09. Cuz
RevelationCuzPageSurah
39 9161Araf(7)
٨٨
قَالَ الْمَلَاُ الَّذينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذينَ امَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَا اَوْ لَتَعُودُنَّ فى مِلَّتِنَا قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِهينَ
(88) kalel meleüllezinestekberu min kavmihi le nuhricenneke ya şüaybü vellezine amenu meake min karyetina ev leteudünne fi milletina kale e ve lev künna karihin
onun kavminden büyüklük taslayanlar dedi ya Şuayb! seni ve seninle beraber iman edenleri çıkaracağız memleketimizden yahut siz, kesinlikle bizim milletimize döneceksiniz dedi velev hoşlanmayanlar olsak da mı?
(88) The leaders, the arrogant party among his people, said: O Shu’aib we shall certainly drive thee out of our city (thee) and those who believe with thee or else ye (thou and they) shall have to return to our ways and religion. He said: what even though we do detest (them)?
1. |
kâle |
: dedi (dediler) |
2. |
el meleu |
: ileri gelenler |
3. |
ellezîne estekberû |
: kibirlenen kimseler |
4. |
min kavmi-hî |
: onun kavminden |
5. |
le nuhrice-enne-ke |
: seni mutlaka çıkaracağız |
6. |
yâ şuaybu |
: ey Şuayb |
7. |
ve ellezîne |
: ve o kimseleri |
8. |
âmenû |
: âmenû oldular |
9. |
mea-ke |
: seninle beraber |
10. |
min karyeti-nâ |
: şehrimizden |
11. |
ev |
: veya, yahut |
12. |
le te’ûdu-enne |
: mutlaka dönersiniz |
13. |
fî milleti-nâ |
: bizim milletimize |
14. |
kâle |
: dedi |
15. |
e ve lev |
: ve ise de mi |
16. |
kun-nâ |
: biz olduk |
17. |
kârihîne |
: hoşlanmayanlar, kerih görenler |
٨٩
قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّهِ كَذِبًا اِنْ عُدْنَا فى مِلَّتِكُمْ بَعْدَ اِذْ نَجّينَا اللّهُ مِنْهَا وَمَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَعُودَ فيهَا اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّهُ رَبُّنَا وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَىْءٍ عِلْمًا عَلَى اللّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِحينَ
(89) kadifterayna alellahi keziben in udna fi milletiküm ba’de iz neccanellahü minha ve ma yekunü lena en neude fiha illa ey yeşaellahü rabbüna vesia rabbüna külle şey’in ilma alellahi tevekkelna rabbene ftah beynena ve beyne kavmina bil hakkı ve ente hayrul fatihiyn
gerçekten Allah’ın üzerine yalan iftira atmış oluruz eğer sizin milletinize dönersek Allah bizi ondan kurtardıktan sonra bizim için olacak (şey) değil sizin dininize dönmemiz ancak Rabbimiz Allah dilemiş ola Rabbimizin ilmi her şeyi içine almıştır biz Allah’a tevekkül etmişizdir Rabbimiz bizimle kavmimiz arasında hakkı aç, göster sen fetih edicilerin en hayırlısısın
(89) We should indeed invent a lie against Allah, if we returned to your ways after Allah hath rescued us therefor nor could we by any manner of means return thereto unless it be as in the will and plan of Allah, our Lord can reach out to the utmost recesses of things by his knowledge. In Allah is our trust. Our Lord decide thou between us and our people in truth, for thou art the best to decide.
1. |
kad ifterey-nâ |
: iftira etmiş oluruz |
2. |
alâ allâhi |
: Allah’a karşı |
3. |
keziben |
: yalanla |
4. |
in udnâ |
: eğer dönersek |
5. |
fî milleti-kum |
: sizin milletinize (dîninize) |
6. |
ba’de |
: sonra |
7. |
iz |
: …dığı zaman |
8. |
neccey-nâ allâhu |
: Allah bizi kurtardı |
9. |
min-hâ |
: ondan |
10. |
ve mâ yekûnu |
: ve olamaz, olmaz |
11. |
lenâ |
: bizim, bizim için |
12. |
en neûde |
: dönmemiz |
13. |
fî-hâ |
: onda, ona dair |
14. |
illâ |
: ancak, yalnız, hariç |
15. |
en yeşâe allâhu |
: Allah’ın dilemesi |
16. |
rabbu-nâ |
: Rabbimiz |
17. |
vesia |
: kapsadı, içine aldı (ihata etti, kuşattı) |
18. |
rabbu-nâ |
: Rabbimiz |
19. |
kulle şey’in |
: herşeyi |
20. |
ilmen |
: ilimle |
21. |
alâ allâhi |
: Allah’a |
22. |
tevekkel-nâ |
: biz tevekkül ettik, güvendik |
23. |
rabbe-nâ iftah |
: Rabbim aç |
24. |
beyne-nâ |
: bizim aramız |
25. |
ve beyne kavmi-nâ |
: ve kavmimizin arasında |
26. |
bi el hakkı |
: hak ile |
27. |
ve ente |
: ve sen |
28. |
hayru el fâtihîne |
: hüküm verenlerin, açanların en hayırlısı |
٩٠
وَقَالَ الْمَلَاُ الَّذينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه لَءِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْبًا اِنَّكُمْ اِذًا لَخَاسِرُونَ
(90) ve kale l meleüllezine keferu min kavmihi le initteba’tüm şüayben inneküm izel le hasirun
ve dedi onun kavminden kafirlerin ileri gelenleri eğer şuayb’a tabi olursanız şüphesiz sizler o zaman ziyana gidenlerden olacaksınız
(90) The leaders, the Unbelievers among his people, said: if ye follow Shu’aib, be sure then ye are ruined.
