. |
min-kum |
: sizden |
6. |
marîdan |
: hasta |
7. |
ev alâ seferin |
: veya seferde, yolculukta |
8. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
9. |
iddetun |
: müddet, sayı, bir şeyin müddetini |
10. |
min eyyâmin |
: günlerden |
11. |
uhara |
: diğer |
12. |
ve alâ ellezîne |
: ve onlar üzerine |
13. |
yutîkûne-hu |
: ona dayanamazlar, zorlanırlar, takatleri kesilir, güç yetiremezler |
14. |
fidyetun |
: fidye |
15. |
taâmu |
: yemek |
16. |
miskînin |
: çalışamayacak durumdaki yaşlılar |
17. |
fe men |
: artık kim |
18. |
tatavvaa |
: isteyerek, gönüllü olarak yaptı |
19. |
hayran |
: bir hayır |
20. |
fe |
: işte |
21. |
huve |
: o |
22. |
hayrun |
: hayırdır, daha hayırlıdır |
23. |
lehu |
: onun için |
24. |
ve en tesûmû |
: ve sizin oruç tutmanız |
25. |
hayrun |
: hayırdır, daha hayırlıdır |
26. |
lekum |
: sizin için, size |
27. |
in |
: eğer, şâyet, ise, keşke |
28. |
kuntum |
: siz oldunuz |
29. |
ta’lemûne |
: biliyorsunuz, bilirsiniz |
١٨٥
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذى اُنْزِلَ فيهِ الْقُرْانُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَريضًا اَوْ عَلى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ يُريدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُريدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّهَ عَلى مَا هَديكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
(185) şehru ramedanellezi ünzile fihil kur’anü hüdel lin nasi ve beyyinatim minel hüda vel fürkan fe men şehide minkümüş şehra felyesumh ve men kane meridan ev ala seferin fe iddetüm min eyyamin uhar yüridüllahü bikümül yüsra vela yüridü bikümül üsra ve li tükmilül iddete ve li tükebbirullahe ala ma hedaküm ve lealleküm teşkürun
öyle bir ramazan ayı ki onda Kur’an indirilmiştir insanlar için hidayet olarak gerçekleri açıklamak hidayete ulaştırmak ve hakla batılı ayırmak için şimdi kim şahit olursa sizden bu aya onu hemen tutsun kim hasta olursa veya seferde olursa tamamlasın diğer günlerde Allah size kolaylık diler size güçlük vermez ve bu sayıyı tamamlayınız ve Allah’ı yüceltiniz sizi hidayet ettiğinden dolayı umulur ki sizler şükredersiniz
(185) Ramadan is the (month) in which was sent down the Quran as a guide to mankind, also clear (Signs) for guidance and judgment (between right and wrong). So every one of you who is present (at his home) during that month should spend it in fasting, but if any one is ill, or on a journey, the prescribed period (should be made up) by days later. Allah intends every facility for you He does not want to put you to difficulties. (He wants you) to complete the prescribed period, and to glorify Him in that He has guided you and perchance ye shall be grateful.
1. |
şehru |
: ay |
2. |
ramadân |
: ramazan |
3. |
ellezî |
: o ki, ki o |
4. |
unzile |
: indirildi |
5. |
fî-hi |
: onun içinde, onda |
6. |
el kur’ânu |
: Kur’ân-ı Kerim |
7. |
huden |
: hidayete erdirici (olarak) 8 – li en nâsi |
8. |
ve beyyinâtin |
: ve beyyineler, açık deliller, ispat |
9. |
min el hudâ |
: Hüda’dan |
10. |
ve el furkâni |
: ve furkan, hakkı bâtıldan ayıran |
11. |
fe |
: o zaman, artık |
12. |
men |
: kim |
13. |
şehide |
: şahit oldu |
14. |
minkum(u) |
: sizden |
15. |
eş şehra |
: bu ay |
16. |
fel yesumhu (fe li yesum-hu) |
: o zaman onu oruçlu geçirsin |
17. |
ve men |
: ve kim |
18. |
kâne |
: oldu |
19. |
marîdan |
: hasta |
20. |
ev alâ seferin |
: veya seferde, yolculukta |
21. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
22. |
iddetun |
: müddet, sayı, adet tamamlama |
23. |
min eyyâmin |
: günlerden |
24. |
uhara |
: diğer |
25. |
yurîdu |
: diler, ister |
26. |
allâhu |
: Allah |
27. |
bikum(u) |
: size,sizin için |
28. |
el yusra |
: kolaylık |
29. |
ve lâ yurîdu |
: ve dilemez, istemez |
30. |
bikum(u) |
: size,sizin için |
31. |
el usra |
: zorluk |
32. |
ve li tukmilû |
: ve tamamlamanız için |
33. |
el iddete |
: müddet, sayı, adet tamamlama |
34. |
ve li tukebbirû |
: ve tekbir etmeniz, yüceltmeniz için |
35. |
allâhe |
: Allah |
36. |
alâ mâ |
: şey üzerine, şeye |
37. |
hedâ-kum |
: sizi hidayete erdirdi |
38. |
ve lealle-kum |
: ve umulur ki böylece siz |
39. |
teşkurûne |
: şükredersiniz |
١٨٦
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادى عَنّى فَاِنّى قَريبٌ اُجيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجيبُوا لى وَلْيُؤْمِنُوا بى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
(186) ve iza seeleke ibadi anni fe inni karib ücibü da’veted dai iza deani felyestecibuli vel yü’minu bi leallehüm yarşüdun
sana sorarlar kullarım benden ben onlara yakınım dua edenin duasına icabet ederim bana dua ettiği zaman onlarda bana icabet etsinler bana iman etsinler umulur ki irşad olunurlar
(186) When my servants ask thee concerning Me, I am indeed close (to them): I listen to the prayer of every suppliant when he calleth on Me: let them also, with a will, listen to My call, and believe in Me: that they may walk in the right way.
1. |
ve izâ |
: ve olduğu zaman, olunca |
2. |
seele-ke |
: sana sordu |
3. |
ıbâdî |
: kullarım |
4. |
an-nî |
: benden |
5. |
fe innî |
: o zaman muhakkak ki ben |
6. |
karîbun |
: yakın |
7. |
ucîbu |
: icabet ederim, karşılık veririm |
8. |
da’vete |
: davet, dua |
9. |
ed dâi |
: davet eden, dua eden |
10. |
izâ |
: olduğu zaman, olunca |
11. |
deâ-ni |
: beni davet etti, çağırdı |
12. |
fe |
: artık, o halde |
13. |
el yestecîbû-lî |
: onlar bana icabet etsinler |
14. |
ve li yu’minû bî |
: ve bana âmenû olsunlar |
15. |
lealle-hum |
: umulur ki böylece onlar |
16. |
yerşudûne |
: irşada ulaşırlar, irşad olurlar |
Sayfa:28
١٨٧
اُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ اِلى نِسَاءِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَاَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ عَلِمَ اللّهُ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ اَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ فَالْنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِى الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ ايَاتِه لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
(187) ühille leküm leyletes sıyamir rafesü ila nisaiküm hünne libasül leküm ve entüm libasül lehüm alimellahü enneküm küntüm tehtanune enfüseküm fe tabe aleyküm ve afa anküm fel anebaşiruhünne vebteğu ma ketebellahü leküm ve külu veşrabu hatta yetebeyyene lekümül haytul ebyadu minel haytil esvedi minel fecri sümme etimmüs siyame ilelleyl vela tübaşiruhünne ve entüm akifune fil mesacid tilke hududullahi fela takrebuha kezalike yubeyyinullahü ayetihi linnasi leallehum yettekun
sizlere helal kılındı oruç gecesi yaklaşmanız kadınlarınıza onlar sizin için libastır sizde onların libasısınız Allah sizleri bildiği için sizler nefislerinizi koruyamayacağınızı tövbenizi kabul etti ve sizleri af etti onlarla beraber olabilirsiniz isteyin Allah’ın sizin için yazdığını yeyiniz ve içiniz hatta sizler beyaz ipliği ayırabileceğiniz (zamana kadar) siyah iplikten fecre kadar sonra orucunuzu tamamlayınız akşama kadar kadınlarla birleşmeyin itikafta iken sizler mescid içinde işte bunlar Allah’ın hudutlarıdır onlara yaklaşmayın böylece Allah açıklıyor ayetlerini insanlara olur ki onlar sakınırlar
(187) Permitted to you, on the night of the fasts, is the approach to your wives. They are your garments and ye are their garments. Allah knoweth what ye used to do secretly among yourselves but he turned to you and forgave you so now associate with them, and seek what Allah hath ordained for you, and eat and drink, until the white thread of dawn appear to you distinct from its black thread then complete your fast till the night appears but do not associate with your wives while ye are in retreat in the mosques. Those are limits (set by) Allah: approach not nigh thereto. Thus doth Allah make clear his Signs to men: that they may learn self-restraint.
1. |
uhılle |
: helâl kılındı |
2. |
lekum |
: sizin için, size |
3. |
leylete |
: gece |
4. |
es sıyâmi |
: oruç |
5. |
er refesu |
: (cinsel arzu ile ) yaklaşmak |
6. |
ilâ nisâi-kum |
: kadınlarınıza |
7. |
hunne |
: onlar |
8. |
libâsun |
: elbise |
9. |
lekum |
: sizin için |
10. |
ve entum |
: ve siz |
11. |
libâsun |
: elbise |
12. |
lehunne |
: onlar için |
13. |
alîme |
: bildi |
14. |
allâhu |
: Allah |
15. |
enne-kum |
: sizin ….. olduğunuz |
16. |
kuntum |
: oldunuz, idiniz |
17. |
tahtânûne |
: ihanet ediyorsunuz |
18. |
enfuse-kum |
: sizin nefsleriniz, kendiniz |
19. |
fe |
: o zaman, bunun üzerine |
20. |
tâbe aley-kum |
: sizin tövbelerinizi kabul etti |
21. |
afâ |
: affetti |
22. |
an-kum |
: sizden, sizi |
23. |
fe |
: artık, bundan sonra |
24. |
elâne |
: şimdi |
25. |
bâşirû-hunne |
: onlara yaklaşın, onlarla mübaşeret edin |
26. |
ve ibtegû |
: ve isteyin |
27. |
mâ ketebe |
: takdir ettiği, yazdığı, farz kıldığı şeyi |
28. |
allâhu |
: Allah |
29. |
lekum |
: sizin için, size |
30. |
ve kulû |
: ve yeyin |
31. |
ve işRabû |
: ve için |
32. |
hattâ |
: oluncaya kadar |
33. |
yetebeyyene |
: açığa çıkar, belli olur |
34. |
lekum |
: sizin için, size |
35. |
el haytu |
: iplik |
36. |
ebyadu |
: beyaz |
37. |
min el haytı |
: iplikten |
38. |
el esvedi |
: siyah |
39. |
min el fecri |
: fecr (seher) vaktinde |
40. |
summe |
: sonra |
41. |
etimmu |
: tamamlayın |
42. |
es sıyâme |
: oruç |
43. |
ilâ el leyli |
: geceye kadar |
44. |
ve lâ tubâşirû-hunne |
: ve onlarla mübaşeret etmeyin, onlara |
45. |
ve entum |
: ve siz |
46. |
âkifûne |
: itikâfta olanlar (çok ibadet etmek için) |
47. |
fî el mesâcidi |
: mescidlerde, mecsidlerin içinde |
48. |
tilke |
: bu |
49. |
hudûdu |
: hudut, hadler, sınırlar (yasaklar) |
50. |
allâhi |
: Allah |
51. |
fe |
: o zaman, artık |
52. |
lâ takRabû-hâ |
: ona yaklaşmayın |
53. |
kezâlike |
: işte böyle |
54. |
yubeyyinu |
: beyan ediyor, açıklıyor |
55. |
allâhu |
: Allah |
56. |
âyâti-hî |
: kendi âyetleri |
57. |
li en nâsi |
: insanlar için, insanlara |
58. |
lealle-hum |
: umulur ki böylece onlar |
59. |
yettekûne |
: takva sahibi olurlar |
١٨٨
وَلَاتَاْكُلُوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلوُا بِهَا اِلَىالْحُكَّامِ لِتَاْكُلُوافَريقًا مِنْ اَمْوَالِ النَّاسِ بِالْاِثْمِ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
(188) ve la te’külu emvaleküm beyneküm bil batili ve tüdlu biha ilel hukkami li te’külu ferikam min emvalin nasi bil ismi ve entüm ta’lemun
yemeyiniz mallarınızı aranızda haksızlıkla onları hakimlere vermeyiniz bir kısmını yemeniz için insanların mallarından sizler günah olduğunu bildiğiniz halde
(188) And do not eat up your property among yourselves for vanities, nor use it as bait for the judges, with intent that ye may eat up wrongfully and knowingly a little of (other) people’s property.
1. |
ve lâ te’kulû |
: ve yemeyin |
2. |
emvâle-kum |
: mallarınız |
3. |
beyne-kum |
: sizin aranızda |
4. |
bi el bâtılı |
: bâtıl ile, haksızlıkla |
5. |
ve (lâ) tudlû |
: ve aktarmayın, rüşvet olarak vermeyin |
6. |
bi-hâ |
: onu |
7. |
ilâ el hukkâmi |
: hakimlere |
8. |
li te’kulû |
: yemeniz için |
9. |
ferîkan |
: bir kısım |
10. |
min emvâli |
: mallardan |
11. |
en nâsi |
: insanlar |
12. |
bi el ismi |
: günah ile, günaha girerek |
13. |
ve entum ta’lemûne |
: ve siz biliyorsunuz |
١٨٩
يَسَْلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاقيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَاْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقى وَاْتُواالْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
(189) yes’eluneke anil ehilleh kul hiye mevakiytü lin nasi velhacc ve leysel birru bi en te’tül büyute min zuhuriha ve lakinnel birra menitteka ve’tül büyute min ebvabiha vettekullahe lealleküm tüflihun
sana sorarlar yeni doğan hilalden deki o zaman ölçüleridir insanlar için ve hac için doğru değildir evlere arkadan girmeniz gerçek doğruluk takvadır evlere giriniz kapılarından Allah’tan sakının umulur ki sizler felah bulursunuz
(189) They ask thee concerning the new moons. Say: They are but Signs to mark fixed periods of time in (the affairs of) men, and for pilgrimage. It is no virtue if ye enter your houses from the back: it is virtue if ye fear Allah. Enter houses through the proper doors: and fear Allah: that ye may prosper.
1. |
yes’elûne-ke |
: sana soruyorlar, sorarlar |
2. |
an |
: den |
3. |
el ehilleti |
: hilâller (ay’ın hilâl şeklinden dolunay olana kadar geçirdiği hilâl şekilleri) |
4. |
kul |
: de, söyle |
5. |
hiye |
: o |
6. |
mevâkîtu |
: vakitleri bildiren vakit ölçüsü |
7. |
li en nâsi |
: insanlar için |
8. |
ve el haccı |
: ve hac |
9. |
ve leyse |
: ve değildir |
10. |
el birru |
: birr, ebrar yapan davranış biçimi |
11. |
bi en te’tû |
: gelmeniz, girmeniz |
12. |
el buyûte |
: evler |
13. |
min zuhûri-hâ |
: onun arkasından |
14. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat, oysa |
15. |
el birre |
: birr, ebrar yapan davranış biçimi |
16. |
menittekâ (men ittekâ) |
: kişi takva sahibi olur |
17. |
ve u’tû |
: ve gelin, girin |
18. |
el buyûte |
: evler |
19. |
min ebvâbi-hâ |
: onun kapılarından |
20. |
ve ittekû |
: ve takva sahibi olun |
21. |
allâhe |
: Allah |
22. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
23. |
tuflihûne |
: felâha, kurtuluşa erersiniz |
١٩٠
وَقَاتِلُوا فى سَبيلِ اللّهِ الَّذينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَاتَعْتَدُوا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ
(190) ve katilu fi sebilillahi llezine yükatiluneküm ve la ta’tedu innellahe la yühibbül mu’tedin
Savaşınız Allah yolunda sizinle savaşan kimselerle haddi aşmayın şüphesiz Allah haddi aşanları sevmez
(190) Fight in the cause of Allah those who fight you, but do not transgress limits for Allah loveth not transgressors.
1. |
ve kâtilû |
: ve savaşın, öldürün |
2. |
fi sebîli allâhi |
: Allah’ın yolunda |
3. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
4. |
yukâtilûne-kum |
: sizi katlediyorlar, sizinle savaşıyorlar, sizi öldürüyorlar |
5. |
ve lâ ta’tedû |
: ve aşırı gitmeyin, haddi aşmayın |
6. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
7. |
lâ yuhıbbu |
: sevmez |
8. |
el mu’tedîne |
: aşırı gidenler, haddi aşanlar |
Sayfa:29
١٩١
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتّى يُقَاتِلُوكُمْ فيهِ فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرينَ
(191) vaktüluhüm haysü sekiftümuhüm ve ehricuhüm min haysü ehracuküm vel fitnetü eşeddü minel katl ve la tükatiluhüm indel mescidil harami hatta yükatiluküm fih fe in kateluküm faktüluhüm kezalike cezaül kafirin
onları öldürün onları bulduğunuz yerde onları çıkarın sizi çıkardıkları yerden fitne şiddetlidir katillikten onlarla savaşmayın mescidi haram içerisinde hatta onlar orada savaşırsa eğer sizinle savaşırlarsa sizde savaşın işte böyledir kafirlerin cezası
(191) And slay them wherever ye catch them, and turn them out from where they have turned you out for tumult and oppression are worse than slaughter but fight them not at the Sacred Mosque, unless they (first) fight you there but if they fight you, slay them. Such is the reward of those who suppress faith.