1. |
ve kâle |
: dedi (dediler) |
2. |
el meleu |
: ileri gelenler |
3. |
ellezîne |
: o kimseler ki |
4. |
keferû |
: inkâr ettiler, kâfirler |
5. |
min kavmi-hî |
: onun kavminden |
6. |
le in itteba’tum |
: eğer tâbî olursanız |
7. |
şuayben |
: Şuayb’a |
8. |
inne-kum |
: muhakkak siz |
9. |
izen |
: o taktirde, o zaman |
10. |
le hâsirûne |
: mutlaka hüsrana uğrayan kimseler |
٩١
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا فى دَارِهِمْ جَاثِمينَ
(91) fe ehazethümür racfetü fe asbehu fi darihim casimin
derken onları şiddetli sarsıntı yakalayıverdi böylece yurtlarında dizleri üstüne çökenlerden oldular
(91) But the earthquake took them unawares, and they lay prostrate in their homes before the morning.
1. |
fe ehazet-hum |
: böylece onları yakaladı, tuttu |
2. |
er recfetu |
: şiddetli bir sarsıntı |
3. |
fe asbehû |
: böylece oldular |
4. |
fî dâri-him |
: kendi yurtlarında |
5. |
câsimîne |
: diz üstü çökmüş kimseler |
٩٢
اَلَّذينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا فيهَا اَلَّذينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَانُوا هُمُ الْخَاسِرينَ
(92) ellezine kezzebu şüayben ke el lem yağnev fiha ellezine kezzebu şüayben kanu hümül hasirin
Şuayb’ı yalanlayanlar sanki orada oturmamışlar Şuayb’ı yalanlayanlar ziyana gidenler onlar oldular
(92) The men who rejected Shu’aib became as if they had never been in the homes where they had flourished: the men who rejected Shu’aib it was they who were ruined
1. |
ellezîne kezzebû |
: yalanlayanlar, onlar ki yalanladılar |
2. |
şuayben |
: Şuayb’ı |
3. |
ke |
: gibi, sanki |
4. |
en lem yagnev |
: var olmamış, kalıcı olmamış |
5. |
fî-hâ |
: orada |
6. |
ellezîne kezzebû |
: yalanlayan kimseler |
7. |
şuayben |
: Şuayb’ı |
8. |
kânû |
: oldular |
9. |
hum el hâsirîne |
: onlar hüsranda olanlar |
٩٣
فَتَوَلّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّى وَنَصَحْتُ لَكُمْ فَكَيْفَ اسى عَلى قَوْمٍ كَافِرينَ
(93) fe tevella anhüm ve kale ya kavmi le kad eblağtüküm risalati rabbi ve nesahtü leküm fe keyfe asa ala kavmin kafirin
onlardan yüz çevirdi ve dedi ki ey kavmim hakikaten ben, Rabbimin risaletlerini size tebliğ ettim ve size nasihat ettim şimdi nasıl kafirlerden olan kavme üzülürüm
(93) So Shu’aib left them, saying: O my people I did indeed convey to you the messages for which I was sent by my Lord: I gave you good counsel, but how shall I lament over a people who refuse to believe
1. |
fe tevellâ |
: o zaman yüz çevirdi |
2. |
an-hum |
: onlardan |
3. |
ve kâle |
: ve dedi |
4. |
yâ kavmi |
: ey kavmim |
5. |
lekad |
: andolsun |
6. |
eblagtu-kum |
: size tebliğ ettim |
7. |
risâlâti |
: risaleleri (resûllerin tebliğleri) |
8. |
rabbî |
: Rabbim |
9. |
ve nesahtu |
: ve nasihat (öğüt) ettim |
10. |
lekum |
: sizin için, size |
11. |
fe keyfe |
: o zaman nasıl |
12. |
âsâ |
: ben üzülürüm |
13. |
alâ kavmin kâfirîne |
: inkâr eden kavme (kâfir kavme) |
٩٤
وَمَا اَرْسَلْنَا فى قَرْيَةٍ مِنْ نَبِىٍّ اِلَّا اَخَذْنَا اَهْلَهَا بِالْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ
(94) ve ma erselna fi karyetim min nebiyyin illa ehazna ehleha bil be’sai ved darrai leallehüm yeddarraun
biz bir memlekete peygamber göndermeyelim ki o memleket halkını şiddetli sıkıntı ve zararlara sokmuş olmayalım olur ki onlar yalvarırlar
(94) Whenever we sent a prophet to a town, we took up its people in suffering and adversity, in order that they might learn humility.
1. |
ve mâ |
: ve olmadı (yok) |
2. |
ersel-nâ |
: gönderdik |
3. |
fî karyetin |
: bir beldeye (içine) |
4. |
min nebiyyin |
: peygamberden bir peygamber |
5. |
illâ |
: yalnız, ancak, …den başka |
6. |
ehaz-nâ |
: aldık, uğrattık |
7. |
ehle-hâ |
: onun halkını |
8. |
bi el be’sâi |
: fakirlik, sıkıntı |
9. |
ve ed darrâi |
: ve darlık, zorluk, şiddet |
10. |
lealle-hum |
: böylece onlar, umulur ki, belki onlar |
11. |
yaddarraûne |
: yalvarıp yakarırlar |
٩٥
ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّءَةِ الْحَسَنَةَ حَتّى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ ابَاءَنَا الضَّرَّاءُ وَالسَّرَّاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
(95) sümme beddelna mekanes seyyietil hasenete hatta afev ve kalu kad messe abaenad darraü ves serraü fe ehaznahüm bağtetev ve hüm la yeş’urun
sonra getirmişizdir kötülüklerin yerine iyilikleri ta ki çoğaldılar ve dediler ki gerçekten babalarımıza da zararlar ve kolaylıklar dokunmuş biz de onları ansızın yakalayıverdik onlar farkına varmadan
(95) Then we changed their suffering into prosperity, until they grew and multiplied, and began to say: Our fathers (too) were touched by suffering and affluence Behold we called them to account of a sudden, while they realized not (their peril).
1. |
summe |
: sonra |
2. |
beddel-nâ |
: değiştirdik |
3. |
mekâne es seyyieti |
: kötülüğün yerini |
4. |
el hasenete |
: iyilik |
5. |
hattâ |
: öyle ki, kadar |
6. |
afev |
: çoğaldılar |
7. |
ve kâlû |
: ve dediler |
8. |
kad |
: olmuştu |
9. |
messe |
: isabet etti, dokundu |
10. |
âbâe-nâ |
: atalarımız, babalarımız |
11. |
ed darrâu |
: darlık, zorluk, şiddet |
12. |
ve es serrâu |
: ve hayır, surur, ferahlık |
13. |
fe ehaz-nâ-hum |
: böylece onları aldık |
14. |
bagteten |
: ansızın |
15. |
ve hum |
: ve onlar |
16. |
lâ yeş’urûne |
: farkına varmazlar (şuurunda değillerdir) |
Sayfa:162
٩٦
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرى امَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ وَلكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَا هُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
(96) ve lev enne ehlel kura amenu vettekav le fetahna aleyhim berakatim mines semai vel erdi ve lakin kezzebu fe ehaznahüm bima kanu yeksibun
velev o memleketlerin halkı iman edip sakınmış olsalardı muhakkak üzerlerine semanın ve arzın bereketini açardık ve lakin yalanladılar bunun üzerine onları yakalayıverdik kazandıklarından dolayı
(96) If the people of the towns had but believe and feared Allah, we should indeed have opened out to them (all kinds of) blessing from heaven and earth but they rejected (the truth), and we brought them to book for their misdeeds.
1. |
ve lev |
: ve eğer |
2. |
enne |
: muhakkak ki |
3. |
ehle el kurâ |
: ülkelerin halkı |
4. |
âmenû |
: inandılar, âmenû oldular |
5. |
ve ittekav |
: ve takva sahibi oldular |
6. |
le fetah-nâ |
: elbette açardık |
7. |
aleyhim |
: onlara |
8. |
berekâtin |
: bolluk, bereketler |
9. |
min es semâi |
: semadan |
10. |
ve el ardı |
: ve yerden |
11. |
ve lâkin |
: lâkin, fakat |
12. |
kezzebû |
: yalanladılar |
13. |
fe ehaz-nâ-hum |
: o zaman biz onları (cezalandırdık) aldık |
14. |
bimâ |
: sebebiyle |
15. |
kânû yeksibûne |
: kazanmış oldukları |
٩٧
اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرى اَنْ يَاْتِيَهُمْ بَاْسُنَا بَيَاتًا وَهُمْ نَاءِمُونَ
(97) e fe emine ehlül kura ey ye’tiyehüm be’süna beyatev ve hüm naimun
o memleketlerin halkı emin mi oldu onlara azabımızın gelmesinden onlar geceleyin uyurlarken
(97) Did the people of the town feel secure against the coming of our wrath by night while they were asleep?
1. |
e fe emine |
: yoksa emin mi oldu(lar) |
2. |
ehlu el kurâ |
: o ülkeler halkı |
3. |
en ye’tiye-hum |
: onlara gelmesi |
4. |
be’su-nâ |
: şiddetli azabımız |
5. |
beyâten |
: gece iken, gece vakti |
6. |
ve hum |
: ve onlar |
7. |
nâimûne |
: uyuyanlar |
٩٨
اَوَ اَمِنَ اَهْلُ الْقُرى اَنْ يَاْتِيَهُمْ بَاْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ
(98) e ve emine ehlül kura ey ye’tiyehüm be’süna duhav ve hüm yel’abun
yine o memleketin halkı emin mi oldu onlara azabın gelmesinden onlar gündüz aydınlığında oynarlarken
(98) Or else did they feel secure against its coming in broad daylight while they played about (care free)?
1. |
e ve emine |
: ve emin mi oldu(lar) |
2. |
ehlu el kurâ |
: o ülkeler halkı |
3. |
en ye’tiye-hum |
: onlara gelmesi |
4. |
be’su-nâ |
: şiddetli azabımız |
5. |
duhan |
: kuşluk vakti |
6. |
ve hum |
: ve onlar |
7. |
yel’abûne |
: oynuyorlar (oyalanıyorlar) |
٩٩
اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّهِ فَلَا يَاْمَنُ مَكْرَ اللّهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ
(99) e fe eminu mekrallah fe la ye’menü mekrallahi illel kavmül hasirun
emin mi oldular Allah’ın mekrinden Allah’ın mekrinden (kim) emin olabilir ancak hüsrana düşenler
(99) Did they then feel secure against the plan of Allah? but no one can feel secure from the plan of Allah, except those (Doomed) to ruin
1. |
e fe eminû |
: emin mi oldu(lar) |
2. |
mekra allâhi |
: Allah’ın hilesi |
3. |
fe lâ ye’menu |
: emin olamaz |
4. |
mekra allâhi |
: Allah’ın hilesi |
5. |
illâ |
: başka, hariç, yalnız |
6. |
el kavmu |
: kavim, topluluk |
7. |
el hâsirûne |
: hüsranda olan kimseler |
١٠٠
اَوَ لَمْ يَهْدِ لِلَّذينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَا اَنْ لَوْ نَشَاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَنَطْبَعُ عَلى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
(100) e ve lem yehdi lillezine yerisunel erda mim ba’di ehliha el lev neşaü esabnahüm bi zünubihim ve natbeu ala kulubihim fe hüm la yesmeun
hala hidayete eremediler mi yeryüzüne mirasçı olan kimseler ehlinden sonra eğer biz dileseydik onları musibete uğratırdık günahları yüzünden onların kalplerine mühür vururuz da onlar işitmezler
(100) To those who inherit the earth in succession to its (previous) possessors, is it not a guiding (lesson) that, if we so willed, we could punish them (too) for their sins, and seal up their hearts so that they could not hear?