1. |
ve uktulû-hum |
: ve onları öldürün |
2. |
haysu |
: yer |
3. |
sekıftumû-hum |
: onları buldunuz, yakaladınız, |
4. |
ve ahricû-hum |
: ve onları çıkarın |
5. |
min haysu |
: yerden |
6. |
ahracû-kum |
: sizleri çıkardılar |
7. |
ve el fitnetu |
: ve fitne |
8. |
eşeddu |
: daha şiddetli, daha kuvvetli, daha fena |
9. |
min el katli |
: öldürmekten |
10. |
ve lâ tukâtilû-hum |
: ve onları katletmeyin, onlarla savaşmayın, onları öldürmeyin |
11. |
inde |
: yanında |
12. |
el mescidi el harâmi |
: mescid-i haram |
13. |
hattâ |
: oluncaya kadar, olmadıkça |
14. |
yukâtilû-kum |
: sizinle savaşırlar |
15. |
fî-hi |
: orada |
16. |
fe |
: artık, bundan sonra, fakat |
17. |
in kâtelû-kum |
: eğer sizinle savaşırlarsa, |
18. |
fe uktulû-hum |
: o zaman, o taktirde, onları öldürün |
19. |
kezâlike |
: işte böyle |
20. |
cezâu |
: ceza |
21. |
el kâfirîne |
: kâfirler |
١٩٢
فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
(192) fe inintehev fe innellahe ğafurur rahiym
şayet vazgeçerlerse şüphesiz Allah bağışlayan merhamet sahibidir
(192) But if they cease, Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
fe |
: artık, bundan sonra |
2. |
in intehev |
: eğer vazgeçerlerse |
3. |
fe |
: artık, o taktirde |
4. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
5. |
gafûrun |
: gafûrdur, mağfiret edendir |
6. |
rahîmun |
: rahîmdir, rahmet nurunun sahibidir, |
١٩٣
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّينُ لِلّهِ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِمينَ
(193) ve katiluhüm hatta la tekune fitnetüv ve yekuned dinü lillah fe inintehev fe la udvane illa alez zalimin
onlarla savaşın hatta fitne yok oluncaya kadar ve din Allah’ın oluncaya kadar eğer vazgeçerlerse düşmanlık kalır ancak zalimler üzerine
(193) And fight them on until there is no more tumult or oppression, and there prevail justice and Faith in Allah but if they cease, let there be no hostility except to those who practise oppression.
1. |
ve kâtilû-hum |
: ve onlarla savaşın |
2. |
hattâ |
: oluncaya kadar |
3. |
lâ tekûne |
: olmasın |
4. |
fitnetun |
: fitne |
5. |
ve yekûne |
: ve olsun |
6. |
ed dînu |
: dîn |
7. |
li allâhi |
: Allah’a ait, Allah için |
8. |
fe |
: artık, bundan sonra |
9. |
in intehev |
: eğer vazgeçerlerse |
10. |
fe |
: o zaman |
11. |
lâ udvâne |
: düşmanlık yoktur |
12. |
illâ |
: ancak, sadece, den başka |
13. |
alâ |
: üzerine, … e |
14. |
ez zâlimîne |
: zalimler |
١٩٤
اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقينَ
(194) eşşehrul haramü biş şehril harami vel hurumatü kisas fe meni’teda aleyküm fa’tedu aleyhi bi misli ma’teda aleyküm vettekullahe va’lemu ennellahe meal müttekiyn
haram ay haram aya karşılıktır hürmetler karşılıklıdır kim size saldırırsa misliyle onlar üzerine saldırın üzerinize saldırdıkları gibi Allah’tan korkun bilin ki şüphesiz Allah muttakilerle beraberdir
(194) The prohibited month – for the prohibited month, and so for all things prohibited, there is the law of equality. If then any one transgresses the prohibition against you, transgress ye likewise against him. But fear Allah, and know that Allah is with those who restrain themselves.
1. |
eş şehru |
: ay |
2. |
el harâmu |
: hürmetli, yasak, haram |
3. |
bi eş şehri |
: ay ile |
4. |
el harâmi |
: hürmetli, yasak, haram |
5. |
ve el hurumâtu |
: ve ihtiram, hürmetler, yasaklar, haram- lar |
6. |
kısâsun |
: kısas, suçluya işlediği suçun |
7. |
fe men |
: o zaman, o halde kim ise |
8. |
i’tedâ |
: zulmetti, hakka tecavüz etti, saldırdı |
9. |
aleykum |
: size |
10. |
fe i’tedû |
: o zaman, saldırın |
11. |
aleyhi |
: onun üzerine, ona |
12. |
bi misli |
: misli kadar, onun gibi, onun kadar |
13. |
ma i’tedâ |
: zulmettiler, hakka tecavüz ettikleri şey |
14. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
15. |
ve ittekû |
: ve takva sahibi olun |
16. |
allâhe |
: Allah’a karşı |
17. |
ve i’lemû |
: ve bilin |
18. |
enne |
: olduğunu |
19. |
allâhe |
: Allah |
20. |
mea |
: ile, beRaber, birlikte |
21. |
el muttekîne |
: takva sahipleri |
١٩٥
وَاَنْفِقُوا فى سَبيلِ اللّهِ وَلَاتُلْقُوا بِاَيْديكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ وَاَحْسِنُوا اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنينَ
(195) ve enfiku fi sebilillahi ve la tülku bi eydiküm ilet tehlüketi ve ahsinu innellahe yühibbül muhsinin
infak ediniz Allah yolunda atmayınız kendi elinizle tehlikeye iyilik ediniz şüphesiz Allah iyilik edenleri sever
(195) And spend of your substance in the cause of Allah, and make not your own hands contribute to (your) destruction but do good for Allah loveth those who do good.
1. |
ve enfikû |
: ve infâk edin, verin |
2. |
fî sebîli allâhi |
: Allah’ın yolunda |
3. |
ve lâ tulkû |
: ve atmayın |
4. |
bi eydî-kum |
: (sizin) kendi ellerinizle |
5. |
ilâ et tehluketi |
: tehlikeye |
6. |
ve ahsinû |
: ve ahsen olun, Allah’ın hükümlerini |
7. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
8. |
yuhıbbu |
: sever |
9. |
el muhsinîne |
: muhsinler, ahsen olanlar |
١٩٦
وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّهِ فَاِنْ اُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْىِ وَلَا تَحْلِقُوا رُؤُسَكُمْ حَتّى يَبْلُغَ الْهَدْىُ مَحِلَّهُ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَريضًا اَوْ بِه اَذًى مِنْ رَاْسِه فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ اَوْ صَدَقَةٍ اَوْ نُسُكٍ فَاِذَا اَمِنْتُمْ فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ اِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْىِ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلثَةِ اَيَّامٍ فِى الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ اِذَا رَجَعْتُمْ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ذلِكَ لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِى الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ شَديدُ الْعِقَابِ
(196) ve etimmül hacce vel umrate lillah fe in uhsirtüm femesteysera minel hedyi ve la tahliku ruuseküm hatta yebluğal hedyi mehilleh fe men kane minküm meridan ev bihi ezem mir ra’sihi fe fidyetüm min siyamin ev sadekatin ev nüsük fe iza emintüm fe men temettea bil umrati ilel hacci fe mesteysera minel hedy fe mel lem yecid fe siyamü selaseti eyyamin fil hacci ve seb’atin iza raca’tüm tilke aşeratün kamileh zalike li mel lem yekün ehlühu hadiril mescidil haram vettekullahe va’lemu ennellahe şedidül ikab
haccı tamamlayın ve umreyide Allah için eğer alıkonulursanız kolayınıza gelen vacip olur kurbanlardan tıraş etmeyiniz başlarınızı hatta kurban kesilen yere varıncaya (kadar) sizden kim hasta olursa veya başından rahatsız olan oruç tutmak lazım gelir sadaka vermek veya kurban emin olduğunuz zaman kim kazanmak isterse hacca kadar umre yapabilir kolayına gelen kurbanı keser kimde bulamazsa üç gün oruç tutar hacda döndüğü zamanda yedi gün tutar tam on gün eder bunlar ailesi orada olmayanlar içindir mescidi haramda oturmayanlar içindir Allah’tan korkun şüphesiz Allah’ın uyarısı şiddetlidir
(196) And complete the Hajj or Umrah in the service of Allah, but if ye are prevented (from completing it), send an offering for sacrifice, such as ye may find, and do not shave your heads until the offering reaches the place of sacrifice and when ye are in peaceful condition (again), of any one wishes to continue the Umrah on to the Hajj, he must make an offering, such as he can afford, but if he cannot afford it, he should fast three days during the Hajj and seven days in all. This is for those whose household is not in (the precincts of) the Sacred Mosque. And fear Allah, and know that Allah, is strict in punishment.
1. |
ve etimmû |
: ve tamamlayın |
2. |
el hacce |
: hac |
3. |
ve el umrete |
: ve umre |
4. |
li allâhi |
: Allah için |
5. |
fe in |
: fakat eğer |
6. |
uhsirtum |
: engellendiniz |
7. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
8. |
mâ isteysera |
: kolay gelen şey 9 – min el hedyi |
9. |
ve lâ tahlikû |
: ve traş etmeyin |
10. |
ruûse-kum |
: başlarınızı |
11. |
hattâ |
: oluncaya kadar |
12. |
yebluga |
: ulaşır, erişir |
13. |
el hedyu |
: kurban |
14. |
mahille-hu |
: mahalline, kendi yerine |
15. |
fe men |
: fakat kim |
16. |
kâne |
: oldu |
17. |
min-kum |
: sizden |
18. |
marîdan |
: hasta |
19. |
ev |
: veya |
20. |
bi-hi |
: onunla |
21. |
ezen |
: eza, ağrı |
22. |
min ra’si-hi |
: (kendi) başından |
23. |
fe fidyetun |
: o zaman, bu durumda fidye (gerekir) |
24. |
min sıyâmin |
: oruçtan |
25. |
ev |
: veya |
26. |
sadakatin |
: sadaka |
27. |
ev |
: veya |
28. |
nusukin |
: kurban |
29. |
fe izâ emin-tum |
: artık emin olduğunuz zaman |
30. |
fe men |
: o taktirde, o zaman kim |
31. |
temettea |
: faydalanır, yararlanır |
32. |
bi el umreti |
: umre ile, umreden |
33. |
ilâ el haccı |
: hacca kadar |
34. |
fe |
: o taktirde, o zaman |
35. |
mâ |
: şey |
36. |
isteysera |
: kolayına gelen |
37. |
min el hedyi |
: kurbandan |
38. |
fe |
: artık, fakat |
39. |
men |
: kim, kimse, kişi |
40. |
lem yecid |
: bulamadı |
41. |
fe |
: o zaman, artık |
42. |
sıyâmu |
: oruç |
43. |
selâseti |
: üç |
44. |
eyyâmin |
: günler |
45. |
fî el haccı |
: hacda |
46. |
ve seb’atin |
: ve yedi |
47. |
izâ reca’tum |
: döndüğünüz zaman |
48. |
tilke |
: bu |
49. |
aşaratun |
: on |
50. |
kâmiletun |
: tamamı |
51. |
zâlike |
: işte bu, bu |
52. |
li men |
: kimse(ler) için |
53. |
lem yekun |
: olmayan |
54. |
ehlu-hu |
: onun ailesi |
55. |
hâdırı |
: hazır olan, bulunan |
56. |
el mescidi el harâmi |
: mescid-i haram |
57. |
ve ittekû allâhe |
: ve Allah’a karşı takva sahibi olun |
58. |
ve i’lemû |
: ve bilin |
59. |
enne allâhe |
: Allah’ın ….. olduğu |
60. |
şedîdu |
: şiddetli |
61. |
el ikâbi |
: ceza |
Sayfa:30
١٩٧
اَلْحَجُّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ فَمَنْ فَرَضَ فيهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِى الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوى وَاتَّقُونِ يَا اُولِى الْاَلْبَابِ
(197) elhaccü eşhürum ma’lumat fe men ferada fihinnel hacce fe la rafese ve la füsuka ve la cidale fil hacc ve ma tef’alu min hayriy ya’lemhüllah ve tezevvedu fe inne hayraz zadit takva vettekuni ya ülil elbab
hac malum aylarda yapılır kim eda ederse bu ayda haccı kadına yaklaşamaz günah işleyemez hacda kavga yoktur ne yaparsanız hayır olarak Allah onu bilir azık temin ediniz (azığın) en hayırlısı takva azığıdır benden korkun ey akıl sahipleri
(197) For Hajj are the months well known. If any one undertakes that duty therein, let there be no obscenity, nor wickedness, nor wrangling in the Hajj. And whatever good ye do, (be sure) Allah knoweth it. And take a provision (with you) for the journey, but the best of provisions is right conduct. So fear me, o ye that are wise.
1. |
el haccu |
: hac |
2. |
eşhurun |
: aylar |
3. |
ma’lûmâtun |
: malûm, belirlenmiş, bilinen |
4. |
fe |
: o zaman, işte |
5. |
men |
: kim, kimse |
6. |
farada |
: farz oldu |
7. |
fî hinne |
: onların içinde, onlarda |
8. |
el hacca |
: hac |
9. |
fe |
: o zaman, artık |
10. |
lâ refese |
: yanaşmak yoktur |
11. |
ve lâ fusûka |
: ve fasıklık, günaha sapma yoktur |
12. |
ve lâ cidâle |
: ve sürtüşmek, kavga etmek yoktur |
13. |
fî el haccı |
: hacta |
14. |
ve mâ tef’alû |
: ve ne yaparsanız |
15. |
min hayrın |
: hayırdan |
16. |
ya’lem-hu |
: onu bilir |
17. |
allâhu |
: Allah |
18. |
ve tezevvedû |
: ve azıklanın, azık hazırlayın |
19. |
fe |
: o zaman, fakat |
20. |
inne |
: muhakkak |
21. |
hayra ez zâdi |
: azığın hayırlısı |
22. |
et takvâ |
: takva (sahibi olmak) |
23. |
ve |
: ve |
24. |
ittekû-ni |
: bana karşı takva sahibi olun |
25. |
yâ |
: ey |
26. |
ulî el elbâbi |
: lübblerin, sır hazinelerinin sahipleri, |
١٩٨
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ فَاِذَا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللّهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَديكُمْ وَاِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِه لَمِنَ الضَّالّينَ
(198) leyse aleyküm cünahun en tebteğu fadlem mir rabbiküm fe iza efadtüm min arafatin fezkürullahe indel meş’aril haram vezküruhü kema hedaküm ve in küntüm min kablihi le mined dallin
size günah yoktur istemenizde Rabbinizin lütfunu arafat’tan akın ettiğiniz zaman Allah’ı zikir ediniz ve meş’ar-i haram-a vardığınızda onu anın, zikir edin size nasıl hidayet verdi ise siz bundan önce cidden sapıklardandınız
(198) It is no crime in you if ye seek of the Bounty of your Lord (during pilgrimage). Then when ye pour down from (mount) Arafat, celebrate the praises of Allah at the Sacred Monument, and celebrate His praises as He has directed you, even though, before this, ye went astray.
1. |
leyse |
: değil |
2. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
3. |
cunâhun |
: günah |
4. |
en tebtegû |
: aramanız, talep etmeniz, istemeniz |
5. |
fadlan |
: lütuf, kerem, fazl, Allah’tan gelen nur |
6. |
min Rabbi-kum |
: Rabbinizden |
7. |
fe |
: o zaman, artık |
8. |
izâ |
: olduğu zaman |
9. |
efadtum |
: topluca geldiniz, akın akın geldiniz |
10. |
min arafâtin |
: arafat’tan |
11. |
fe uzkurû |
: o zaman zikredin |
12. |
allâhe |
: Allah |
13. |
inde |
: yanında |
14. |
el meş’ari el harâmi |
: meş’aril haram, arafat’tan dönüş |
15. |
ve uzkurû-hu |
: ve onu zikredin |
16. |
kemâ |
: gibi, şeklinde, şekilde |
17. |
hedâ-kum |
: sizi hidayete erdirdi |
18. |
ve in |
: ve ise, sadece, doğrusu |
19. |
kuntum |
: siz oldunuz, idiniz |
20. |
min kabli-hî |
: ondan önce |
21. |
le |
: elbette |
22. |
min ed dâllîne |
: dalâlette olanlardan |
١٩٩
ثُمَّ اَفيضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
(199) sümme efidu min haysü efadan nasü vestağfirullah innellahe ğafurur rahiym
sonra (sizde) akın edin insanların akın ettiği yerden ve Allah’tan mağfiret dileyin şüphesiz Allah bağışlayan, merhamet edendir
(199) Then pass on at a quick pace from the place whence it is usual for the multitude so to do, and ask for Allah’s forgiveness. for Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
summe |
: sonra |
2. |
efîdû |
: topluca, akın akın dönüp gelin |
3. |
min haysu |
: yerden |
4. |
efâda |
: topluca, akın akın dönüp geldi |
5. |
en nâsu |
: insanlar |
6. |
ve istagfirû |
: ve istiğfar edin, mağfiret isteyin |
7. |
allâhe |
: Allah |
8. |
inne |
: muhakkak |
9. |
allâhe |
: Allah |
10. |
gafûrun |
: gafûr olan, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren |
11. |
rahîmun |
: rahîm olan, rahmet nuru gönderen |
٢٠٠
فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّهَ كَذِكْرِكُمْ ابَاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اتِنَا فِى الدُّنْيَا وَمَالَهُ فِى الْاخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
(200) fe iza kadaytüm menasikeküm fezkürullahe ke zikriküm abaeküm ev eşedde zikra fe minen nasi mey yekulü rabbena atina fid dünya ve malehu fil ahirati min halak
(hac) ibadetlerinizi bitirdikten sonra Allah’ı zikir ediniz babalarınızı andığınız gibi yahut daha şiddetli zikir edin insanlardan kimiside derki ey Rabbimiz bize dünyada ver o kimse için yoktur ahirette hiçbir nasip
(200) So when ye have accomplished your holy rites, celebrate the praises of Allah, as ye used to celebrate the praises of your fathers – yea, with far more heart and soul. There are men who say: “Our Lord! Give us (thy bounties) in this world!” But they will have no portion in the Hereafter.
1. |
fe |
: o zaman, böylece |
2. |
izâ |
: olduğu zaman |
3. |
kadaytum |
: tamamladınız |
4. |
menâsike-kum |
: hacca ait ibadetleriniz |
5. |
fe uzkurû |
: artık zikredin, anın |
6. |
allâhe |
: Allah |
7. |
ke |
: gibi |
8. |
zikri-kum |
: sizin zikrettiğiniz, andığınız gibi |
9. |
âbâe-kum |
: babalarınız, atalarınız |
10. |
ev |
: veya |
11. |
eşedde |
: daha şiddetli, daha kuvvetli |
12. |
zikren |
: zikrederek |
13. |
fe |
: fakat |
14. |
min en nâsi |
: insanlardan |
15. |
men |
: kimse(ler), kim, kimi |
16. |
yekûlu |
: der |
17. |
Rabbe-nâ |
: (bizim) Rabbimiz |
18. |
âti-nâ |
: bize ver |
19. |
fî ed dunyâ |
: dünyada |
20. |
ve |
: ve |
21. |
mâ |
: yoktur |
22. |
lehu |
: onun |
23. |
fî el ahirati |
: ahirette |
24. |
min halâkın |
: bir nasip, bir pay |
٢٠١
وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
(201) ve minhüm mey yekulü Rabbena atine fid dünya hasenetev ve fil ahirati hasenetev ve kina azaben nar
kimisi de (şöyle) der Rabbimiz bize ver dünyada iyilik ve ahirette de iyilik bizi koru ateşin azabından
(201) And there are men who say: “Our Lord! Give us good in this world and and good in the Hereafter, and defend us from the torment of the fire!”