1. |
e ve lem yehdi |
: ve hidayete erdirmez mi |
2. |
li ellezîne |
: o kimseleri |
3. |
yerisûne el arda |
: yeryüzüne varis olurlar |
4. |
min ba’di |
: …den sonra |
5. |
ehli-hâ |
: oranın halkı, ehli |
6. |
en lev neşâu |
: eğer dilemiş olsaydık |
7. |
esab-nâ-hum |
: onlara isabet ettirdik, cezalandırdık |
8. |
bi zunûbi-him |
: günahları sebebiyle |
9. |
ve natbeu |
: ve mühürleriz, tabederiz |
10. |
alâ kulûbi-him |
: kalplerinin üzerini |
11. |
fe hum |
: böylece onlar |
12. |
lâ yesmeûne |
: işitmezler |
١٠١
تِلْكَ الْقُرى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَاءِهَا وَلَقَدْ جَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُ كَذلِكَ يَطْبَعُ اللّهُ عَلى قُلُوبِ الْكَافِرينَ
(101) tilkel kura nekussu aleyke min embaiha ve le kad caethüm rusülühüm bil beyyinat fe ma kanu li yü’minu bima kezzebu min kabl kezalike yatbeullahü ala kulubil kafirin
işte o memleketler ki sana anlatıyoruz başlarına gelen olayları gerçekten resülleri onlara mucizeler getirdiler iman edici olmadılar daha önce yalanladıklarından dolayı böylece Allah’ta kafirlerin kalplerini mühürledi
(101) Such were the towns whose story We (thus) relate unto thee: there came indeed to them their Messengers with clear (Signs): but they would not believe what they had rejected before. Thus doth Allah seal up the hearts of those who reject Faith.
1. |
tilke el kurâ |
: işte bu ülkeler |
2. |
nakussu |
: anlatıyoruz |
3. |
aleyke |
: sana |
4. |
min enbâi-hâ |
: onların haberlerinden |
5. |
ve lekad |
: ve andolsun ki |
6. |
câet-hum |
: onlara geldi |
7. |
rusulu-hum |
: resûlleri |
8. |
bi el beyyinâti |
: belgeler ile |
9. |
fe mâ kânû |
: o zaman olmadılar |
10. |
li |
: …e |
11. |
yu’minû |
: îmân ediyorlar |
12. |
bi mâ kezzebû |
: yalanladıkları şey sebebiyle |
13. |
min kablu |
: önceden |
14. |
kezâlike |
: böylece, işte |
15. |
yatbau allâhu |
: Allah tabeder (açılamaz damga vurur) |
16. |
alâ kulûbi |
: kalplerinin üzerini |
17. |
el kâfirîne |
: inkâr edenlerin, kâfirlerin |
١٠٢
وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍ وَاِنْ وَجَدْنَا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِقينَ
(102) ve ma vecedna li ekserihim min ahd ve in vecedna ekserahüm le fasikın
onların çoğunu ahitlerine (bağlı) bulamadık ancak onların çoğunu fasıklık yapanlardan bulduk
(102) Most of them we found not men (true) to their Covenant: but most of them we found rebellious and disobedient.
1. |
ve mâ veced-nâ |
: ve biz bulmadık |
2. |
li ekseri-him |
: onların çoğunu |
3. |
min ahdin |
: ahde vefa eden(lerden) |
4. |
ve in |
: ve |
5. |
veced-nâ |
: biz bulduk |
6. |
eksere-hum |
: onların çoğunu |
7. |
le fâsikîne |
: gerçekten fasık olanlar, fasıklar |
١٠٣
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسى بِايَاتِنَا اِلى فِرْعَوْنَ وَمَلَاءِه فَظَلَمُوا بِهَا فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدينَ
(103) sümme beasna mim ba’dihim musa bi ayatina ila fir’avne ve melaihi fe zalemu biha fenzur keyfe kane akibetül müfsidin
sonra onların arkasından gönderdik musa’yı ayetlerimizle firavun ve cemaati ona zulüm ettiler bak nasıl olmuş ifsat edicilerin akıbetleri
(103) Then after them we sent Moses with our Signs to Pharaoh and his chiefs, but they wrongfully rejected them so see what was the end of those who made mischief.