1. |
ve min-hum |
: ve onlardan |
2. |
men yekûlu |
: kim derse |
3. |
Rabbe-nâ |
: Rabbimiz |
4. |
âti-nâ |
: bize ver |
5. |
fî ed dunyâ |
: dünyada |
6. |
haseneten |
: hasene, hayır, iyilik, güzellik |
7. |
ve fî el âhirati |
: ve ahirette |
8. |
haseneten |
: hasene, hayır, iyilik, güzellik |
9. |
ve kı-nâ |
: ve bizi koru |
10. |
azâbe en nâri |
: ateşin azabı |
٢٠٢
اُولءِكَ لَهُمْ نَصيبٌ مِمَّا كَسَبُوا وَاللّهُ سَريعُ الْحِسَابِ
(202) ülaike lehüm nasiybüm mimma kesebu vallahü seriul hisab
işte bunların kazandıklarından nasipleri (vardır) Allah hesabı çabuk görendir
(202) To these will be allotted what they have earned and Allah is quick in account.
1. |
ulâike |
: işte onlar |
2. |
lehum |
: onların vardır |
3. |
nasîbun |
: nasip |
4. |
mimmâ (min mâ) |
: o şeyden |
5. |
kesebû |
: kazandılar, (dereceler) kazandılar |
6. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
7. |
serîu |
: seri, çabuk |
8. |
el hısâbi |
: hesap |
Sayfa:31
٢٠٣
وَاذْكُرُوا اللّهَ فى اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ تَعَجَّلَ فى يَوْمَيْنِ فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنِ اتَّقى وَاتَّقُوا اللّهَ وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
(203) vezkürullahe fi eyyamim ma’dudat fe men teaccele fi yevmeyni fe la isme aleyh ve men teehhara fe la isme aleyhi limenitteka vettekullahe va’lemu enneküm ileyhi tuhşerun
Allah’ı zikir edin bir de sayılı günlerde kim acele eder (mina’dan) dönerse iki günden (önce) ona da günah yoktur kim de geri kalırsa ona da günah yoktur (geri kalmak) takva sahibi içindir Allah’tan sakının bilin ki sizler O’nun huzurunda toplanacaksınız
(203) Celebrate the praises of Allah during the Appointed Days. But if any one hastens to leave in two days, there is no blame on him, and if any one stays on, there is no blame on him, if his aim is to do right. Then fear Allah, and know that ye will surely be gathered unto Him.
1. |
ve ezkurû |
: ve zikredin |
2. |
allâhe |
: Allah |
3. |
fî eyyâmin |
: günlerde |
4. |
ma’dûdâtin |
: adetli, sayılmış, sayılı |
5. |
fe |
: fakat, artık, bundan sonra |
6. |
men |
: kim |
7. |
teaccele |
: acele eder |
8. |
fî |
: içinde |
9. |
yevmeyni |
: iki gün |
10. |
fe |
: fakat, artık, bundan sonra |
11. |
lâ isme |
: bir günah yoktur |
12. |
aleyhi |
: onun üzerine, ona |
13. |
ve men |
: ve kim |
14. |
teahhara |
: tehir ederse, gecikirse |
15. |
fe |
: artık, bundan sonra, o taktirde |
16. |
lâ isme |
: bir günah yoktur |
17. |
aleyhi |
: onun üzerine |
18. |
li |
: için |
19. |
men |
: kimse(ler) |
20. |
ittekâ |
: takva sahibi oldu |
21. |
ve ittekû |
: ve takva sahibi olun |
22. |
allâhe |
: Allah |
23. |
ve a’lemû |
: ve bilin |
24. |
enne-kum |
: sizin ….. olduğunuzu |
25. |
ileyhi |
: ona |
26. |
tuhşerûne |
: haşrolunacaksınız |
٢٠٤
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِى الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّهَ عَلى مَا فى قَلْبِه وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ
(204) ve minen nasi men yu’cibüke kavlühu fil hayatid dünya ve yüşhidüllahe ala ma fi kalbihi ve hüve eleddül hisam
ve insanlardan kimileri senin hoşuna gider dünya hayatı hakkında ki sözleri Allah’ı şahit tutar kalbinden olan şeye de o, taraf tutan inatçı biridir
(204) There is the type of man whose speech about this world’s life may dazzle thee, and he calls Allah to witness about what is in his heart yet is he the most contentious of enemies.
1. |
ve min en nâsi |
: ve insanlardan |
2. |
men |
: kim, kimse(ler), kişi(ler) |
3. |
yu’cibu-ke |
: seni hoşnut eder, senin hoşuna gider |
4. |
kavlu-hu |
: onun sözü |
5. |
fî hayâti ed dunyâ |
: dünya hayatında |
6. |
ve yuşhidu allâhe |
: ve Allah’ı şahit tutar |
7. |
alâ |
: üzerine, … a |
8. |
mâ |
: şey |
9. |
fî |
: içinde, … de |
10. |
kalbi-hi |
: onun kalbi |
11. |
ve huve |
: ve o |
12. |
eleddu |
: çok şiddetli, amansız, azılı düşman, |
13. |
el hısâmi |
: hasım, düşman |
٢٠٥
وَاِذَا تَوَلّى سَعى فِى الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ فيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ
(205) ve iza tevella sea fil erdi li yüfside fiha ve yühlikel harse ven nesl vallahü la yühibbül fesad
(sizden) ayrıldığı zaman koşar arz üzerinde fesat çıkarmak için mahsulü ve nesli helak etmek için çalışır Allah (ise) fesadı sevmez
(205) When he turns his back, his aim everywhere is to spread mischief through the earth and destroy crops and cattle. But Allah loveth not mischief.
1. |
ve izâ |
: ve o zaman, olduğu zaman |
2. |
tevellâ |
: döndü |
3. |
seâ |
: çalıştı |
4. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
5. |
li yufside |
: fesat çıkarmak için |
6. |
fî-hâ |
: orada |
7. |
ve yuhlike |
: ve helâk edilmesi |
8. |
el harse |
: ekinler |
9. |
ve en nesle |
: ve nesil |
10. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
11. |
lâ yuhıbbu |
: sevmez |
12. |
el fesâda |
: fesat, bozgunculuk |
٢٠٦
وَاِذَا قيلَ لَهُ اتَّقِ اللّهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِءْسَ الْمِهَادُ
(206) ve iza kıle lehüt tekillahe ehazethül izzetü bil ismi fe hasbühu cehennem ve le bi’sel mihad
ona denildiği zaman Allah’tan sakının ona kendisini sevk eder izzet ve onuru günah işlemeye ona cehennem kafidir ne kötü bir döşektir
(206) When it is said to him, fear Allah, he is led by arrogance to (more) crime. Enough for him is Hell an evil bed indeed (to lie on)!
1. |
ve izâ |
: ve o zaman, olduğu zaman |
2. |
kîle |
: denildi |
3. |
lehu |
: ona |
4. |
ıttekı |
: takva sahibi ol |
5. |
allâhe |
: Allah |
6. |
ehazet-hu |
: onu alır, tutar (mani olur) |
7. |
el izzetu |
: izzet, üstünlük |
8. |
bi el ismi |
: günaha, günah |
9. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
10. |
hasbu-hu |
: onun hasbu, ona kâfi gelen, ona |
11. |
cehennemu |
: cehennem |
12. |
ve le bi’se |
: ve elbette, gerçekten kötü |
13. |
el mihâdu |
: yatak, döşek |
٢٠٧
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرى نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ
(207) ve minen nasi mey yeşri nefsehüb tiğae merdatillah vallahü raufüm bil ibad
insanlardan bazıları nefislerini satarlar Allah’ın rızasına ermek için Allah kullarına karşı çok şefkatlidir
(207) And there is the type of man who gives his life to earn the pleasure of Allah and Allah is full of kindness to (his) devotees.
1. |
ve min en nâsi |
: ve insanlardan |
2. |
men |
: kim, kişi, kimse(ler) |
3. |
yeşrî |
: satar |
4. |
nefse-hu |
: kendi nefsini |
5. |
ibtigâe |
: aradı, istedi, diledi |
6. |
mardâti allâhi |
: Allah’ın rızasını |
7. |
vallâhu (ve allâhu) |
: ve Allah |
8. |
raûfun |
: çok şefkatli |
9. |
bi el ıbâdi |
: kullarına |
٢٠٨
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا ادْخُلُوا فِى السِّلْمِ كَافَّةً وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبينٌ
(208) ya eyyühellezine amenüd hulu fis silmi kaffeh ve la tettebiu hutuvatiş şeytan innehu leküm adüvvüm mübiyn
ey iman edenler hepiniz toplu halde sulha giriniz ve tabi olmayınız şeytanın adımlarına muhakkak ki o sizin apaçık düşmanınızdır
(208) O ye who believe! enter into Islam whole heatedly and follow not the footsteps of the evil one for he is to you an avowed enemy.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey |
2. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
3. |
âmenû |
: âmenû oldular (Allah’a ulaşmayı dilediler, îmân ettiler |
4. |
udhulû |
: girin |
5. |
fi es silmi |
: silm’e, teslime (ruhu, vechi, nefsi ve iradeyi Allah’a teslim etmeye |
6. |
kâffeten |
: topluca, hepiniz |
7. |
ve lâ tettebiû |
: ve tâbî olmayın, uymayın |
8. |
hutuvâti |
: adımlar, ayak izleri |
9. |
eş şeytâni |
: şeytan |
10. |
inne-hu |
: muhakkak ki o, çünkü o |
11. |
lekum |
: sizin için, size |
12. |
aduvvun |
: düşman |
13. |
mubînun |
: apaçık |
٢٠٩
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ عَزيزٌ حَكيمٌ
(209) fe in zeleltüm mim ba’di ma caetkümül beyyinatü fa’lemu ennellahe azizün hakim
sizin bundan sonra ayağınızı kaydırırsa size açık deliller geldikten sonra iyi bilin ki şüphesiz Allah galibi mutlak, hüküm sahibidir
(209) If ye backslide after the clear (Signs) have come to you, then know that Allah is exalted in power, wise.
1. |
fe |
: o zaman, o taktirde, fakat, hâlâ |
2. |
in zelel-tum |
: eğer ayağınızı kaydırırsanız, saparsanız |
3. |
min ba’di |
: sonradan |
4. |
mâ câet-kum |
: size gelen şey |
5. |
el beyyinâtu |
: beyyineler, açık deliller, açık |
6. |
fe |
: o zaman, öyleyse, o taktirde |
7. |
a’lemû |
: biliniz, bilin |
8. |
enne allâhe |
: Allah’ın ….. olduğu |
9. |
azîzun |
: azîz, üstün |
10. |
hakîmun |
: hakîm, hüküm ve hikmet sahibi |
٢١٠
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا اَنْ يَاْتِيَهُمُ اللّهُ فى ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلءِكَةُ وَقُضِىَ الْاَمْرُ وَاِلَى اللّهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ
(210) hel yenzurune illa ey ye’tiyehümüllahü fi zulelim minel ğamami vel melaiketü ve kudiyel emr ve ilellahi türceul ümur
onlar gözetliyorlar mı? Allah kendilerine geliversin buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte işlerini bitiriversin halbuki bütün işler Allah’a döner
(210) Will they wait until Allah comes to them in canopies of clouds, with angels (in his train) and the question is (thus) settled? but to Allah do all questions go back (for decision).
1. |
hel |
: mı |
2. |
yenzurûne |
: bakıyorlar, gözlüyorlar, bekliyorlar |
3. |
illâ |
: illâ, mutlaka |
4. |
en ye’tiye-hum(u) |
: onlara gelmesi |
5. |
allâhu |
: Allah |
6. |
fî zulelin |
: gölgede, gölgeler içinde |
7. |
min el gamâmi |
: bulutlardan |
8. |
ve el melâiketu |
: ve melekler |
9. |
ve kudiye |
: ve bitirilmesi, yerine getirilmesi |
10. |
el emru |
: emir, iş |
11. |
ve ilâllâhi (ilâ allâhi) |
: ve Allah’a |
12. |
turceu |
: döndürülür |
13. |
el umûru |
: emirler, işler |
Sayfa:32
٢١١
سَلْ بَنى اِسْرَاءلَ كَمْ اتَيْنَاهُمْ مِنْ ايَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ مَاجَاءَتْهُ فَاِنَّ اللّهَ شَديدُ الْعِقَابِ
(211) sel beni israile kem ateynahüm min ayetim beyyineh ve mey yübeddil ni’metellahi mim ba’di ma caethü fe innellahe şedidül ikab
israil oğullarına sor onlara nice açık ayetler vermiş kim değiştirirse Allah’ın nimetlerini (o mucizeler) kendilerine geldikten sonra Allah’ın azabı çok şiddetlidir
(211) Ask the Children of Israel how many clear (Signs) we have sent them. But if any one, after Allah’s favour has come to him, substitutes (something else), Allah is strict in punishment.
1. |
sel |
: sor |
2. |
benî isrâîle |
: israiloğulları |
3. |
kem |
: kaç tane, nice |
4. |
âteynâ-hum |
: onlara verdik |
5. |
min âyetin beyyinetin |
: açıklanmış âyetten, mucizeden |
6. |
ve men |
: ve kim |
7. |
yubeddil |
: değiştirir |
8. |
ni’metallâhi (ni’mete allâhi) |
: Allah’ın ni’meti |
9. |
min ba’di |
: sonra, sonradan |
10. |
mâ câet-hu |
: ona gelen şey |
11. |
fe |
: artık, bundan sonra, o taktirde |
12. |
innallâhe (inne allâhe) |
: muhakkak ki Allah |
13. |
şedîdu |
: şiddetli |
14. |
el ikâbi |
: ceza |
٢١٢
زُيِّنَ لِلَّذينَ كَفَرُوا الْحَيوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذينَ امَنُوا وَالَّذينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَالْقِيمَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
(212) züyyine lillezine keferul hayatüd dünya ve yesharune minellezine amenu vellezinettekav fevkahüm yevmel kiyameh vallahü yerzüku mey yeşaü bi ğayri hisab
kafirlere süslü gösterildi dünya hayatı iman edenlerle alay ederler halbuki takva sahipleri kıyamet günü onların üstündedirler Allah rızık verir dilediğine hesapsız
(212) The life of this world is alluring to those who reject Faith, and they scoff at those who believe. But the righteous will be above them on the day of resurrection for Allah bestows his abundance without measure on whom he will.
1. |
zuyyine |
: süslendi, müzeyyen kılındı |
2. |
lillezîne (li ellezîne) |
: o kimselere, onlara |
3. |
keferû |
: inkâr ettiler |
4. |
el hayâtu ed dunyâ |
: dünya hayatı |
5. |
ve yesharûne |
: ve alay ediyorlar |
6. |
min ellezîne |
: o kimselerden, onlardan |
7. |
âmenû |
: âmenû oldular (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dilediler), îmân ettiler |
8. |
vellezîne (ve ellezîne) |
: ve o kimseler, onlar |
9. |
ittekav |
: takva sahibi oldular |
10. |
fevka-hum |
: onların üstünde (onlardan üstün) |
11. |
yevme el kıyâmeti |
: kıyâmet günü |
12. |
ve allâhu yerzuku |
: ve Allah rızıklandırır |
13. |
men yeşâu |
: dilediği kimseyi |
14. |
bi gayri hisâbin |
: hesapsız |
٢١٦
كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيّنَ مُبَشِّرينَ وَمُنْذِرينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فيمَا اخْتَلَفُوا فيهِ وَمَااخْتَلَفَ فيهِ اِلَّا الَّذينَ اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَاجَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذينَ امَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فيهِ مِنَ الْحَقِّ بِاِذْنِه وَاللّهُ يَهْدى مَنْ يَشَاءُ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ
(213) kanen nasü ümmetev vahideten fe beasellahün nebiyyine mübeşşirine ve münzirine ve enzele meahümül kitabe bil hakkı li yahküme beynen nasi fimahtelefu fih ve mahtelefe fihi illellezine utuhü mim ba’di ma caethümül beyyinatü bağyem beynehüm fe hedellahüllezine amenu limahtelefu fihi minel hakkı bi iznihi vallahü yehdi mey yeşaü ila siratim müstekiym
insanlar tek bir ümmeti, Allah nebiler gönderdi müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak onlarla beraber kitapta indirdi hak ile hükmetmeleri için insanlar arasında ihtilafa düştükleri şeylerde ancak kendilerine (kitap) verilenler ondan ihtilafa düştüler kendilerine açık mucizeler geldikten sonra aralarında ki ihtiras yüzünden Allah iman edenleri hidayete erdirdi o ihtilaf ettikleri şeyleri o’nun izni ile, hakka muvaffık kıldı Allah dilediğini hidayete erdirir sıratı mustakim üzere
(213) Mankind was one single nation, and Allah sent Messengers with glad tidings and warnings and with them He sent the Book in truth, to judge between people in matters wherein they differed but the People of the Book, after the clear Signs came to them, did not differ among themselves, except through selfish contumacy. Allah by His Grace guided the Believers to the Truth, concerning that wherein they differed. For Allah guides whom He will to a path that is straight.
1. |
kâne |
: oldu, idi |
2. |
en nâsu |
: insanlar |
3. |
ummeten |
: ümmet, topluluk |
4. |
vâhıdeten |
: bir, tek, bir tek |
5. |
fe |
: o zaman, sonra |
6. |
bease |
: beas etti, hayata getirdi, gönderdi |
7. |
allâhu |
: Allah |
8. |
en nebiyyîne |
: peygamberler |
9. |
mubeşşirîne |
: müjdeleyiciler |
10. |
ve munzirîne |
: ve uyarıcılar |
11. |
ve enzele |
: ve indirdi |
12. |
mea-hum |
: onlarla birlikte, beRaber, yanında |
13. |
el kitâbe |
: kitap |
14. |
bi el hakkı |
: hak ile |
15. |
li yahkume |
: hükmetmeleri için, hükmetsin diye |
16. |
beyne |
: arasında |
17. |
en nâsi |
: insanlar |
18. |
fî mâ |
: şey hakkında |
19. |
ıhtelefû |
: ve ihtilâf ettiler, ayrılığa düştükler |
20. |
fî-hi |
: onun hakkında |
21. |
ve mâ ıhtelefe |
: ve ihtilâf ettikleri, ayrılığa düştükleri şey |
22. |
fî-hi |
: onun hakkında |
23. |
illellezîne (illâ ellezîne) |
: sadece, ancak o kimseler |
24. |
ûtû-hu |
: ona verildi |
25. |
min ba’di |
: sonradan |
26. |
mâ câet-hum |
: onlara gelen şey |
27. |
el beyyinâtu |
: beyyineler, belgeler |
28. |
bagyen |
: düşmanlık, çekememezlik, haset |
29. |
beyne-hum |
: kendi aralarında |
30. |
fe |
: o zaman, bu sebeple |
31. |
hedâ allâhu |
: Allah hidayete erdirdi |
32. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
33. |
âmenû |
: Allah’a ulaşmayı dilediler, îmân ettiler |
34. |
li mâ ıhtelefû |
: |
35. |
fi-hi |
: onun hakkında |
36. |
min el hakkı |
: haktan |
37. |
bi izni-hi |
: onun izni ile |
38. |
ve allâhu |
: ve Allah |
39. |
yehdî |
: hidayet eder, ulaştırır, iletir |
40. |
men yeşâu |
: dilediği kimseyi |
41. |
ilâ sırâtın mustakîmin |
: sıratı mustakîm’e |
٢١٤
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاْتِكُمْ مَثَلُ الَّذينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَاْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذينَ امَنُوا مَعَهُ مَتى نَصْرُ اللّهِ اَلَا اِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَريبٌ
(214) em hasibtüm en tedhulül cennete ve lemma ye’tiküm meselüllezine halev min kabliküm messethümül be’saü ved darraü ve zülzilu hatta yekuler rasulü vellezine amenu meahu meta nasrullah ela inne nasrallahi karib
yoksa siz (kendinizi) cennete girivereceğinizi mi sandınız? vaktaki size misal olarak gelmeden sizden öncekilerin halleri başınıza onlara öyle yoksulluk dokundu ki belalar gelip çattı öyle sarsıldılar ki hatta diyorlardı resul ve beraberinde iman edenler Allah’ın yardımı ne zaman gelecek dikkat edin Allah’ın yardımı yakındır
(214) Or do ye think that ye shall enter the Garden (of Bliss) without such (trials) as came to those who passed away before you? They encountered suffering and adversity, and were so shaken in spirit that even the Messenger and those of faith who were with him cried: “When (will come) the help of Allah” Ah! Verily, the help of Allah is (always) near!
1. |
em hasibtum |
: yoksa zan mı ettiniz |
2. |
en tedhulû |
: girmeniz |
3. |
el cennete |
: cennet |
4. |
ve lemmâ |
: ve olmadıkça |
5. |
ye’ti-kum |
: size gelir |
6. |
mesele |
: durum, haller |
7. |
ellezîne |
: o kimseler, onlar |
8. |
halev |
: gelip geçti |
9. |
min kabli-kum |
: sizden önce |
10. |
messet-hum |
: onlara dokundu, isabet etti, başına geldi |
11. |
el be’sâu |
: şiddetli belâ |
12. |
ve ed darrâu |
: ve darlık, zarar, sıkıntı, felâket |
13. |
ve zulzilû |
: ve sarsıldılar |
14. |
hattâ |
: olacak kadar |
15. |
yekûle |
: söyleyecek, diyecek |
16. |
er resûlu |
: resûl |
17. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
18. |
âmenû |
: âmenû oldular, îmân ettiler |
19. |
mea-hu |
: onun yanında |
20. |
metâ |
: ne zaman |
21. |
nasrullâhi (nasru allâhi) |
: Allah’ın yardımı |
22. |
e lâ |
: değil mi, (öyle) değil mi |
23. |
inne nasrallâhi (nasra allâhi) |
: muhakkak ki, mutlaka Allah’ın yardımı |
24. |
karîbun |
: yakın |
٢١٥
يَسَْلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلْ مَا اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَبينَ وَالْيَتَامى وَالْمَسَاكينِ وَابْنِ السَّبيلِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ
(215) yes’eluneke maza yünfikun kul ma enfaktüm min hayrin fe lil valideyni vel akrabine vel yetama vel mesakini vebnis sebil ve ma tef’alu min hayrin fe innellahe bihi alim
sana soruyorlar ne infak edeceklerini de ki hayır namına nafaka olarak vereceğiniz şey ana babanın akrabaların yetimlerin miskinlerin yolda kalmışların (hakkıdır) hayır namına ne yaparsanız muhakkak ki Allah onu bilir
(215) They ask thee what they should spend (in Charity). Say: whatever ye spend that is good, is for parents and kindred and orphans and those in want and for wayfarers. And whatever ye do that is good, Allah knoweth it well.
1. |
yes’elûne-ke |
: sana soruyorlar |
2. |
mâzâ |
: ne, nasıl |
3. |
yunfikûne |
: infâk ederler (Allah için verirler) |
4. |
kul |
: de, söyle |
5. |
mâ enfaktum |
: Allah için infâk ettiğiniz, verdiğiniz şey |
6. |
min hayrin |
: hayırdan, hayır olarak |
7. |
fe |
: işte o |
8. |
li el vâlideyni |
: anne-baba için |
9. |
ve akrabîne |
: ve akRabalar, yakınlar |
10. |
ve yetâmâ |
: ve yetimler |
11. |
ve el mesâkîni |
: ve miskinler, yoksullar, çalışamayacak |
12. |
ve ibni es sebîli |
: ve (yolda kalmış) yolcular |
13. |
ve mâ tef’alû |
: ve yaptığınız şey, ne yaparsanız |
14. |
min hayrin |
: hayırdan, hayır olarak |
15. |
fe inne allâhe |
: o taktirde muhakkak ki Allah |
16. |
bi-hi |
: onu |
17. |
alîmun |
: en iyi bilen |
Sayfa:33
٢١٦
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسى اَنْ تَكْرَهُوا شَيًْا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسى اَنْ تُحِبُّوا شَيًْا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
(216) kütibe aleykümül kitalü ve hüve kürhül leküm ve asa en tekrehü şey’ev ve hüve hayrun leküm ve asaen tühibbu şey’ev ve hüve şerrul leküm vallahü ya’lemü ve entüm la ta’lemun
savaş size farz kılındı hoşunuza gitmediği halde amma olur ki, bir şey hoşunuza gitmediği halde o sizin için hayırlı olur olur ki bir şey sevdiğiniz halde o sizin için şer olur Allah bilir siz bilmezsiniz
(216) Fighting is prescribed for you, and ye dislike it. But it is possible that ye dislike a thing which is good for you, and that ye love a thing which is bad for you. But Allah knoweth, and ye know not.
1. |
kutibe |
: yazıldı, farz kılındı |
2. |
aleykum(u) |
: sizin üzerinize |
3. |
el kitâlu |
: savaş |
4. |
ve huve |
: ve o |
5. |
kurhun |
: kerih, hoşa gitmez |
6. |
lekum |
: sizin için, size |
7. |
ve asâ |
: ve umulur ki, olur ki |
8. |
en tekrehû |
: kerih olması, hoşa gitmemesi |
9. |
şey’en |
: bir şey |
10. |
ve huve |
: ve o |
11. |
hayrun |
: hayırdır, hayırlıdır |
12. |
lekum |
: sizin için, size |
13. |
ve asâ |
: ve umulur ki |
14. |
en tuhıbbû |
: sevmeniz, hoşlanmanız |
15. |
şeyen |
: bir şey |
16. |
ve huve |
: ve o |
17. |
şerrun |
: şerrdir |
18. |
lekum |
: sizin için, size |
19. |
vallâhu |
: ve Allah |
20. |
ya’lemu |
: bilir |
21. |
ve entum |
: ve siz |
22. |
lâ ta’lemûne |
: siz bilmezsiniz |
٢١٧
يَسَْلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فيهِ قُلْ قِتَالٌ فيهِ كَبيرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَبيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِه وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُولءِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ وَاُولءِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ
(217) yes’eluneke aniş şehril harami kitalin fih kul kitalün fihi kebir ve saddün an sebilillahi ve küfrüm bihi vel mescidil harami ve ihracü ehlihi minhü ekberu indellah vel fitnetü ekberu minel katl ve la yezalune yükatiluneküm hatta yerudduküm an diniküm inistetau ve mey yertedid minküm an dinihi fe yemüt ve hüve kafirun fe ülaike habitat a’malühüm fid dünya vel ahirah ve ülaike ashabün nar hüm fiha halidun
sana soruyorlar haram ayda savaşın hükmünü de ki: o (ayda) savaş büyük günahtır amma Allah yolundan men etmek küfürde bulunmak o’na ve mescid-i haram’a oranın ehlini oradan çıkarmak Allah’ın katında daha büyük günahtır fitne katilden daha büyüktür sizinle sürekli savaş ederler taki sizi döndürünceye kadar güçleri yetse dininizden sizden kim dönerse dininden sonra kafir olarak ölürse işte onların (amelleri) boşa gitmiştir yaptıkları ameller dünya ve ahiret için işte bunlar cehennem ehlidir onlar orada ebedi olarak kalacaklar
(217) They ask thee concerning fighting in the prohibited month. Say: fighting therein is a grave (offence) but graver is it in the sight of Allah to prevent access to the sacred mosque, and drive out its members. Tumult and oppression are worse than slaughter. Nor will they cease fighting you until they turn you back from your Faith if they can. And if any of you turn back from their Faith and die in unbelief, their works will bear no fruit in this life and in the Hereafter they will be companion of the fire and will abide therein.
1. |
yes’elûne-ke |
: sana soruyorlar |
2. |
an(i) eş şehri el harâmi |
: haram aydan |
3. |
kıtâlin |
: savaş |
4. |
fî-hi |
: onun içinde, onda |
5. |
kul |
: de, söyle |
6. |
kıtâlun |
: savaş |
7. |
fî-hi |
: onun içinde |
8. |
kebîrun |
: büyük |
9. |
ve saddun |
: ve men etmek, alıkoymak |
10. |
an sebîlillâhi (sebîli allâhi) |
: Allah’ın yolundan |
11. |
ve kufrun |
: ve inkâr etmek |
12. |
bi-hi |
: onu |
13. |
ve el mescidi el harâmi |
: ve mescid-i haram |
14. |
ve ihrâcu |
: ve çıkarmak |
15. |
ehli-hi |
: onun halkı |
16. |
min-hu |
: ondan, oradan |
17. |
ekberu |
: en büyük, daha büyük |
18. |
indallâhi (inde allâhi) |
: Allah’ın katında |
19. |
ve el fitnetu |
: ve fitne |
20. |
ekberu |
: en büyük, daha büyük |
21. |
min el katli |
: öldürmekten |
22. |
ve lâ yezâlûne |
: ve zail olmazlar, geri kalmazlar |
23. |
yukâtilûne-kum |
: sizinle savaşırlar |
24. |
hattâ |
: oluncaya kadar |
25. |
yeruddû-kum |
: sizi döndürürler |
26. |
an dîni-kum |
: dîninizden |
27. |
in istetâû |
: eğer güçleri yetse |
28. |
ve men |
: ve kim |
29. |
yertedid |
: geri döner |
30. |
min-kum |
: sizden |
31. |
an dîni-hi |
: dîninden |
32. |
fe yemut |
: o zaman, o taktirde ölür |
33. |
ve huve |
: ve o |
34. |
kâfirun |
: kâfir olarak |
35. |
fe ulâike |
: o zaman, böylece, bu sebeple işte onlar |
36. |
habitat |
: boşa gider |
37. |
a’mâlu-hum |
: onların amelleri |
38. |
fî ed dunyâ |
: dünyada |
39. |
ve el âhiret |
: ve ahirette |
40. |
ve ulâike |
: ve işte onlar |
41. |
ashâbu en nâri |
: ateş ehlidir |
42. |
hum |
: onlar |
43. |
fî-hâ |
: onun içinde, orada |
44. |
hâlidûne |
: ebediyyen kalıcak olanlardır |
٢١٨
اِنَّ الَّذينَ امَنُوا وَالَّذينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فى سَبيلِ اللّهِ اُولءِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ
(218) innellezine amenu vellezine haceru ve cahedu fi sebilillahi ülaike yercune rahmetellah vallahü ğafurur rahiym
gerçekten iman edenler ile hicret edenler ve Allah yolunda cihat edenler işte bunlar Allah’ın rahmetini ümit edenlerdir Allah bağışlayıcı, merhamet edendir
(218) Those who believed and those who suffered exile and fought (and strove and struggled) in the path of Allah, they have the hope of the mercy of Allah: and Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
inne ellezîne |
: muhakak ki onlar |
2. |
âmenû |
: âmenû oldular (Allah’a ulaşmayı dilediler) îmân ettiler |
3. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
4. |
hâcerû |
: hicret ettiler |
5. |
ve câhedû |
: ve cihad ettiler |
6. |
fî sebîli allâhi |
: Allah’ın yolunda |
7. |
ulâike |
: işte onlar |
8. |
yercûne |
: ümit ederler, arzu ederler, dilerler |
9. |
rahmete allâhi |
: Allah’ın rahmeti |
10. |
vallâhu |
: ve Allah |
11. |
gafûrun |
: gafûr olan, mağfiret eden |
12. |
rahîmun |
: rahmet nurunun sahibi, |
٢١٩
يَسَْلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فيهِمَا اِثْمٌ كَبيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَاِثْمُهُمَا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَا وَيَسَْلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِالْعَفْوَ كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
(219) yes’eluneke anil hamri vel meysir kul fihima ismün kebiruv ve menafiu lin nasi ve ismühüma ekberu min nef’ihima ve yes’eluneke maza yünfikun kulil afv kezalike yübeyyinüllahü lekümül ayati lealleküm tetefekkerun
sana soruyorlar şarabı ve kumarı de ki her ikisi de büyük günahtır insanlar için bazı faydaları vardır amma günahları faydasından daha büyüktür sana soruyorlar hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini de ki: ihtiyaç fazlasını verin böylece Allah ayetlerini size açıklıyor umulur ki düşünürsünüz
(219) They ask thee concerning wine and gambling. Say in them is great sin, and some profit for men but the sin is greater than the profit they ask thee how much they are to spend, say: what is beyond your needs. Thus doth Allah make clear to you his Signs: in order that ye may consider-
1. |
yes’elûne-ke |
: sana soruyorlar, sorarlar |
2. |
an el hamri |
: şaraptan |
3. |
ve el meysiri |
: ve kumar |
4. |
kul |
: de, söyle |
5. |
fî-himâ |
: ikisinde vardır |
6. |
ismun kebîrun |
: büyük günah |
7. |
ve menâfiu |
: ve menfaat, faydalar |
8. |
li en nâsi |
: insanlar için |
9. |
ve ismu-humâ |
: ve onların (o ikisinin) günahları |
10. |
ekberu |
: daha büyük |
11. |
min nef’i-himâ |
: onların (o ikisinin) faydalarından |
12. |
ve yes’elûne-ke |
: ve sana soruyorlar, sorarlar |
13. |
mâzâ |
: ne, nasıl |
14. |
yunfikûne |
: infâk ediyorlar |
15. |
kul(i) |
: de, söyle |
16. |
el afve |
: afv olan, ihtiyaçtan fazla olan mal, affedilen, vazgeçilen |
17. |
kezâlike |
: bunun gibi, işte böyle |
18. |
yubeyyinu allâhu |
: Allah açıklıyor |
19. |
lekum |
: sizin için, size |
20. |
el âyâti |
: âyetler |
21. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
22. |
tetefekkerûne |
: tefekkür edersiniz, düşünürsünüz |
Sayfa:34
٢٢٠
فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ وَيَسَْلُونَكَ عَنِ الْيَتَامى قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُالْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاءَ اللّهُ لَاَعْنَتَكُمْ اِنَّ اللّهَ عَزيزٌ حَكيمٌ
(220) fid dünya vel ahirah ve yes’eluneke anil yetama kul islahul lehüm hayr ve in tühalituhüm fe ihvanüküm vallahü ya’lemül müfside minel muslih ve lev şaellahü le a’neteküm innellahe azizün hakim
dünya ve ahiret hakkında sana soruyorlar ve yetimler hakkında de ki: “onları ıslah etmek daha hayırlıdır” eğer onlarla kaynaşmışsanız (onlar) sizin kardeşlerinizdir Allah bilir ifsat edeni de, ıslah edeni de Allah dileseydi elbette sizi sıkıntıya sokardı şüphesiz Allah güçlüdür, hikmet sahibidir
(220) (their bearings) on this life and the Hereafter. They ask thee concerning orphans. Say: the best thing to do is what is for their good if ye mix. Their affairs with yours they are your brethren but Allah knows the men who means mischief from the men who means good. And if Allah had wished. He could have put you into difficulties: he is indeed exalted in power, wise.
1. |
fî ed dunyâ |
: dünya hakkında, dünyada |
2. |
ve el âhirati |
: ve ahiret |
3. |
ve yes’elûne-ke |
: ve sana soruyorlar, sorarlar |
4. |
an el yetâmâ |
: yetimlerden |
5. |
kul |
: de, söyle, |
6. |
ıslâhun |
: ıslâh etmek, düzeltmek |
7. |
lehum |
: onları |
8. |
hayrun |
: hayır, hayırlı |
9. |
ve in tuhâlitû-hum |
: ve eğer onlara karışırsanız, katılırsanız |
10. |
fe |
: artık, o zaman |
11. |
ıhvânu-kum |
: sizin kardeşleriniz |
12. |
ve allâhu |
: ve Allah |
13. |
ya’lemu |
: bilir |
14. |
el mufside |
: fesat çıkaranlar |
15. |
min el muslihi |
: ıslâh edenlerden |
16. |
ve lev |
: ve şâyet, olsa, ise |
17. |
şâallâhu (şâe allâhu) |
: Allah diledi |
18. |
le |
: elbette, mutlaka |
19. |
a’nete-kum |
: sizi sıkıntıya soktu |
20. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
21. |
azîzun |
: azîzdir, üstündür |
22. |
hakîmun |
: hakîmdir, hüküm ve hikmet sahibidir |
٢٢١
وَلَا تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتّى يُؤْمِنَّ وَلَاَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْ وَلَا تُنْكِحُواالْمُشْرِكينَ حَتّى يُؤْمِنُوا وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ اَعْجَبَكُمْ اُولءِكَ يَدْعُونَ اِلَىالنَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِه وَيُبَيِّنُ ايَاتِه لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
(221) ve la tenkihul müşrikati hatta yü’minn ve le emetüm mü’minetüm hayrum mim müşriketiv ve lev a’cebetküm ve la tünkihul müşrikine hatta yü’minu ve le abdüm mü’minün hayrum mim müşrikiv ve lev a’cebeküm ülaike yed’une ilen nar vallahü yed’u ilel cenneti vel mağfirati bi iznihi ve yübeyyinü ayatihi lin nasi leallehüm yetezekkerun
evlenmeyin iman etmedikçe müşrik kadınlarla muhakkak mü’min bir cariye, müşrik bir kadından daha hayırlıdır velev müşrik bir kadın hoşunuza gitse de evlendirmeyiniz (mü’min kadınları) müşrik erkeklerle iman etmedikçe mü’min köle müşrik erkekten daha hayırlıdır velev sizin hoşunuza gitse de işte onlar (sizi) ateşe davet ederler Allah’ta davet eder kendi izni ile cennete ve mağfirete ayetlerini insanlara açıklıyor olur ki düşünürler
(221) Don’t marry unbelieving women (idolaters) until they believe: a slave woman who believes is better than unbelieving woman. Even though she allure you. Nor marry (your girls) to unbelievers until they believe: a man slave who believes is better than an unbeliever even though he allure you. Unbelievers do (but) beckon you to the Fire. But Allah beckons by His Grace to the Garden (of Bliss) and forgiveness, and makes His Signs clear to mankind: that they may receive admonition.