1. |
summe |
: sonra |
2. |
beas-nâ |
: biz gönderdik, beas ettik |
3. |
min ba’di-him |
: onlardan sonra |
4. |
mûsâ |
: Musa |
5. |
bi âyâti-nâ |
: âyetlerimiz ile |
6. |
ilâ fir’avne |
: firavuna |
7. |
ve melâi-hi |
: ve onun önde gelenleri |
8. |
fe zalemû |
: o zaman zulmettiler |
9. |
bi-hâ |
: ona |
10. |
fe unzur |
: artık bak |
11. |
keyfe |
: nasıl, ne şekilde |
12. |
kâne |
: oldu |
13. |
âkıbetu |
: akıbet, son |
14. |
el mufsidîne |
: fesat çıkaranların |
١٠٤
وَقَالَ مُوسى يَا فِرْعَوْنُ اِنّى رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمينَ
(104) ve kale musa ya fir’avnü inni rasulüm mir rabbil alemin
Musa dedi ya firavun şüphesiz ben alemlerin Rabbinin resulüyüm
(104) Moses said: “O Pharaoh! I am a Messenger from the Lord of the Worlds-
1. |
ve kâle |
: ve dedi |
2. |
mûsâ |
: Musa |
3. |
yâ fir’avnu |
: ey firavun |
4. |
innî |
: muhakkak ki ben |
5. |
resûlun |
: bir resûlüm |
6. |
min rabbi el âlemîn |
: âlemlerin Rabbinden |
Sayfa:163
١٠٥
حَقيقٌ عَلى اَنْ لَا اَقُولَ عَلَى اللّهِ اِلَّا الْحَقَّ قَدْ جِءْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِىَ بَنى اِسْرَاءلَ
(105) hakıkun ala el la ekule alellahi illel hakk kad ci’tüküm bi beyyinetim mir rabbiküm fe ersil meiye beni israil
hakikat şu ki Allah adına kendim söz söyleyemem ancak hak olan (hariç) gerçekten size geldim Rabbinizden mucizelerle israil oğullarını benimle beraber gönder
(105) “One for whom it is right to say nothing but truth about Allah. Now have I come unto you (people), from your Lord with a clear (Sign): so let the Children of Israel depart along with me.”
1. |
hakîkun |
: doğru olan, gerçek olan, hak olan |
2. |
alâ |
: üzerine |
3. |
en lâ ekûle |
: (benim) söylemememdir |
4. |
alâ allahi |
: Allah’a karşı |
5. |
illâ el hakka |
: haktan başkası |
6. |
kad |
: olmuştu |
7. |
ci’tu-kum |
: size geldim |
8. |
bi beyyinetin |
: beyyine ile, açık delil ile |
9. |
min rabbi-kum |
: Rabbinizden |
10. |
fe ersil |
: artık gönder |
11. |
maiye |
: benim ile beraber |
12. |
benî isrâîle |
: İsrailoğulları |
١٠٦
قَالَ اِنْ كُنْتَ جِءْتَ بِايَةٍ فَاْتِ بِهَا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقينَ
(106) kale in künte ci’te bi ayetin fe’ti biha in künte mines sadikın
dedi eğer bir mucize ile geldin ise onu hemen getir eğer sen doğru söyleyenlerdensen
(106) (Pharaoh) said: “If indeed thou hast come with a Sign, show it forth – if thou tellest the truth.”
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
in kunte |
: eğer sen, ….. isen |
3. |
ci’te |
: geldin |
4. |
bi âyetin |
: bir âyet ile |
5. |
fe âti |
: haydi getir |
6. |
bi-hâ |
: onu |
7. |
in kunte |
: eğer sen, ….. isen |
8. |
min es sâdikîne |
: doğru sözlülerden, sadıklardan |
١٠٧
فَاَلْقى عَصَاهُ فَاِذَا هِىَ ثُعْبَانٌ مُبينٌ
(107) fe elka asahü fe iza hiye su’banüm mübin
bunun üzerine asasını bıraktı o zaman asa açıkça görülen bir ejderha (oldu)
(107) Then (Moses) threw his rod, and behold it was a serpent, plain (for all to see)!
1. |
fe |
: böylece, bunun üzerine |
2. |
elkâ |
: attı |
3. |
asâ-hu |
: onun asası |
4. |
fe |
: böylece, ve de |
5. |
izâ |
: olduğu zaman, öyle olunca |
6. |
hiye |
: o |
7. |
su’bânun |
: yılan, ejderha |
8. |
mubînun |
: apaçık, açıkça |
١٠٨
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِىَ بَيْضَاءُ لِلنَّاظِرينَ
(108) ve nezea yedehu fe iza hiye beydaü lin nazirin
bir de elini çekip çıkardı eli bakanlara bembeyaz (göründü)
(108) And he drew out his hand, and behold! It was white to all beholders!
1. |
ve neze’a |
: ve çekip çıkardı |
2. |
yede-hu |
: elini |
3. |
fe |
: o zaman, hemen |
4. |
izâ |
: olduğu zaman, öyle olunca |
5. |
hiye |
: o |
6. |
beydâu |
: beyaz |
7. |
li en nâzırîne |
: görenlere, bakanlara |
١٠٩
قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هذَا لَسَاحِرٌ عَليمٌ
(109) kalel meleü min kavmi fir’avne inne haza le sahirun alim
firavunun kavminden ileri gelenler dedi şüphesiz bu çok bilgili bir sihirbaz
(109) Said the chiefs of the people of Pharaoh: “This is indeed a sorcerer well-versed.
1. |
kâle |
: dediler |
2. |
el meleu |
: eşraf, ileri gelenler |
3. |
min kavmi fir’avne |
: firavunun kavminden |
4. |
inne |
: muhakkak ki |
5. |
hâzâ |
: bu |
6. |
le sâhırun |
: gerçekten bir sihirbazdır (sihir yapandır) |
7. |
alîmun |
: çok iyi bilen, bilgin |
١١٠
يُريدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ فَمَاذَا تَاْمُرُونَ
(110) yüridü ey yuhriceküm min erdiküm fe maza te’mürun
sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor o halde ne emredersiniz
(110) “His plan is to get you out of your land: then what is it ye counsel?”