1. |
ve lâ tenkihû |
: ve (kendinize) nikâhlamayın |
2. |
el muşrikâti |
: müşrik kadınlar |
3. |
hattâ yu’minne |
: mü’min oluncaya, îmân edinceye kadar |
4. |
ve le emetun |
: ve elbette bir cariye |
5. |
mu’minetun |
: mü’min (kadın) |
6. |
hayrun |
: hayırlı, daha hayırlı |
7. |
min muşriketin |
: müşrik bir kadından |
8. |
ve lev a’cebet-kum |
: ve size hoş gelse bile, hoşunuza gitse bile |
9. |
ve lâ tunkihû |
: ve (siz kadınlarınızı) nikâhlamayın |
10. |
el muşrikîne |
: müşrik erkekler |
11. |
hattâ yu’minû |
: mü’min olunca, îmân edinceye kadar |
12. |
ve le abdun |
: ve elbette bir köle |
13. |
mu’minun |
: mü’min (erkek) |
14. |
hayrun |
: hayırlı, daha hayırlı |
15. |
min muşrikin |
: müşrik erkekten |
16. |
ve lev a’cebe-kum |
: ve size hoş gelse bile |
17. |
ulâike yed’ûne |
: işte onlar davet ederler |
18. |
ilâ en nâri |
: ateşe |
19. |
ve allâhu |
: ve Allah |
20. |
yed’û |
: davet ediyor |
21. |
ilâ el cenneti |
: cennete |
22. |
ve el magfireti |
: ve mağfiret |
23. |
bi izni-hi |
: onun izni ile |
24. |
ve yubeyyinu |
: ve açıklıyor |
25. |
âyâti-hî |
: kendi âyetlerini |
26. |
li en nâsi |
: insanlar için, insanlara |
27. |
lealle-hum |
: umulur ki böylece onlar |
28. |
yetezekkerûne |
: tezekkür ederler |
٢٢٢
وَيَسَْلُونَكَ عَنِ الْمَحيضِ قُلْ هُوَ اَذًى فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِى الْمَحيضِ وَلَاتَقْرَبُوهُنَّ حَتّى يَطْهُرْنَ فَاِذَا تَطَهَّرْنَ فَاْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ اَمَرَكُمُ اللّهُ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّا بينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرينَ
(222) ve yes’eluneke anil mehiyd kul hüve ezen fa’tezilün nisae fil mehiydi ve la takrabuhünne hatta yathurn fe iza tetahherne fe’tuhünne min haysü emerakümüllah innellahe yühibbüt tevvabine ve yühibbül mütetahhirin
sana hayızdan soruyorlar de ki: o bir ezadır kadınlar hayızlı iken onlardan uzaklaşın onlara katiyen yaklaşmayın ta ki temizleninceye kadar temizlendikleri zaman onlara münasebette bulunun size Allah’ın emrettiği yerden şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever ve çok temizlenenleri sever
(222) They ask thee concerning women’s courses. Say: they are a hurt and a pollution, so keep away from women in their courses, and do not approach them until they are clean. But when they have purified themselves, ye may approach them in any manner, time, or place ordained for you by Allah. For Allah loves those who turn to him constantly and he loves those who keep themselves pure and clean.
1. |
ve yes’elûne-ke |
: ve sana soruyorlar, sorarlar |
2. |
anil mahîdi (an el mahîdi) |
: (kadınların) hayz (ay) hallerinden |
3. |
kul |
: de, söyle |
4. |
huve |
: o |
5. |
ezen |
: eza, ıstırap |
6. |
fa’tezilû (fe ı’tezilû) |
: o taktirde, bu yüzden uzak durun |
7. |
en nisâe |
: kadın(lar) |
8. |
fî el mahîdi |
: hayz (ay) hallerinde, hayz zamanında |
9. |
ve lâ takRabûhunne |
: ve onlara yaklaşmayın |
10. |
hattâ yathurne |
: temizleninceye kadar |
11. |
fe |
: öyle olunca, (öyle) ise, artık, o zaman |
12. |
izâ tetahherne |
: temizlendikleri zaman |
13. |
fe |
: öyle olunca, (öyle) ise, artık, o zaman, |
14. |
e’tûhunne |
: onlara gelin, yanına gidin (biraraya gelin) |
15. |
min haysu |
: yerden |
16. |
emere-kum(u) allâhu |
: Allah size emretti |
17. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
18. |
yuhibbu |
: sever |
19. |
et tevvâbîne |
: tövbe edenler |
20. |
ve yuhibbu |
: ve sever |
21. |
el mutetahhirîne |
: temizlenenler, temizlenmiş olanlar |
٢٢٣
نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَاْتُوا حَرْثَكُمْ اَنّى شِءْتُمْ وَقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ مُلَاقُوهُ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنينَ
(223) nisaüküm harsül leküm fe’tu harseküm enna şi’tüm ve kaddimu li enfüsiküm vettekullahe va’lemu enneküm mülakuh ve beşşiril mü’minin
kadınlarınız sizin tarlalarınızdır o halde tarlalarınıza öyle varın nasıl dilerseniz kendiniz için (iyi şeyler) gönderin Allah’tan sakının biliniz ki muhakkak o’na kavuşacaksınız ve inananları müjdele
(223) Your wives are as a tilth unto you so approach your tilth when or how ye will but do some good act for your souls beforehand and fear Allah, and know that ye are to meet him (in the Hereafter), and give (these) good tidings to those who believes.
1. |
nisâu-kum |
: sizin kadınlarınız |
2. |
harsun |
: tarla |
3. |
lekum |
: sizin için, sizin |
4. |
fe |
: o zaman, artık, o halde |
5. |
e’tû |
: gelin, yaklaşın |
6. |
harse-kum |
: sizin tarlanız |
7. |
ennâ |
: nasıl |
8. |
şi’tum |
: dilediniz |
9. |
ve kaddimû |
: ve takdim edin |
10. |
li enfusi-kum |
: nefsleriniz için, kendiniz için |
11. |
vettekû (ve ittekû) |
: ve takva sahibi olun |
12. |
allâhe |
: Allah |
13. |
va’lemû (ve ı’lemû) |
: ve bilin |
14. |
enne-kum |
: sizin ….. olduğunu |
15. |
mulâkû-hu |
: ona mülâki olma, ruhunu ona ölmeden önce ulaştırma |
16. |
ve beşşir(i) |
: ve müjdele |
17. |
el mu’minîne |
: mü’minler |
٢٢٤
وَلَاتَجْعَلُوا اللّهَ عُرْضَةً لِاَيْمَانِكُمْ اَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِ وَاللّهُ سَميعٌ عَليمٌ
(224) ve la tec’alüllahe urdatel li eymaniküm en teberru ve tetteku ve tuslihu beynen nas vallahü semiun alim
Allah’a yapmayın yeminlerinize kalkan iyilikten (ve) takvadan ve insanların arasının ıslah edilmesini (engellemek için) Allah işiten, bilendir
(224) And make not Allah’s (name) and excuse in your oaths against doing good, or acting rightly, or making peace between persons for Allah is one who heareth and knoweth all things.
1. |
ve lâ tec’alû |
: ve kılmayın, yapmayın |
2. |
allâhe |
: Allah |
3. |
urdaten |
: siper, mani, engel |
4. |
li eymâni-kum |
: yeminlerinize, yeminleriniz için |
5. |
en teberrû |
: ebrar kimseler olmanız |
6. |
ve tettekû |
: ve takva sahibi olun |
7. |
ve tuslihû |
: ve ıslâh edin, düzeltin |
8. |
beyne |
: arası |
9. |
en nâsi |
: insanlar |
10. |
ve allâhu |
: ve Allah |
11. |
semîun |
: en iyi işiten |
12. |
alîmun |
: en iyi bilen |
Sayfa:35
٢٢٥
لَايُؤاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فى اَيْمَانِكُمْ وَلكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ حَليمٌ
(225) la yüahizükümüllahü bil lağvi fi eymaniküm ve lakiy yüahizüküm bi ma kesebet kulubüküm vallahu ğafurun halim
Allah sizi muaheze etmez kasıtsız olarak söylenen yeminlerinizle lakin yeminler ile muaheze eder kalplerinizin kesinlik kazandığı Allah bağışlayıcı, halimdir
(225) Allah will not call you to account for thoughtlessness in your oath, but for the intention in your hearts and he is Oft-Forgiving most forbearing.
1. |
lâ yuâhızu-kum |
: sizi muaheze etmez, sorgulamaz |
2. |
allâhu |
: Allah |
3. |
bi el lagvi |
: boş, lüzûmsuz sözler |
4. |
fî eymâni-kum |
: yeminleriniz konusunda, hakkında |
5. |
ve lâkin |
: ve lâkin, fakat |
6. |
yuâhızu-kum |
: sizi muaheze eder, sorgular |
7. |
bi mâ kesebet |
: kazandığı şeyler ile |
8. |
kulûbu-kum |
: kalpleriniz |
9. |
vallâhu |
: ve Allah |
10. |
gafûrun |
: gafûr olan, mağfiret eden |
11. |
halîmun |
: halîm olan, yumuşak muamele eden |
٢٢٦
لِلَّذينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَاءِهِمْ تَرَبُّصُ اَرْبَعَةِ اَشْهُرٍ فَاِنْ فَاؤُ فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
(226) lillezine yü’lune min nisaihim terabbüsu erbeati eşhur fe in fau fe innellahe ğafurur rahiym
kadınlarına yaklaşmak için (yemin edenler) dört ay bekleme süresi vardır eğer dönerlerse muhakkak Allah bağışlayıcı, merhametlidir
(226) For those who take an oath for abstention from their wives, awaiting for four month is ordained if then they return, Allah is Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
lillezîne (li ellezîne) |
: o kimseler için, onlar için, onlara |
2. |
yu’lûne |
: (yaklaşmamaya) yemin ederler |
3. |
min nisâi-him |
: kadınlarından (uzak olma) |
4. |
teRabbusu |
: beklerler |
5. |
erbaati |
: dört |
6. |
eşhurin |
: aylar |
7. |
fe |
: fakat, o zaman, o taktirde |
8. |
in fâû |
: eğer dönerlerse |
9. |
fe |
: fakat, o zaman, o taktirde |
10. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
11. |
gafûrun |
: gafûr, mağfiret eden |
12. |
rahîmun |
: rahmet nuru gönderen, |
٢٢٧
وَاِنْ عَزَمُوا الطَّلَاقَ فَاِنَّ اللّهَ سَميعٌ عَليمٌ
(227) ve in azemüt talaka fe innellahe semiun aliym
eğer boşanmaya kesin karar verdilerse şüphesiz Allah işitici ve bilicidir
(227) But if their intention is firm for divorce, Allah heareth and knoweth all things.
1. |
ve in azemû |
: ve eğer azmederlerse |
2. |
et talâka |
: boşama |
3. |
fe |
: o zaman, artık |
4. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
5. |
semîun |
: en iyi işiten |
6. |
alîmun |
: en iyi bilen |
٢٢٨
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلثَةَ قُرُوءٍ وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ اَنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فى اَرْحَامِهِنَّ اِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ اَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فى ذلِكَ اِنْ اَرَادُوا اِصْلَاحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذى عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ
(228) vel mütallekatü yeterabbasne bi enfüsihinne selasete kuru’ ve la yehillü lehünne ey yektümne ma halekallahü fi erhamihinne in künne yü’minne billahi vel yevmil ahir ve büuletühünne ehakku bi raddihinne fi zalike in eradu islaha ve lehünne mislüllezi aleyhinne bil ma’rufi ve lir ricali aleyhinne deraceh vallahü azizün hakim
boşanan kadınlar (bizzat) beklerler kendileri üç hayız müddeti saklamaları kendilerine helal olmaz Allah’ın rahimlerinizde yarattığını eğer inanıyorsanız Allah’a ve ahiret gününe kocaları onları geri almaya daha layıktırlar barışmak isterlerse bu (iddet) içinde kadınlarında aynı şekilde erkekler üzerinde meşru hakları (vardır) amma erkeklerin kadınlar üzerinde ki dereceleri (daha üstündür) Allah güçlüdür, hakimdir
(228) Divorced women shall wait concerning themselves for three monthly periods. Nor is it lawful for them to hide what Allah hath created in their wombs, if they have Faith in Allah and the Last Day. And their husbands have the better right to take them back in that period, if they wish for reconciliation. And women shall have rights similar to the rights against them, according to what is equitable but men have degree (of advantage) over them. And Allah is exalted in power wise.
1. |
ve el mutallakâtu |
: ve boşanmış kadınlar |
2. |
yeteRabbasne |
: dururlar, beklerler |
3. |
bi enfusi-hinne |
: kendi kendilerine |
4. |
selâsete |
: üç |
5. |
kurûin |
: dönem (hayz zamanı) |
6. |
ve lâ yahıllu |
: ve helâl olmaz |
7. |
lehunne |
: onlara (o kadınlara) |
8. |
en yektumne |
: gizlemek |
9. |
mâ halaka |
: yarattığı şey |
10. |
allâhu |
: Allah |
11. |
fî erhâmi-hinne |
: onların rahimlerinde |
12. |
in kunne |
: eğer onlar (kadınlar) iseler |
13. |
yu’minne |
: îmân ederler |
14. |
bi allâhi |
: Allah’a |
15. |
ve el yevmi el âhıri |
: ve son güne, sonraki güne, ahirete |
16. |
ve buûletu-hunne |
: ve onların eşleri, kocaları |
17. |
ehakku |
: daha çok hak sahibi |
18. |
bi reddi-hinne |
: onlara geri dönmeye |
19. |
fî zâlike |
: bunda |
20. |
in erâdû |
: eğer isterlerse |
21. |
ıslâhan |
: ıslâh etmek, düzeltmek |
22. |
ve lehunne |
: ve onların (kadınların) vardır |
23. |
mislu ellezî |
: onun misli, onun gibi |
24. |
aleyhinne |
: onların üzerinde |
25. |
bi el ma’rûfi |
: iyilik ile, örfe ve adete uygun olarak |
26. |
ve li er ricâli |
: ve erkekler için, erkeklerin vardır |
27. |
aleyhinne |
: onların üzerinde |
28. |
derecetun |
: bir derece |
29. |
ve allâhu |
: ve Allah |
30. |
azîzun |
: azîzdir, üstündür |
31. |
hakîmun |
: hakîmdir, hüküm sahibidir |
٢٢٩
اَلطَّلَاقُ مَرَّتَانِ فَاِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ اَوْ تَسْريحٌ بِاِحْسَانٍ وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَاْخُذُوا مِمَّا اتَيْتُمُوهُنَّ شَيًْا اِلَّا اَنْ يَخَافَا اَلَّا يُقيمَا حُدُودَ اللّهِ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا يُقيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فيمَا افْتَدَتْ بِه تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلَا تَعْتَدُوهَا وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَاُولءِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
(229) ettalaku merratani fe imsaküm bi ma’rufin ev tesrihum bi ihsani ve la yehillü leküm en te’huzu mimma ateytümuhünne şey’en illa ey yehafa ella yükiyma hududellah fe in hiftüm ella yükiyma hududellahi fe la cünaha aleyhime fimeftedet bih tilke hududüllahi fe la ta’teduha ve mey yeteadde hududellahi fe ülaike hümüz zalimun
talak ikidir ya iyilik ile tutmak yahut güzellik ile salmaktır tekrar almanız size helal olmaz kadınlarınıza verdiğiniz mehirlerden bir şeyi meğer ki korksunlar (karı koca) yerine getirememekten Allah’ın tayin ettiği hududu eğer sizde korkarsanız yerine getiremeyeceğinizden Allah’ın emirlerini ikisine de günah yoktur kadının ayrılmak için fidye vermesinde bunlar Allah’ın sınırlarıdır onları aşmayın her kim aşarsa Allah’ın sınırını işte onlar zalimlerin ta kendileridir
(229) A divorce is only permissible twice: after that, the parties should either hold together on equitable terms, or separate with kindness. It is not lawful for you, (men), to take back any of your gift (from your wives), except when both parties fear that they would be unable to keep the limits ordained by Allah. If ye (judges) do indeed fear that they would be unable to keep the limits ordained by Allah, there is no blame on either of them if she give something for her freedom. These are the limits ordained by Allah such persons wrong (themselves as well as others).