1. |
yurîdu |
: istiyor |
2. |
en yuhrice-kum |
: sizi çıkarmak |
3. |
min ardı-kum |
: sizin topraklarınızdan |
4. |
fe |
: o zaman, o halde |
5. |
mâzâ |
: ne |
6. |
te’murûne |
: emredersiniz (diyorsunuz, talebiniz) |
١١١
قَالُوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِى الْمَدَاءِنِ حَاشِرينَ
(111) kalu ercih ve ehahü ve ersil fil medaini haşirin
dediler onu ve kardeşini alıkoy şehirlere toplayıcılar gönder
(111) They said: “Keep him and his brother in suspense (for awhile) and send to the cities men to collect-
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
ercih |
: onu geriye bırak, beklet |
3. |
ve ehâ-hu |
: ve kardeşini |
4. |
ve ersil |
: ve gönder (yolla) |
5. |
fî el medâini |
: şehirlerin içine, şehirlere |
6. |
hâşirîne |
: toplayıcılar |
١١٢
يَاْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَليمٍ
(112) ye’tuke bi külli sahirin alim
bilgiç sihirbazların hepsini sana getirsinler
(112) “And bring up to thee all (our) sorcerers well-versed.”
1. |
ye’tû-ke bi |
: sana getirsinler |
2. |
kulli |
: hepsini |
3. |
sâhırin |
: sihirbaz, sihir yapan |
4. |
alîm |
: en iyi bilen |
١١٣
وَجَاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُوا اِنَّ لَنَا لَاَجْرًا اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِبينَ
(113) ve caes seharatü fir’avne kalu inne lena le ecran in künna nahnül ğalibin
sihirbazlar firavuna geldi dediler ki muhakkak bize ecir var eğer biz galip gelenlerden olursak
(113) So there came the sorcerers to Pharaoh: they said, of course we shall have a (suitable) reward if we win
1. |
ve câe |
: ve geldi |
2. |
es seharatu |
: sihirbazlar |
3. |
fir’avne |
: firavun |
4. |
kâlû |
: dediler |
5. |
inne |
: muhakkak |
6. |
lenâ |
: bizim için |
7. |
le ecren |
: elbette bir ecir (ücret, mükâfat) (vardır) |
8. |
in kunnâ |
: eğer olursak |
9. |
nahnu el gâlibîne |
: biz gâlip olanlar |
١١٤
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّبينَ
(114) kale neam ve inneküm le minel mükarrabin
dedi “evet sizler muhakkak yakınlarımdan olacaksınız”
(114) He said: Yea, (and more), for ye shall in that case be (raised to posts) nearest (to my person).
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
ne’am |
: evet |
3. |
ve inne-kum |
: ve muhakkak siz |
4. |
le |
: elbette |
5. |
min el mukarrebîne |
: en yakın olan kimselerden |
١١٥
قَالُوا يَا مُوسى اِمَّا اَنْ تُلْقِىَ وَاِمَّا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْقينَ
(115) kalu ya musa imma en tülkiye ve imma en nekune nahnül mülkin
dediler ki ya musa sen mi atacaksın yoksa atanlar biz mi olalım
(115) They said: O Moses wilt thou throw (first), or shall we have the (first) throw?
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
yâ mûsâ |
: ey Musa |
3. |
immâ |
: veya (öyle mi, böyle mi) |
4. |
en tulkiye |
: senin atman |
5. |
ve immâ |
: ve veya (öyle mi, böyle mi) |
6. |
en nekûne |
: biz oluruz |
7. |
nahnu el mulkîne |
: biz atanlar, atan kimseleriz |
١١٦
قَالَ اَلْقُوا فَلَمَّا اَلْقَوْا سَحَرُوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَاؤُ بِسِحْرٍ عَظيمٍ
(116) kale elku fe lemma elkav seharu a’yünen nasi vesterhebuhüm ve cau bi sihrin aziym
siz atın dedi vaktaki attılar insanların gözlerini büyülediler onlara korku saldılar çok büyük bir sihir meydana getirdiler
(116) Said Moses: throw ye (first). So when they threw, they bewitched the eyes of the people and struck terror into them: for they showed a great (feat of) magic.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
elkû |
: atın |
3. |
fe lemmâ |
: o zaman, …dığı zaman |
4. |
elkav |
: attılar |
5. |
seharû |
: sihirlediler, büyülediler |
6. |
a’yune en nâsi |
: insanların gözleri |
7. |
ve isterhebû-hum |
: ve onlarda korku uyandırdılar |
8. |
ve câû |
: ve geldiler (getirdiler) |
9. |
bi sihrin |
: bir sihir (büyü) ile |
10. |
azîmin |
: büyük |
١١٧
وَاَوْحَيْنَا اِلى مُوسى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَ فَاِذَا هِىَ تَلْقَفُ مَا يَاْفِكُونَ
(117) ve evhayna ila musa en elki asak fe iza hiye telkafü ma ye’fikun
bizde musa’ya vahiy ettik “asanı bırak” o zaman o, onların bütün uydurdukları şeyleri yutuyordu
(117) We put it into Moses’s mind by inspiration: throw (now) thy rod: and behold it swallows up straightway all the falsehoods which they fake
1. |
ve evhay-nâ |
: ve biz vahyettik |
2. |
ilâ mûsâ |
: Musa’ya |
3. |
en elkı |
: atmasını |
4. |
asâ-ke |
: asasını |
5. |
fe izâ |
: olduğu zaman |
6. |
hiye |
: o |
7. |
telkafu |
: yutuyor |
8. |
mâ |
: şeyi |
9. |
ye’fikûne
(ıfk) |
: yalandan yapıyorlar, sihir yapıyorlar, uyduruyorlar
: (yalan) |
١١٨
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(118) fe vekaal hakku ve betale ma kanu ya’melun
hak vuku buldu onların bütün yaptıkları boşa gitti
(118) Thus truth was confirmed and all that they did was made of no effect.