1. |
et talâku |
: boşamak |
2. |
merratâni |
: iki kere |
3. |
fe |
: artık, bundan sonra |
4. |
imsâkun |
: tutmak |
5. |
bi ma’rûfin |
: iyilik ile, örf ve adete uygun olarak |
6. |
ev |
: veya |
7. |
tesrîhun |
: bırakmak, serbest bırakmak |
8. |
bi ihsânin |
: ihsan ile |
9. |
ve lâ yahıllu |
: ve helâl olmaz |
10. |
lekum |
: sizin için, size |
11. |
en te’huzû |
: almanız |
12. |
mimmâ (min mâ) |
: şeyden |
13. |
âteytumû-hunne |
: onlara verdiniz |
14. |
şey’en |
: bir şey |
15. |
illâ |
: ancak, hariç |
16. |
en yehâfâ |
: korkmaları |
17. |
ellâ yukîmâ |
: ikame edememek, ayakta tutamamak, yerine getirememek |
18. |
hudûda allâhi |
: Allah’ın hudutları, sınırları |
19. |
fe |
: o zaman, bu durumda, o taktirde |
20. |
in hıftum |
: eğer korkarsanız |
21. |
ellâ yukîmâ |
: ikame edememek, ayakta tutamamak, yerine getirememek |
22. |
hudûda allâhi |
: Allah’ın hudutları, sınırları |
23. |
fe |
: o zaman, bu durumda |
24. |
lâ cunâha |
: günah yoktur |
25. |
aleyhimâ |
: onların ikisi üzerine, ikisine |
26. |
fî |
: hakkında |
27. |
mâ |
: şey |
28. |
iftedet |
: fidye (mehr) verdi |
29. |
bi-hi |
: ona |
30. |
tilke |
: işte o, bu (bunlar) |
31. |
hudûda allâhi |
: Allah’ın hudutları, sınırları |
32. |
fe |
: o zaman, artık |
33. |
lâ ta’tedû-hâ |
: onu aşmayın |
34. |
ve men |
: ve kim |
35. |
yeteadde |
: aşıyor, aşar |
36. |
hudûda allâhi |
: Allah’ın hudutları, sınırları |
37. |
fe |
: o zaman, işte |
38. |
ulâike |
: işte onlar |
39. |
hum(u) ez zâlimûne |
: onlar zalimler, haksızlık edenler |
٢٣٠
فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتّى تَنْكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا اَنْ يَتَرَاجَعَا اِنْ ظَنَّا اَنْ يُقيمَا حُدُودَ اللّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
(230) fe in tallekaha fe la tehillü lehu mim ba’dü hatta tenkiha zevcen ğayrah fe in tallekaha fe la cünaha aleyhima ey yeteracea in zanna ey yükiyma hududellah ve tilke hududüllahi yübeyyinüha li kavmiy ya’lemun
eğer (koca karısını) bir kere daha boşarsa ondan sonra kadın (kocasına) helal olmaz ancak varmadıkça kadın başka bir kocaya sonra (o kocada) onu boşamadıkça böylece ikisine de günah yoktur isterlerse birbirlerine dönmelerine de Allah’ın hududunu yerine getireceğinden bunlar Allah’ın sınırlarıdır onları anlayan bir kavme beyan eder
(230) So if a husband divorces his wife (irrevocably), he cannot, after that, remarry her until after she has married another husband and he has divorced her. In that case there is no blame on either of them if they reunite, provided they feel that they can keep the limits ordained by Allah. Such are the limits ordained by Allah which he makes plain to those who understand.
1. |
fe |
: o zaman, o taktirde, bundan sonra |
2. |
in tallaka-hâ |
: eğer onu boşarsa |
3. |
fe |
: artık |
4. |
lâ tahıllu |
: helâl olmaz |
5. |
lehu |
: ona |
6. |
min ba’du |
: sonradan |
7. |
hattâ |
: olmadıkça, oluncaya kadar |
8. |
tenkiha |
: nikâhlanır |
9. |
zevcen |
: eş, zevce |
10. |
gayra-hu |
: ondan başka |
11. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
12. |
in tallaka-hâ |
: eğer onu boşarsa |
13. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
14. |
lâ cunâha |
: günah yoktur |
15. |
aley-himâ |
: onların ikisi üzerine, ikisine |
16. |
en yeterâceâ |
: dönmeleri |
17. |
in zannâ |
: eğer zannettiler ise, inanırlarsa |
18. |
en yukîmâ |
: ikame etmek, ayakta tutmak, yerine getirmek |
19. |
hudûda allâhi |
: Allah’ın hudutları, sınırları |
20. |
ve tilke |
: ve işte o, bu (bunlar) |
21. |
hudûdu allâhi |
: Allah’ın hudutları, sınırları |
22. |
yubeyyinu-hâ |
: onu açıklıyor |
23. |
li kavmin |
: bir kavim (toplum) için |
24. |
ya’lemûne |
: biliyorlar, bilirler |
Sayfa:36
٢٣١
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّضِرَارًا لِتَعْتَدُوا وَمَنْ يَفْعَلْ ذلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ وَلَا تَتَّخِذُوا ايَاتِ اللّهِ هُزُوًا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُمْ بِه وَاتَّقُوا اللّهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمٌ
(231) ve iza tallaktümün nisae fe belağne ecelehünne fe emsikuhünne bi ma’rufin ev serrihuhünne bi ma’rufiv ve la tümsikuhünne diraral li ta’tedu ve mey yef’al zalike fe kad zaleme nefseh ve la tettehizu ayatillahi hüzüvev vezküru ni’metellahi aleyküm ve ma enzele aleyküm minel kitabi vel hikmeti yeızuküm bih vettekullahe va’lemu ennellahe bi külli şey’in aliym
kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi? ya onları iyilikle tutun ya da iyilikle salın onların zararlarına tutmayın haklarına tecavüz için kim bunu yaparsa o nefsine zulüm etmiş olur Allah’ın ayetlerini alaya almayın Allah’ın nimetlerini hatırlayın üzerinizdeki size indirdiği kitabı ve hikmeti (hatırlayın) size onunla öğüt verecek Allah’tan sakının bilmiş olun ki Allah her şeyi hakkı ile bilir
(231) When ye divorce women and they fulfil the term of their (Iddat), either take them back on equitable terms or set them free on equitable terms but don’t take then back to injure them, (or) to take undue advantage if any one does that he wrongs his own soul. Do not treat Allah’s Signs as a jest, but solemnly rehearse Allah’s favours on you, and the fact that he sent down to you the book and wisdom, for your instruction. and fear Allah, and know that Allah is well acquainted with all things.
1. |
ve izâ |
: ve olduğu zaman, olduğunda |
2. |
tallaktum(u) |
: boşadınız |
3. |
en nisâe |
: kadınlar |
4. |
fe |
: o zaman, sonra, artık |
5. |
belagne |
: erişti, ulaştı, tamamladı |
6. |
ecele-hunne |
: onların (bekleme) süreleri |
7. |
fe emsikû-hunne |
: artık onları tutun, alıkoyun |
8. |
bi ma’rûfin |
: marufla, iyilikle, örf ve adete uygun |
9. |
ev |
: veya |
10. |
serrihû-hunne |
: onları serbest bırakın |
11. |
bi ma’rûfin |
: marufla, iyilikle, örf ve adete uygun |
12. |
ve lâ tumsikû-hunne |
: ve onları tutmayın |
13. |
dırâran |
: zararla, zarar vererek |
14. |
li ta’tedû |
: hakka tecavüz için |
15. |
ve men |
: ve kim |
16. |
yef’al |
: yapar |
17. |
zâlike |
: bunu |
18. |
fe |
: o zaman, sonra, artık, o taktirde |
19. |
kad |
: olmuştu |
20. |
zaleme |
: zulmetti, haksızlık yaptı |
21. |
nefse-hu |
: kendi nefsine |
22. |
ve lâ tettehızû |
: ve edinmeyin |
23. |
âyâti allâhi |
: Allah’ın âyetleri |
24. |
huzuven |
: alay konusu, eğlence |
25. |
ve uzkurû |
: ve zikredin, hatırlayın |
26. |
ni’mete allâhi |
: Allah’ın ni’meti |
27. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
28. |
ve mâ enzele |
: ve indirdiği şey |
29. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
30. |
min el kitâbi |
: kitaptan |
31. |
ve el hikmeti |
: ve hikmet |
32. |
yeızu-kum |
: size vazeder, öğüt verir, nasihat eder |
33. |
bi-hi |
: onunla |
34. |
vettekû (ve ittekû) |
: ve takva sahibi olun |
35. |
allâhe |
: Allah’a |
36. |
va’lemû |
: ve bilin, biliniz |
37. |
enne |
: olduğunu |
38. |
allâhe |
: Allah |
39. |
bi kulli şey’in |
: herşeyi |
40. |
alîmun |
: alîm, en iyi bilen |
٢٣٢
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا تَعْضُلُوهُنَّ اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّاِذَا تَرَاضَوْا بَيْنَهُمْ بِالْمَعْرُوفِ ذلِكَ يُوعَظُ بِه مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكُمْ اَزْكى لَكُمْ وَاَطْهَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
(232) ve iza tallaktümün nisae fe belağne ecelehünne fe la ta’dulu hünne ey yenkihne ezvacehünne iza teradav beynehüm bil ma’ruf zalike yuazu bihi men kane minküm yü’minü billahi vel yevmil ahir zaliküm ezka leküm ve ather vallahü ya’lemü ve entüm la ta’lemun
kadınlarınızı boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiler mi mani olmayın onların zevceleri ile nikahlanmalarına anlaştıkları takdirde aralarında meşru surette bu onlara verilen öğüttür sizden iman etmiş olanlar için Allah’a ve ahiret gününe daha doğru ve daha temizdir bu sizin için daha temizdir Allah bilir siz bilemezsiniz
(232) When you divorce women, and they fulfil the term of their (Iddat), do not prevent them from marrying their (former) husbands, if they mutually agree on equitable terms. This instruction is for all amongst you, who believe in Allah and the Last Day. That is (the course making for) most virtue and purity amongst you. And Allah knows, and ye know not.
1. |
ve izâ |
: ve olduğu zaman, olduğunda |
2. |
tallaktum(u) |
: boşadınız |
3. |
en nisâe |
: kadınlar |
4. |
fe |
: o zaman, sonra, artık |
5. |
belagne |
: erişti, ulaştı, tamamladı |
6. |
ecele-hunne |
: onların (bekleme) süreleri |
7. |
fe |
: o zaman, sonra, artık |
8. |
lâ ta’dulû-hunne |
: onlara engel olmayın |
9. |
en yenkıhne |
: nikâhlamak |
10. |
ezvâce-hunne |
: onların eşleri, kocaları |
11. |
izâ terâdav |
: razı oldukları taktirde |
12. |
beyne-hum |
: onlar aralarında, kendi aralarında |
13. |
bi el ma’rûfi |
: marufla, iyilikle, örf ve adete uygun |
14. |
zâlike |
: işte bu, işte böyle |
15. |
yûazu |
: vazediliyor, öğüt veriliyor |
16. |
bi-hi |
: ona, onunla |
17. |
men |
: kim, kimse |
18. |
kâne |
: oldu, idi |
19. |
min-kum |
: sizden |
20. |
yu’minu |
: îmân eder |
21. |
bi allâhi |
: Allah’a |
22. |
ve el yevmi el âhıri |
: ve ahir güne, son güne, sonraki güne |
23. |
zâlikum |
: işte bu, işte böyle |
24. |
ezkâ |
: daha iyi tezkiye olma, arınma |
25. |
lekum |
: sizin için |
26. |
ve atheru |
: ve daha temiz olma |
27. |
ve allâhu |
: ve Allah |
28. |
ya’lemu |
: bilir |
29. |
ve entum |
: ve siz |
30. |
lâ ta’lemûne |
: bilmezsiniz |
٢٣٣
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ اِلَّا وُسْعَهَا لَاتُضَارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِه وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذلِكَ فَاِنْ اَرَادَا فِصَالًا عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَاوَاِنْ اَرَدْتُمْ اَنْ تَسْتَرْضِعُوا اَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِذَا سَلَّمْتُمْ مَا اتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ
(233) vel validatü yürdi’ne evladehünne havleyni kamileyni li men erade ey yütimmer radaah ve alel mevludi lehu rizkuhünne ve kisvetühünne bi ma’ruf la tükellefü nefsün illa vüsaha la tudarra ve li detüm bi valediha ve la mevlüdül lehü bi valedihi ve alal varisi mislü zalik fe in erada fisalen enteradin minhüma veteşevürin fe la cünaha aleyhima ve in eradtüm en testerdiu evladeküm fe la cünaha aleyküm iza sellemtüm ma ateytüm bil ma’ruf vettekullahe va’lemu ennellahe bi ma ta’melune basiyr
anneler emzirirler çocuklarını tam iki sene (bu hüküm) isteyenler içindir süt müddetini tamamlamak evlat kendisinin olan babaya aittir annenin rızkı yiyeceği ve giyeceği meşru bir şekilde hiç kimse mükellef tutulmaz gücünde ziyade bir şey ile zarara sokulmasın hiçbir anne çocuğu için bir babada çocuğu için (zarara sokulmasın) varisine de düşen aynı (borçtur) eğer sütten kesmek isterlerse anne ve baba anlaşarak rızaları ile kendilerine günah yoktur eğer isterseniz çocuklarınızı (başkalarına) emzirtmek size yine günah yoktur vereceğiniz şeyi teslim ederseniz meşru bir surette Allah’tan sakının bilmiş olun ki Allah yaptıklarınızı görendir
(233) The mothers shall give suck to their offspring for two whole years, if the father desires to complete the term. But he shall bear the cost of their food and clothing on equitable terms. No soul shall have a burden laid on it greater than it can bear. No mother shall be treated unfairly on account of her child, an heir shall be chargeable in the same way. If they both decide on weaning, by mutual consent, and after due consultation, there is no blame on them. If ye decide on a foster mother for your offspring, there is no blame on you, provided ye pay (the mother) what ye offered, on equitable terms. But fear Allah and know that Allah sees well what ye do.
1. |
ve el vâlidâtu |
: ve anneler |
2. |
yurdı’ne |
: süt emzirirler |
3. |
evlâde-hunne |
: kendi evlâtlarını |
4. |
havleyni |
: iki sene |
5. |
kâmileyni |
: tamamen, tam olarak iki |
6. |
li men |
: kimse için |
7. |
erâde |
: istedi |
8. |
en yutimme |
: tamamlamak |
9. |
er radâate |
: süt emzirme |
10. |
ve alâ |
: ve üzerine |
11. |
el mevlûdi lehu |
: onun için doğurulmuş olan (baba) |
12. |
rızku-hunne |
: onların rızıkları |
13. |
ve kisvetu-hunne |
: ve onların giyimleri |
14. |
bi el ma’rûfi |
: marufla, iyilikle, örf ve adete uygun |
15. |
lâ tukellefu |
: yükümlü tutulmasın (tutmayın) |
16. |
nefsun |
: nefs, kişi, kimse |
17. |
illâ vus’a-hâ |
: (onun) kendi gücünün yettiğinden |
18. |
lâ tudârra |
: zarara uğratılmasın (uğratmayın) |
19. |
vâlidetun |
: anne |
20. |
bi veledi-hâ |
: (onun) kendi çocuğu ile |
21. |
ve lâ |
: ve olmaz, olmasın |
22. |
mevlûdun lehu |
: onun için doğurulmuş olan (baba) |
23. |
bi veledi-hi |
: (onun) kendi çocuğu ile |
24. |
ve alâ el vârisi |
: ve mirasçının üzerinde (ki sorumluluk) |
25. |
mislu |
: gibi, aynı |
26. |
zâlike |
: bu |
27. |
fe |
: fakat, o taktirde, artık |
28. |
in erâdâ |
: eğer ikisi isterlerse |
29. |
fısâlen an |
: sütten kesme |
30. |
terâdın |
: rıza alınarak, razı olarak |
31. |
min humâ |
: (onların) ikisinden |
32. |
ve teşâvurin |
: ve müşavere ederek, görüşerek |
33. |
fe |
: fakat, o taktirde, artık |
34. |
lâ cunâha |
: günah |
35. |
lâ cunâha |
: günah yoktur |
36. |
aleyhimâ |
: onların ikisi üzerine, ikisine |
37. |
ve in eradtum |
: ve eğer isterseniz |
38. |
en testerdıû |
: (süt anne tutup) emzirtmek |
39. |
evlâde-kum |
: çocuklarınız |
40. |
fe |
: fakat, o taktirde, artık |
41. |
lâ cunâhe |
: günah yoktur |
42. |
aleykum |
: sizin üzerinize,size |
43. |
izâ sellemtum |
: teslim ettiğiniz zaman |
44. |
mâ âteytum |
: (karar )verdiğiniz şey |
45. |
bi el ma’rûfi |
: marufla, örf ve adete uygun olarak |
46. |
ve ittekû allâhe |
: ve Allah’a karşı takva sahibi olun |
47. |
va’lemû |
: ve bilin |
48. |
enne allâhe |
: Allah’ın ….. olduğunu |
49. |
bi mâ ta’melûne |
: yaptığınız şeyleri, yaptıklarınızı |
50. |
basîrun |
: en iyi (çok iyi) gören |
Sayfa:37
٢٣٤
وَالَّذينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَاِذَا بَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فيمَا فَعَلْنَ فى اَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرٌ
(234) vellezine yüteveffevne minküm ve yezerune ezvacey yeterabbasne bi enfüsihinne erbeate eşhüriv ve aşra fe iza belağne ecelehünne fe la cünaha aleyküm fima fealne fi enfüsihinne bil ma’ruf vallahü bi ma ta’melune habir
sizden vefat edenlerin geride bıraktığı zevceler bizzat kendileri beklerler dört ay on gün (iddet süresini) müddetleri dolduğu zaman o şeyde size bir günah yoktur kendi haklarına yaptıkları şeylerden meşru surette Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır
(234) If any of you die and leave widows behind, they shall wait concerning themselves four months and ten days: when they have fulfilled their terms, there is no blame on you if they dispose of themselves in a just and reasonable manner. And Allah is well acquainted with what ye do.
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
yuteveffevne |
: vefat ettirilirler, ölürler |
3. |
min-kum |
: sizden |
4. |
ve yezerûne |
: ve geriye bırakırlar |
5. |
ezvâcen |
: eşler |
6. |
yeteRabbasne |
: dururlar, beklerler |
7. |
bi enfusi-hinne |
: kendi kendileri ile, kendi kendilerine |
8. |
erbeate |
: dört |
9. |
eşhurin |
: aylar |
10. |
ve aşran |
: ve on (gün) |
11. |
fe |
: böylece, artık |
12. |
izâ belagne |
: eriştiği zaman, tamamladığı zaman |
13. |
ecele-hunne |
: onların eceli, bekleme süresi |
14. |
fe |
: o zaman, böylece, artık |
15. |
lâ cunâhe |
: günah yoktur |
16. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
17. |
fî mâ |
: şey(ler)de |
18. |
fealne |
: yaptılar |
19. |
fî enfusi-hinne |
: onların kendileri hakkında |
20. |
bi el ma’rûfi |
: marufla, örf ve adete uygun olarak |
21. |
ve allâhu |
: ve Allah |
22. |
bi mâ |
: şeyleri |
23. |
ta’melûne |
: yapıyorsunuz |
24. |
habîrun |
: (çok iyi) haberdar olan |
٢٣٥
وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فيمَا عَرَّضْتُمْ بِه مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاءِ اَوْ اَكْنَنْتُمْ فاَنْفُسِكُمْ عَلِمَ اللّهُ اَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلكِنْ لَاتُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا اِلَّا اَنْ تَقُولُوا قَوْلًا مَعْرُوفًاوَلَا تَعْزِمُوا عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتّى يَبْلُغَ الْكِتَابُ اَجَلَهُ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فى اَنْفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَليمٌ
(235) ve la cünaha aleyküm fima arradtüm bihi min hitbetin nisai ev eknentüm fi enfüsiküm alimellahü enneküm setezkürunehünne ve lakil la tüvaiduhünne sirran illa en tekulu kavlem ma’rufa ve la ta’zimu ukdeten nikahi hatta yeblüğal kitabü eceleh va’lemu ennellahe ya’lemü ma fi enfüsiküm fahzeruh va’lemu ennellahe ğafurun halim
teklif etmenizde bir günah yoktur kadınlara, talip olduğunuzu anımsatma da veya gönüllerinizde gizlemenizde Allah biliyor ki siz onları muhakkak anacaksınız lakin yapmayın kendileri ile gizli vaatleşme meşru bir söz söylemeniz istisna nikah aktine azmetmeyin farz olan iddet sona ermedikçe bilin ki Allah nefislerinizde ne olduğunu bilir ondan sakının bilin ki muhakkak Allah bağışlayan, halim’dir
(235) There is no blame on you if ye make an offer of betrothal or hold it in your hearts. Allah knows that ye cherish them in your hearts: but do not make a secret contract with them except that you speak to them in terms honourable, nor resolve on the tie of marriage till the term prescribed is fulfilled. and know that Allah knoweth what is in your hearts, and take heed of Him: and know that Allah is Oft-Forgiving, Most Forbearing.