1. |
fe vakaa |
: o zaman vuku buldu, oldu |
2. |
el hakku |
: hak, gerçek |
3. |
ve batale |
: ve bâtıl (boş olan) oldu |
4. |
mâ kânû |
: oldukları şeyler |
5. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
١١٩
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِرينَ
(119) fe ğulibu hünalike venkalebu sağirin
böylece orada mağlup oldular küçük düşerek geriye döndüler
(119) So the (great ones) were vanquished there and then and were made to look small.
1. |
fe |
: o zaman, böylece, artık |
2. |
gulibû |
: onlara gâlip gelindi (onlar mağlup oldular, yenildiler) |
3. |
hunâlike |
: orada |
4. |
ve inkalebû |
: ve geri döndüler |
5. |
sâgırîne |
: (küçülmüşler olarak) alçalmış, küçük düşen, zelil olan kimseler |
١٢٠
وَاُلْقِىَ السَّحَرَةُ سَاجِدينَ
(120) ve ülkiyes seharatü sacidin
sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar
(120) But the sorcerers fell down prostrate in adoration.
1. |
ve ulkıye |
: ve atıldılar (secdeye kapandılar) |
2. |
es seharatu |
: sihirbazlar |
3. |
sâcidîne |
: secde eden kimseler |
Sayfa:164
١٢١
قَالُوا امَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمينَ
(121) kalu amenna bi rabbil alemin
dediler “alemlerin Rabbine iman ettik”
(121) Saying: we believe in the Lord of the worlds,
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
âmen-nâ |
: biz îmân ettik |
3. |
bi rabbi el âlemîn |
: âlemlerin Rabbine |
١٢٢
رَبِّ مُوسى وَهرُونَ
(122) rabbi musa ve harun
musa ve harun’un Rabbine
(122) The Lord of Moses and Aaron.
1. |
rabbi |
: Rabbine |
2. |
mûsâ |
: Musa |
3. |
ve hârûne |
: ve Harun |
١٢٣
قَالَ فِرْعَوْنُ امَنْتُمْ بِه قَبْلَ اَنْ اذَنَ لَكُمْ اِنَّ هذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِى الْمَدينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَا اَهْلَهَا فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
(123) kale fir’avnü amentüm bihi kable en azene leküm inne haza le mekrum mekertümuhü fil medineti li tuhricu minha ehleha fe sevfe ta’lemun
firavun dedi daha önce o’na iman mı ettiniz ben size izin vermeden şüphesiz bu bir mekirdir onu şehirde kurmuşsunuz ehlini bu şehirden çıkarmak için ilerde bileceksiniz
(123) Said Pharaoh: believe ye in him before I give you permission? Surely this is a trick which ye have planned in the city to drive out its people: but soon shall ye know (the consequences).
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
fir’avnu |
: firavun |
3. |
âmentum |
: siz îmân ettiniz |
4. |
bihî |
: ona |
5. |
kable |
: önce |
6. |
en |
: mek, mak (mastar eki) |
7. |
âzene (eezene) |
: ben izin veririm |
8. |
lekum |
: size |
9. |
inne |
: muhakkak |
10. |
hâzâ |
: bu |
11. |
le mekrun |
: mutlaka bir hile (düzen)dir |
12. |
mekertumû-hu |
: o hileyi (tuzağı) kurdunuz (hazırladınız) |
13. |
fî el medîneti |
: şehrin içinde, şehirde |
14. |
li tuhricû |
: sizi çıkarmak için |
15. |
minhâ |
: oradan |
16. |
ehle-hâ |
: onun halkı, ehli |
17. |
fe sevfe |
: artık yakında |
18. |
ta’lemûne |
: bileceksiniz |
١٢٤
لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَعينَ
(124) le ükattianne eydiyeküm ve ercüleküm min hilafin sümme le üsallibenneküm ecmeiyn
muhakkak keseceğim ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak sonra muhakkak hepinizi asacağım
(124) Be sure I will cut off your hands and your feet on opposite sides, and I will cause you all to die on the cross.