1. |
ve lâ cunâhe |
: ve günah yoktur |
2. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
3. |
fîmâ |
: hakkında |
4. |
arradtum |
: ima ettiniz |
5. |
bi-hi |
: onu |
6. |
min |
: den |
7. |
hitbeti |
: evlenme teklif etmek |
8. |
en nisâi |
: kadın(lar) |
9. |
ev |
: veya |
10. |
eknentum |
: örttünüz, gizlediniz |
11. |
fî |
: içinde, … de |
12. |
enfusi-kum |
: sizin nefsleriniz, kendiniz |
13. |
alime |
: bildi |
14. |
allâhu |
: Allah |
15. |
enne-kum |
: sizin ….. olduğunuzu |
16. |
se tezkurûne-hunne |
: onları zikredeceğinizi, hatırlayacağınızı |
17. |
ve lâkin |
: ve lâkin, fakat |
18. |
lâ tuvâıdû-hunne |
: onlarla vaadleşmeyin, sözleşmeyin |
19. |
sirran |
: sır olarak, gizlice |
20. |
illâ |
: ancak, den başka, hariç |
21. |
en tekûlû |
: söylemeniz |
22. |
kavlen |
: bir söz |
23. |
ma’rûfen |
: marufla, örf ve adete uygun olarak |
24. |
ve lâ ta’zimû |
: ve azmetmeyin |
25. |
ukdeten |
: akid, anlaşma |
26. |
en nikâhı |
: nikâh |
27. |
hattâ |
: oluncaya kadar |
28. |
yebluga |
: ulaşır, tamamlanır |
29. |
el kitâbu |
: kitap (kitapta yazılı olan) |
30. |
ecele-hu |
: onun eceli, onun süresi |
31. |
va’lemû |
: ve biliniz |
32. |
enne allâhe |
: Allah’ın ….. olduğunu |
33. |
ya’lemu |
: bilir |
34. |
mâ |
: şeyi |
35. |
fî |
: içinde, … de |
36. |
enfusi-kum |
: sizin nefsleriniz, kendiniz |
37. |
fe |
: artık |
38. |
ahzerû-hu |
: ondan sakının |
39. |
va’lemû |
: ve biliniz |
40. |
enne allâhe |
: Allah’ın ….. olduğunu |
41. |
gafûrun |
: gafûr, mağfiret eden |
42. |
halîmun |
: halim, yumuşak, sakin, ceza vermekte acele etmeyen |
٢٣٦
لَاجُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ مَالَمْ تَمَسُّوهُنَّ اَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَريضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنينَ
(236) la cünaha aleyküm in talaktümün nisae ma lem temessuhünne ev tefridu lehünne feridah ve mettiuhünne alel musiı kaderuhu ve alel muktiri kaderuh metaam bil ma’ruf hakkan alel muhsinin
size günah yoktur kadınlara el sürmeden boşarsanız veya bir mehir kesmeden onları müt’alandırın maddi imkanı olan kudretine göre fakir olanda haline göre vermeli meşru bir meta ile (bu) iyilik yapanlarının üzerine bir haktır
(236) There is no blame on you if ye divorce women before consummation or the fixation of their dower but bestow on them (a suitable gift), the wealthy according to his means, and the poor according to his means a gift of a reasonable amount is due from those who wish to do the right things.
1. |
lâ cunâhe |
: günah yoktur |
2. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
3. |
in tallaktumu |
: eğer boşarsanız |
4. |
en nisâe |
: kadın(lar) |
5. |
mâ lem temessû-hunne |
: henüz kendilerine dokunmadınız |
6. |
ev |
: veya |
7. |
tefridû |
: takdirettiniz, tayin ettiniz(farz kıldınız) |
8. |
lehunne |
: onlar için, onlara |
9. |
farîdâten |
: takdir edilen (farz kılınan) miktar, mehir |
10. |
ve mettiû-hunne |
: ve onları metelandırın, faydalandırın |
11. |
alâ el mûsiı |
: eli geniş olan üzerine (zengin olana) |
12. |
kaderu-hu |
: muktedir olduğu (kendi kudreti) kadar |
13. |
ve alâ el muktiri |
: ve dar geçimli olan üzerine (fakir olana) |
14. |
kaderu-hu |
: muktedir olduğu (kendi kudreti) kadar |
15. |
metâan |
: meta, mal, fayda |
16. |
bi el ma’rûfi |
: marufla, örf ve adete uygun olarak |
17. |
hakkan |
: bir hakk olarak |
18. |
alâ el muhsinîne |
: muhsinlerin üzerine, muhsinlere |
٢٣٧
وَاِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَريضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ اِلَّا اَنْ يَعْفُونَ اَوْ يَعْفُوَا الَّذى بِيَدِه عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَاَنْ تَعْفُوا اَقْرَبُ لِلتَّقْوى وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ
(237) ve in tallaktümuhünne min kabli en temessuhünne ve kad feradtüm lehünne feridaten fe nisfü ma feradtüm illa ey ya’fune ev ya füvellezi bi yedihi ukdetün nikah ve en ta’fu akrabü littakva ve la tensevül fadle beyneküm innellahe bi ma ta’melune basiyr
kendilerine dokunmadan boşar da, evvelce (mehir kesmiş bulunursanız) o zaman borç kestiğiniz mehrin yarısı onlarındır ancak bağışlamış olsun yahut bağışlamış olsun nikah düğümü olan (velisi) sizin bağışta bulunmanız takvaya daha yakındır aranızda olan fazlı unutmayın şüphesiz Allah her yaptığınızı görür
(237) And if ye divorce them before consummation but after the fixation of a dower for them, then the of the dower (is due to them), unless they remit it or (the man’s half) is remitted by him in whose hands is the marriage tie and the remission (of the man’s half) is the nearest to righteousness. And do not forget liberality between yourselves. For Allah All that ye do.
1. |
ve in tallaktumû-hunne |
: ve eğer onları boşarsanız |
2. |
min kabli |
: önceden, daha önce |
3. |
en temessû-hunne |
: onlara dokunmanız |
4. |
ve kad |
: ve olmuştur |
5. |
farad-tum |
: size farz kılındı |
6. |
lehunne |
: onlar için, onların |
7. |
farîdaten |
: takdir edilen (farz kılınan) miktar, mehir |
8. |
fe |
: o zaman, o taktirde |
9. |
nısfu |
: yarısı |
10. |
mâ faradtum |
: sizin farz kıldığınız miktar, mehir |
11. |
illâ |
: ancak, hariç |
12. |
en ya’fûne |
: affetmeleri |
13. |
ev |
: veya |
14. |
ya’fuve |
: affeder |
15. |
ellezî |
: ki o, kimse |
16. |
bi yedi-hî |
: onun elinde |
17. |
ukdetun |
: ahid, söz, bağ |
18. |
en nikâhı |
: nikâh |
19. |
ve en ta’fû |
: ve sizin affetmeniz |
20. |
akRabu |
: daha yakın |
21. |
li et takvâ |
: takvaya, takva sahibi olmanıza |
22. |
ve lâ tensevu |
: ve unutmayın |
23. |
el fadla |
: fazl, fazilet |
24. |
beyne-kum |
: sizin aranızda |
25. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
26. |
bi mâ ta’melûne |
: yaptığınız şey(ler)i |
27. |
basîrun |
: en iyi gören |
Sayfa:38
٢٣٨
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلوةِ الْوُسْطى وَقُومُوا لِلّهِ قَانِتينَ
(238) hafizu ales salevati ves salatil vüsta ve kumu lillahi kanitin
namazları muhafaza edin bilhassa orta namaza (dikkat edin) ve (namaza) kalkın Allah’a saygı ve ihtiram edin
(238) Guard strictly your (habit of) Prayers, especially the middle prayer and stand before Allah in a devout (frame of mind).
1. |
hâfizû |
: koruyucu, gözetici olun |
2. |
alâ |
: üzerine |
3. |
es salavâti |
: mürşide ulaştıktan sonra, müridin nefsinin kalbine girmeye başlayan Allah’tan gelen 3. nur (ilk ikisi rahmet ve fazldır) |
4. |
ve es salâti el vustâ |
: ve en efdal, faziletli, en üstün, tavassut |
5. |
ve kûmû |
: ve kalkın kıyam durun |
6. |
li allâhi |
: Allah’a, Allah için |
7. |
kânitîne |
: Allah’ın huzurunda huşû içinde ve |
٢٣٩
فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَالًا اَوْ رُكْبَانًا فَاِذَا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَالَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
(239) fe in hiftüm fe ricalen ev rukbana fe iza emintüm fezkürullahe ke ma allemeküm ma lem tekunu ta’lemun
eğer korku duyarsanız veya binekte giderken emniyetli olduğunuz zaman Allah’ı anın size öğrettiği gibi bilmediğiniz şeyleri
(239) If ye fear (an enemy), pray on foot, or riding, (as may be most convenient), but when ye are in security, celebrate Allah’s praises in the manner he has taught you, which ye knew not (before).
1. |
fe |
: fakat |
2. |
in hıftum |
: eğer korktunuz ise |
3. |
fe |
: artık, o zaman |
4. |
ricâlen |
: yürürken |
5. |
ev |
: veya |
6. |
rukbânen |
: binekte iken |
7. |
fe izâ emintum |
: artık, nihayet emniyette olduğunuz |
8. |
fe |
: artık |
9. |
uzkurû |
: zikredin |
10. |
allâhe |
: Allah’ı |
11. |
kemâ |
: gibi, o şekilde |
12. |
alleme-kum |
: size öğretti |
13. |
mâ |
: şeyler |
14. |
lem tekûnû |
: olmadınız |
15. |
ta’lemûne |
: biliyorsunuz |
٢٤٠
وَالَّذينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعًا اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فى مَا فَعَلْنَ فى اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍ وَاللّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ
(240) vellezine yüteveffevne minküm ve yezerune ezvaca vesiyyetel li ezvacihim metaan ilel havli ğayra ihrac fe in haracne fe la cünaha aleyküm fi ma fealne fi enfüsihinne mim ma’ruf vallahü aziyzün hakiym
sizden biriniz vefat edip geride zevce bırakırsa vasiyet etsinler zevcelerinin faydalanmaları için bir seneye kadar (evlerinden) çıkarılmayarak eğer onlar çıkarsa size günah yoktur kendi haklarına yaptıkları meşru işten dolayı Allah güçlüdür, hikmet sahibidir
(240) Those of you who die and leave widows should bequeath for their widows a year’s maintenance and residence but if they leave (the residence), you for what they do with themselves, there is no blame on provided it is reasonable. And Allah is exalted in power,
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
yuteveffevne |
: vefat ettirilir |
3. |
min-kum |
: sizden |
4. |
ve yezerûne |
: ve geriye bırakılır |
5. |
ezvâcen |
: eşler |
6. |
vasıyyeten |
: vasiyet olarak |
7. |
li ezvâci-him |
: onların eşlerine |
8. |
metâan |
: metalandırma (geçimini sağlama) |
9. |
ilâ el havli |
: bir seneye kadar |
10. |
gayre ıhrâcın |
: çıkarılmaksızın |
11. |
fe |
: artık, buna rağmen |
12. |
in harecne |
: eğer çıkarsa |
13. |
fe |
: artık, o zaman |
14. |
lâ cunâha |
: günah yoktur |
15. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
16. |
fî mâ fealne |
: yaptıkları şeylerde |
17. |
fî enfusi-hinne |
: kendi nefslerinde, kendi kendine, |
18. |
ve allâhu |
: ve Allah |
19. |
azîzun |
: azîz, üstün |
20. |
hakîmun |
: hakîm, hüküm sahibi, hikmet sahibi |
٢٤١
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقينَ
(241) ve lil mütallekati metaum bil ma’ruf hakkan alel müttekiyn
boşanan kadınların meşru bir şekilde faydalanma hakkı (vardır) takva ehli için üzerlerine hak olan bir vazifedir
(241) For divorced women wise. This is a duty on the righteous. maintenance (should be provided) on a reasonable (scale).
1. |
ve li el mutallakâti |
: ve boşanmış kadınlar |
2. |
metâun |
: meta, faydalanılan eşya, mal vs. |
3. |
bi el ma’rûfi |
: marufla, iyilikle, örf ve adete uygun |
4. |
hakkan |
: hak |
5. |
alâ |
: üzerine |
6. |
el muttekîne |
: takva sahipleri |
٢٤٢
كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ ايَاتِه لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
(242) kezalike yübeyyinüllahü leküm ayatihi lealleküm ta’kilun
işte Allah böyle açıklıyor size ayetlerini umulur ki akıl edersiniz
(242) Thus doth Allah make clear his Signs to you: in order that ye may understand.
1. |
kezâlike |
: işte böyle |
2. |
yubeyyinu |
: beyan ediyor, açıklıyor |
3. |
allâhu |
: Allah |
4. |
lekum |
: sizin için, size |
5. |
âyâti-hi |
: kendi âyetleri |
6. |
lealle-kum |
: umulur ki böylece siz |
7. |
ta’kılûne |
: akıl edersiniz |
٢٤٣
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمُ اللّهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْ اِنَّ اللّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
(243) e lem tera ilellezine haracu min diyarihim ve hüm ülufün hazeral mevti fe kale lehümüllahü mutu sümme ahyahüm innellahe le uz fadlin alen nasi ve lakinne ekseran nasi la yeşkürun
görmedin mi? o kimseler yurtlarından çıktılar binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusu ile Allah onlara “ölünüz” dedi sonra onları diriltti muhakkak Allah insanlar üzerine fazilet sahibidir lakin insanların çoğu şükretmezler
(243) Didst thou not turn by vision to those who abandoned their homes, though they were thousands (in number), for fear of death? Allah said to them: die: then he restored them to life. For Allah is full of Bounty to mankind, but most of them are ungrateful.
1. |
e lem tera |
: görmedin mi |
2. |
ilâ ellezîne |
: o kimseleri, onları |
3. |
haracû |
: çıktılar |
4. |
min diyâri-him |
: kendi diyarlarından, yurtlarından |
5. |
ve hum |
: ve onlar |
6. |
ulûfun |
: binlerce |
7. |
hazara |
: korku |
8. |
el mevti |
: ölüm |
9. |
fe |
: o zaman, halbuki, oysa |
10. |
kâle |
: dedi |
11. |
lehum |
: onlara |
12. |
allâhu |
: Allah |
13. |
mûtû |
: ölün |
14. |
summe |
: sonra |
15. |
ahyâ-hum |
: onları diriltti |
16. |
inne |
: muhakkak ki |
17. |
allâhe |
: Allah |
18. |
le |
: mutlaka, elbette |
19. |
zû |
: sahip |
20. |
fadlin |
: fazl, fazl nuru |
21. |
alâ en nâsi |
: insanlar üzerine |
22. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat |
23. |
eksere |
: daha çok, çoğu |
24. |
en nâsi |
: insanlar |
25. |
lâ yeşkurûne |
: şükretmiyorlar |
٢٤٤
وَقَاتِلُوا فى سَبيلِ اللّهِ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ سَميعٌ عَليمٌ
(244) ve katilu fi sebilillah va’lemu ennellahe semiun alim
Allah yolunda savaşın iyi bilin ki Allah İşiten, Bilendir
(244) Then fight in the cause of Allah, and know that Allah heareth and knoweth all things.
1. |
ve kâtilû |
: ve savaşın |
2. |
fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) |
: Allah’ın yolunda |
3. |
ve a’lemû |
: ve bilin |
4. |
enne allâhe |
: Allah’ın ….. olduğunu |
5. |
semîun |
: en iyiişiten |
6. |
alîmun |
: en iyi bilen |
٢٤٥
مَنْ ذَا الَّذى يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ اَضْعَافًا كَثيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُطُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
(245) menzellezi yukridullahe kardan hasenen fe yüdaifehu lehu ad’afen kesirah vallahü yakbidu ve yebsut ve ileyhi türceun
kim Allah’a borç verecek güzel bir borç olarak (Allah) onu katlasın onun birkaç katını versin Allah hem sıkar, hem de genişletir siz o’na döndürüleceksiniz
(245) Who is he that will loan to Allah a beautiful loan, which Allah will double unto his credit and multiply many times? it is Allah that giveth (you) want or plenty, and to him shall be your return.
1. |
men |
: kim |
2. |
zellezî (zâ ellezî) |
: o kimse ki sahip, o ki sahip, yapan |
3. |
yukridu |
: borç verir |
4. |
allâhe |
: Allah |
5. |
kardan |
: kredi, borç |
6. |
hasenen |
: güzel |
7. |
fe |
: artık, o taktirde |
8. |
yudâife-hu |
: o artırılır, o ödenir, verilir |
9. |
lehu |
: ona |
10. |
ed’âfen |
: kat kat |
11. |
kesîraten |
: çok olarak, çoğaltılarak |
12. |
ve allâhu |
: ve Allah |
13. |
yakbidu |
: daraltır |
14. |
ve yebsutu |
: ve genişletir |
15. |
ve ileyhi |
: ve ona |
16. |
turceûne |
: döndürüleceksiniz |
Sayfa:39
٢٤٦
اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَاِ مِنْ بَنى اِسْرَاءلَ مِنْ بَعْدِ مُوسى اِذْ قَالُوا لِنَبِىٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًانُقَاتِلْ فى سَبيلِ اللّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّاتُقَاتِلُوا قَالُواوَمَالَنَا اَلَّا نُقَاتِلَ فى سَبيلِ اللّهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَاءِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَليلًا مِنْهُمْ وَاللّهُ عَليمٌ بِالظَّالِمينَ
(246) e lem tera ilel melei mim beni israile mim ba’di musa iz kalu li nebiyyil lehümüb’ as lena meliken nükatil fi sebilillah kale hel aseytüm in kütibe aleykümül kıtalü ella tükatilu kalu ve ma lena ella nükatile fi sebilillahi ve kad uhricna min diyarina ve ebnaina fe lemma kütibe aleyhimül kıtalü tevellev illa kalilem minhüm vallahü alimüm biz zalimin
ileri gelen bir cemaati görmedin mi? Musa’dan sonra, israil oğullarından peygambere demişlerdi bize bir melik gönder Allah yolunda savaş yapalım o da demişti ya üzerinize savaş farz kılınırda savaşamazsanız. demişlerdi Bize ne oluyor ki savaş yapmayalım Allah yolunda yurtlarımızdan çıkarıldık (ve) oğullarımızdan (olduk) vaktaki savaş üzerlerine farz kılındı çok azı müstesna yüz çevirdiler Allah o zalimleri çok iyi bilendir
(246) Last thou not turned thy vision to the chiefs of the Children of Israel after (the time of) Moses? they said to a prophet (that was) among them: appoint for us a king, that we may fight in the cause of Allah. He said: is it not possible, if ye were commanded to fight, that ye will not fight? they said: how could we refuse to fight in the cause of Allah, seeing that we were turned out of our homes and our families? but when they were commanded to fight they turned back,
1. |
e lem tera ilâ |
: görmedin mi |
2. |
el melei |
: ileri gelenleri, eşrafı |
3. |
min benî isrâîle |
: israiloğulları’ndan |
4. |
min ba’di mûsâ |
: musa’dan sonra |
5. |
iz kâlû |
: demişlerdi |
6. |
li nebiyyin |
: peygambere |
7. |
lehum(u) |
: onların |
8. |
ib’as |
: beas et, görevli kıl |
9. |
lenâ |
: bizim için, bize |
10. |
meliken |
: melik, hükümdar |
11. |
nukâtil |
: savaşalım |
12. |
fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) |
: Allah’ın yolunda |
13. |
kâle |
: dedi |
14. |
hel aseytum |
: sizden umulur mu, sizin |
15. |
in kutibe |
: yazılırsa, farz kılınırsa |
16. |
aleykum |
: sizin üzerinize, size |
17. |
el kıtâlu |
: savaş |
18. |
ellâ tukâtilû |
: savaşmazsınız |
19. |
kâlû |
: dediler |
20. |
ve mâ |
: ve yoktur, olmaz |
21. |
lenâ |
: bizim için |
22. |
ellâ nukâtile |
: savaşmamamız |
23. |
fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) |
: Allah’ın yolunda |
24. |
ve kad |
: ve olmuştu |
25. |
uhric-nâ |
: biz çıkarıldık |
26. |
min diyâri-nâ |
: diyarımızdan, yurdumuzdan |
27. |
ve ebnâi-nâ |
: ve oğullarımız |
28. |
fe lemmâ |
: artık, fakat ….. olduğu zaman |
29. |
kutibe |
: yazıldı, farz kılındı |
30. |
aleyhim |
: onların üzerine, onlara |
31. |
el kıtâlu |
: savaş |
32. |
tevellev |
: yüz çevirdiler |
33. |
illâ |
: hariç |
34. |
kalîlen |
: az, pek az |
35. |
min-hum |
: onlardan |
36. |
ve allâhu |
: ve Allah |
37. |
alîmun |
: en iyi bilen |
38. |
bi ez zâlimîne |
: zalimleri, haksızlık edenleri |
٢٤٧
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا قَالُوا اَنّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِمِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِ قَالَ اِنَّ اللّهَ اصْطَفيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِى الْعِلْمِ وَالْجِسْمِوَاللّهُ يُؤْتى مُلْكَهُ مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَليمٌ
(247) ve kale lehüm nebiyyühüm innellahe kad bease leküm talute melika kalu enna yekunü lehül mülkü aleyna ve nahnü ehakku bil mülki minhü ve lem yü’te seatem minel mal kale innellahes tafahü aleyküm ve zadehu bestaten fil ilmi vel cism vallahü yü’ti mülkehu mey yeşau’ vallahü vasiun aliym
nebileri onlara dedi muhakkak Allah talut’u size melik olarak gönderdi dediler ki o bize nasıl melik olabilir? biz daha hak sahibiyiz ondan, melik olmaya hem ona verilmiş değil malca bir genişlik dedi ki şüphesiz Allah onu sizin üzerinize seçmiştir ve ona genişlik verdi ilmini ve vucut gücünü ziyadeleştirdi Allah mülkünü dilediğine verir Allah’ın ihsanı geniş ve hakkı ile bilicidir
(247) Their prophet said to them: Allah hath appointed Talut as king over you. How they said: how can he exercise authority over us when we are better fitted than he to exercise authority, and he is not even gifted, with wealth in abundance? he said: Allah hath chosen him above you, and hath gifted him abundantly with knowledge and bodily prowess: Allah granteth his authority to whom he pleaseth. Allah careth for all, and he knoweth all things.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
lehum |
: onlara |
3. |
nebiyyu-hum |
: onların peygamberi |
4. |
inne |
: muhakkak ki |
5. |
allâhe |
: Allah |
6. |
kad |
: olmuştu |
7. |
bease |
: görevli kıldı |
8. |
lekum |
: sizin için, size |
9. |
tâlûte |
: talut |
10. |
meliken |
: melik olarak |
11. |
kâlû |
: dediler |
12. |
ennâ |
: nasıl (olur) |
13. |
yekûnu |
: olur |
14. |
lehu |
: onun |
15. |
el mulku |
: melik, hükümdar |
16. |
aleynâ |
: bizim üzerimize, bize |
17. |
ve nahnu |
: ve biz |
18. |
ehakku |
: daha çok hak sahibi |
19. |
bi |
: … e |
20. |
el mulki |
: melik, hükümdar |
21. |
min-hu |
: ondan |
22. |
ve lem yu’te |
: ve verilmedi |
23. |
seaten |
: genişlik, bolluk |
24. |
min el mâli |
: maldan, varlıktan |
25. |
kâle |
: dedi |
26. |
inne |
: muhakkak ki |
27. |
allâhe |
: Allah |
28. |
estafâ-hu |
: onu seçti |
29. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
30. |
ve zâde-hu |
: ve ona artırdı |
31. |
bestaten |
: genişlik, kuvvet, üstünlük |
32. |
fî el ilmi |
: ilimde, bilgide |
33. |
ve el cismi |
: ve cisim (vücut) |
34. |
ve allâhu |
: ve Allah |
35. |
yu’tî |
: verir |
36. |
mulke-hu |
: mülkünü |
37. |
men yeşâu |
: dilediği kimse |
38. |
ve allâhu |
: ve Allah |
39. |
vâsiun |
: vasi olan, ihatası geniş olan (rahmeti ve |
40. |
alîmun |
: en iyi bilen |
٢٤٨
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ ايَةَ مُلْكِه اَنْ يَاْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فيهِ سَكينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌمِمَّا تَرَكَ الُ مُوسى وَ الُ هرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلءِكَةُ اِنَّ فى ذلِكَ لَايَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ
(248) ve kale lehüm nebiyyühüm inne ayete mülkihi ey ye’tiyekümüt tabutü fihi sekinetüm mir Rabbiküm ve bekiyyetüm mimma terake alü musa ve alü harune tahmilühül melaikeh inne fi zalike le ayetel leküm in küntüm mü’minin
nebileri onlara dedi onun meliklik alameti size tabut’un gelmesidir onda bir sekine vardır Rabbinizden bıraktığı şeylerden emanetler vardır musa ve harun soyunun onu melekler taşıyacaktır, bunda sizin için bir alamet (vardır) eğer mü’minlerseniz
(248) And (further) their prophet said to them: a sign of his authority is that there shall come to you the ark of the Covenant, with (an assurance) therein of security from your Lord, and the relics left by the family of Moses and the family of Aaron, carried by angels. In this is a symbol for you if ye indeed have Faith.
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
lehum |
: onlara |
3. |
nebiyyu-hum |
: onların peygamberi |
4. |
inne |
: muhakkak ki, şüphesiz |
5. |
âyete |
: âyet, mucize, belge, delil |
6. |
mulki-hî |
: onun melikliği |
7. |
en ye’tiye-kum |
: size gelmesi |
8. |
et tâbûtu |
: tabut, sandık |
9. |
fî-hi |
: onun içinde vardır |
10. |
sekînetun |
: sekînet, huzur, ferahlık |
11. |
min Rabbi-kum |
: Rabbinizden |
12. |
ve bakiyyetun |
: ve bakiye, kalanlar |
13. |
mimmâ (min mâ) |
: şeylerden |
14. |
terake |
: terketti, bıraktı |
15. |
âlu mûsâ |
: musa ailesi |
16. |
ve âlu hârûne |
: ve harun ailesi |
17. |
tahmilu-hu |
: onu taşıyacaklar |
18. |
el melâiketu |
: melekler |
19. |
inne |
: muhakkak ki, şüphesiz |
20. |
fî |
: içinde, de vardır |
21. |
zâlike |
: bu |
22. |
le |
: mutlaka |
23. |
âyeten |
: âyet, delil, kanıt |
24. |
lekum |
: sizin için |
25. |
in kuntum |
: eğer siz iseniz |
26. |
mu’minîne |
: mü’minler |
Sayfa:40
٢٤٩
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ اِنَّ اللّهَ مُبْتَليكُمْ بِنَهَرٍ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّى وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّى اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَليلًا مِنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذينَ امَنُوا مَعَهُ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه قَالَ الَّذينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّهِ كَمْ مِنْ فِءَةٍ قَليلَةٍ غَلَبَتْ فِءَةً كَثيرَةً بِاِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرينَ
(249) fe lemma fesale talutü bil cünudi kale innellahe mübteliküm bi neher fe men şeribe minhü fe leyse minni vemel lem yat’amhü fe innehu minni illa meniğterafe gurfetem bi yedihi fe şeribu minhü illa kalilem minhüm fe lemma cavezehu hüve vellezine amenu meahu kalu la takate lenel yevme bi calute ve cünudih kalellezine yezunnune ennehüm mülakullahi kem min fietin kaliletin ğalebet fieten kesiratem bi iznillah vallahü meas sabirin
vaktaki ayrıldı talut ordusu ile dedi muhakkak Allah sizi bir nehir ile imtihan edicidir kim ondan içerse benden değildir kim ondan içmezse işte o bendendir ancak eliyle bir avuç alan hariç ondan içtiler ancak çok azı (müstesna) o nehri geçince beraberindeki mü’minlerle takatımız yok dediler: bu gün bizim calut ve ordusuna karşı. Allah’a kavuşacaklarını zannedenler şu cevabı verdiler nice çok cemaatlere galip gelmişlerdir Allah’ın izni ile nice az cemaatler Allah sabredenlerle beraberdir
(249) When Talut set forth with the armies, he said: “Allah will test you at the stream: if any drinks of its water, he goes not with my army: only those who taste not of it go with me: a mere sip out of the hand is excused.” But they all drank of it, except a few. When they crossed the river- he and the faithful ones with him, they said: “This day we cannot cope with Goliath and his forces.” But those who were convinced that they must meet Allah, said: “How oft, by Allah’s will, hath a small force vanquished a big one? Allah is with those who steadfastly persevere.”
1. |
fe lemmâ |
: böylece olduğu zaman |
2. |
fesale |
: ayrıldı |
3. |
tâlûtu |
: talut |
4. |
bi |
: ile |
5. |
el cunûdi |
: askerler, ordu |
6. |
kâle |
: dedi |
7. |
inne |
: muhakkak |
8. |
allâhe |
: Allah |
9. |
mubtelî-kum |
: sizi imtihan edecek |
10. |
bi en neherin |
: bir nehir ile |
11. |
fe |
: artık, bundan sonra , o taktirde |
12. |
men |
: kim |
13. |
şeribe |
: içti |
14. |
min-hu |
: ondan |
15. |
fe |
: artık, bundan sonra, o taktirde |
16. |
leyse |
: değil |
17. |
min-nî |
: benden |
18. |
ve men |
: ve kim |
19. |
lem yat’am-hu |
: ona doymaz |
20. |
fe |
: artık, bundan sonra, o taktirde |
21. |
inne-hu |
: muhakkak ki o |
22. |
min-nî |
: benden |
23. |
illâ |
: ancak, sadece, hariç |
24. |
men igterafe |
: avuçlayan kimse |
25. |
gurfeten |
: bir avuç |
26. |
bi yedi-hi |
: kendi eliyle |
27. |
fe |
: artık, bundan sonra, o taktirde, fakat |
28. |
şeribû |
: içtiler |
29. |
min-hu |
: ondan |
30. |
illâ |
: ancak, sadece, hariç |
31. |
kalîlen |
: az, pek az |
32. |
min-hum |
: onlardan |
33. |
fe |
: bundan sonra, fakat, nitekim |
34. |
lemmâ |
: olunca |
35. |
câveze-hu |
: onu(karşıdan karşıya) geçtiler |
36. |
huve |
: o |
37. |
ve ellezîne |
: ve onlar |
38. |
âmenû |
: âmenû oldular, îmân ettiler (Allah’a ulaşmayı dilediler) |
39. |
mea-hu |
: onunla beRaber |
40. |
kâlû |
: dediler |
41. |
lâ tâkate |
: takat, güç yok |
42. |
lenâ |
: bizim |
43. |
el yevme |
: bugün |
44. |
bi câlûte |
: calut ile, calut’a karşı |
45. |
ve cunûdi-hi |
: ve onun askerleri (ordusu ile) |
46. |
kâle |
: dedi |
47. |
ellezîne |
: onlar |
48. |
yezunnûne |
: yakîn hasıl edenler, kesin olarak bilenler |
49. |
enne-hum |
: onların ….. olduğunu |
50. |
mulâkû |
: mülâki olanlar, kavuşanlar |
51. |
allâhi |
: Allah |
52. |
kem |
: kaç tane, nice |
53. |
min fietin |
: topluluk(lar)dan |
54. |
kalîletin |
: az, pek az |
55. |
galebet |
: gâlip oldu, üstün geldi |
56. |
fieten |
: topluluk, grup |
57. |
kesiraten |
: çok |
58. |
bi izni |
: izni ile |
59. |
allâhi |
: Allah |
60. |
ve allâhu |
: ve Allah |
61. |
mea |
: beRaber |
62. |
es sâbirîne |
: sabredenler |
٢٥٠
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه قَالُوا رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرينَ
(250) ve lemma berazu li calute ve cünudihi kalu Rabbena efriğ aleyna sabrav ve sebbit akdamena vensurna alel kavmil kafirin
(250) When they advanced to meet Goliath and his forces, they prayed: “Our Lord! pour out constancy on us and make our steps firm: help us against those that reject Faith.”
1. |
ve lemmâ berazû |
: ve karşısına çıktıkları zaman |
2. |
li câlûte |
: calut’a (calut’un karşısına) |
3. |
ve cunûdi-hi |
: ve onun askerleri |
4. |
kâlû |
: dediler |
5. |
Rabbe-nâ |
: Rabbimiz |
6. |
efrig |
: boşalt, yağdır, indir (ver) |
7. |
aleynâ |
: üzerimize, bize |
8. |
sabren |
: sabır |
9. |
ve sebbit |
: ve sabit kıl |
10. |
ekdâme-nâ |
: ayaklarımızı |
11. |
ve unsur-nâ |
: ve bize yardım et |
12. |
alâ el kavmi |
: kavmine karşı |
13. |
el kâfirîne |
: kâfirler |
٢٥١
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّهِ وَقَتَلَ دَاوُدُ جَالُوتَ وَاتيهُاللّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِالْاَرْضُ وَلكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمينَ
(251) fe hezemuhüm bi iznillahi ve katele davudü calute ve atahüllahül mülke vel hikmete ve allemehu mimma yeşau’ ve lev la def’ullahin nase ba’dahüm bi ba’dil le fesedetil erdu ve lakinnellahe zu fadlin alel alemin
böylece bozguna uğrattılar Allah’ın izni ile davut calut’u öldürdü Allah ona verdi hem melikliği, hem de hikmeti ve ona dilediğinden öğretti eğer Allah defetmeseydi insanları birbirleri ile arz fesada giderdi lakin Allah alemler üzerinde ihsan sahibidir
(251) By Allah’s will, they routed them and David slew Goliath and Allah gave him power and wisdom and taught him whatever (else) he willed. And did not Allah check one set of people by means of another, the earth would indeed be full of mischief: but Allah is full of Bounty to all the worlds.
1. |
fe |
: böylece, sonra, nihayet |
2. |
hezemû-hum |
: onları hezimete, yenilgiye uğrattılar |
3. |
bi izni allâhi |
: Allah’ın izniyle |
4. |
ve katele |
: ve öldürdü |
5. |
dâvûdu |
: davut |
6. |
câlûte |
: calut |
7. |
ve âtâ-hu allâhu |
: ve Allah ona verdi |
8. |
el mulke |
: mülk, meliklik, hükümdarlık |
9. |
ve el hikmete |
: ve hikmet |
10. |
ve alleme-hu |
: ve ona öğretti |
11. |
mimmâ (min mâ) |
: şeylerden |
12. |
yeşâu |
: diledi |
13. |
ve lev lâ |
: ve eğer olmasaydı |
14. |
def’u allâhi |
: Allah’ın defetmesi, yok etmesi |
15. |
en nâse |
: insanlar |
16. |
bâ’da-hum |
: onların bir kısmı |
17. |
bi ba’din |
: bir kısmı ile, diğerleri ile |
18. |
le |
: mutlaka, elbette |
19. |
fesedeti |
: fesat çıktı |
20. |
el ardu |
: arz, yeryüzü |
21. |
ve lâkinne allâhe |
: ve lâkin, fakat Allah |
22. |
zû |
: sahip |
23. |
fadlin |
: fazl |
24. |
alâ el âlemîne |
: âlemlerin üzerine |
٢٥٢
تِلْكَ ايَاتُ اللّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَبِالْحَقِّ وَاِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلينَ
(252) tilke ayatüllahi netluha aleyke bil hakk ve inneke le minel mürselin
işte bunlar Allah’ın ayetleridir bunları sana hak olarak okuyoruz muhakkak sen peygamberlerdensin
(252) These are the Signs of Allah: we rehearse them to thee in truth: verily thou art one of the Messengers.
1. |
tilke |
: o (bu, bunlar) |
2. |
âyâtu allâhi |
: Allah’ın âyetleri |
3. |
netlû-hâ |
: onu tilâvet ediyoruz, okuyup açıklıyoruz |
4. |
aleyke |
: sana |
5. |
bi el hakk |
: hak ile |
6. |
ve inne-ke |
: ve muhakkak ki sen |
7. |
le |
: elbette, mutlaka, gerçekten |
8. |
min el murselîne |
: gönderilen resûllerden |