1. |
le ukattıanne |
: mutlaka keseceğim (parçalayacağım) |
2. |
eydiye-kum |
: elleriniz |
3. |
ve ercule-kum |
: ve ayaklarınız |
4. |
min hilâfin |
: çapraz, karşılıklı |
5. |
summe |
: sonra |
6. |
le usallibu-enne-kum |
: mutlaka sizi asacağım |
7. |
ecmaîn |
: hepsi, bütünü |
١٢٥
قَالُوا اِنَّا اِلى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَ
(125) kalu inna ila rabbina münkalibun
dediler muhakkak biz Rabbimize döneceğiz
(125) They said: for us, we are but sent back unto our Lord:
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
in-nâ |
: muhakkak ki biz |
3. |
ilâ rabbi-nâ |
: Rabbimize |
4. |
munkalibûne |
: dönenler |
١٢٦
وَمَا تَنْقِمُ مِنَّا اِلَّا اَنْ امَنَّا بِايَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَاءَ تْنَا رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمينَ
(126) ve ma tenkimü minna illa en amenna bi ayati rabbina lemma caetna rabbena efriğ aleyna sabrav ve teveffena müslimin
senin bizden intikam alman ancak iman ettik (diyedir) Rabbimizin ayetleri bize gelince Rabbimiz üzerimize sabır yağdır (ruhumuzu) müslüman olarak al
(126) But thou dost wreak thy vengeance on us simply because we believed in the Signs of our Lord when they reached us our Lord pour out on us patience and constancy, and take our souls unto thee as Muslims (who bow to thy will)
1. |
ve |
: ve |
2. |
mâ |
: şey, olmama, yapmama |
3. |
tenkımu |
: intikam alıyorsunuz |
4. |
min-nâ |
: bizden |
5. |
illâ |
: ancak, yalnız, başka |
6. |
en âmen-nâ |
: bizim inanmamız |
7. |
bi âyâti |
: âyetler |
8. |
rabbi-nâ |
: Rabbimizin |
9. |
lemmâ |
: …dığı zaman |
10. |
câet-nâ |
: bize geldi |
11. |
rabbe-nâ |
: Rabbimiz |
12. |
efrıg |
: yağdır |
13. |
aleynâ |
: bize, üzerimize |
14. |
sabren |
: sabır |
15. |
ve teveffe-nâ |
: ve bizi öldür (vefat ettir) |
16. |
muslimîne |
: müslüman, (ruhu, fizik vücudu, nefsi, iradesi) teslim olmuş olanlar |
١٢٧
وَقَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اَتَذَرُ مُوسى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِىالْاَرْضِ وَيَذَرَكَ وَالِهَتَكَ قَالَ سَنُقَتِّلُ اَبْنَاءَهُمْ وَنَسْتَحْى نِسَاءَهُمْ وَاِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ
(127) ve kalel meleü min kavmi fir’avne e tezeru musa ve kavmehu li yüfsidu fil erdi ve yezerake ve alihetek kale senükattilü ebnaehüm ve nestahyi nisaehüm ve inna fevkahüm kahirun
firavunun kavminden ileri gelenler dedi ki musa’yı bırakıyor musun onun kavminide yeryüzünü ifsat etsinler ilahlarını ve seni terk etsinler (diye mi?) dedi oğullarını öldürüp kadınlarını hayatta bırakacağız şüphesiz biz onların üzerine kahrediciyiz
(127) Said the chiefs of Pharaoh’s people: wilt thou leave Moses and his people, to spread mischief in the land, and to abandon thee and thy Gods? He said: their male children will we slay (only) their females will we save alive and we have over them (power) irresistible.
1. |
ve kâle el meleu |
: ve ileri gelenler dedi |
2. |
min |
: den |
3. |
kavmi fir’avne |
: firavunun kavmi |
4. |
e tezeru |
: bırakacak mısın, terkedecek misin |
5. |
mûsâ |
: Musa |
6. |
ve kavme-hu |
: ve onun kavmini |
7. |
li yufsidû |
: fesat çıkarsınlar diye (çıkarmaları için) |
8. |
fi el ardı |
: yeryüzünde |
9. |
ve yezere-ke |
: ve seni terkederler |
10. |
ve âlihete-ke |
: ve senin ilâhlarını |
11. |
kâle |
: dedi |
12. |
se nukattilu |
: yakında öldüreceğiz (keseceğiz) |
13. |
ebnâe-hum |
: onların oğulları |
14. |
ve nestahyî |
: ve sağ (canlı) bırakacağız |
15. |
nisâe-hum |
: onların kadınları |
16. |
ve in-nâ |
: ve muhakkak ki biz |
17. |
fevka-hum |
: onların üstünde |
18. |
kâhirûne |
: hakimiyet ve güç sahibi olanlar, kahhar olanlar |
١٢٨
قَالَ مُوسى لِقَوْمِهِ اسْتَعينُوا بِاللّهِ وَاصْبِرُوا اِنَّ الْاَرْضَ لِلّهِ يُورِثُهَا مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِه وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقينَ
(128) kale musa li kavmihi steiynu billahi vasbiru innel erda lillah yurisüha mey yeşaü min ibadih vel akibetü lil müttekiyn
musa kavmine dedi ki Allah’tan yardım dileyin ve sabredin muhakkak arz Allah’ındır onu dilediği kullarına mirasçı yapar akıbet muttaki olanlarındır
(128) Said Moses to his people: pray for help from Allah, and (wait) in patience and constancy: for the earth is Allah’s to give as a heritage to such of His servants as He pleaseth and the end is (best) for the righteous.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
mûsâ |
: Musa |
3. |
li kavmi-hi |
: kavmine |
4. |
isteînû |
: özel yardım isteyin, talep edin |
5. |
bi allâhi |
: Allah’tan |
6. |
ve isbirû |
: ve sabredin |
7. |
inne el arda |
: muhakkak arz, yeryüzü |
8. |
li allâhi |
: Allah’ındır |
9. |
yûrisu-hâ |
: ona varis kılar, sahip kılar |
10. |
men yeşâu |
: dilediği kimse, kimi dilerse |
11. |
min ibâdi-hi |
: kullarından |
12. |
ve el âkıbetu |
: ve sonuç (zafer) |
13. |
li el muttekîne |
: takva sahiplerinin |
١٢٩
قَالُوا اُوذينَا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَاْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِءْتَنَا قَالَ عَسى رَبُّكُمْ اَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِى الْاَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
(129) kalu uzina min kabli en te’tiyena ve mim ba’di ma ci’tena kale asa rabbüküm ey yühlike adüvveküm ve yestahlifeküm fil erdi fe yenzura keyfe ta’melun
dediler eziyet gördük sen bize gelmeden önce bize geldikten sonra da dedi ki umulur ki Rabbimiz sizin düşmanlarınızı helak eder sizleri arzın halifeleri yapar sonra sizin neler yapacağınıza bakar
(129) They said: we have had (nothing but) trouble, both before and after thou comest to us. He said: it may be that your Lord will destroy your enemy and make you inheritors in the earth that so He may try you by your deeds.
1. |
kâlû |
: dediler |
2. |
ûzînâ |
: bize eziyet edildi |
3. |
min kabli |
: …den önce |
4. |
en te’tiye-nâ |
: senin bize gelmen |
5. |
ve min ba’di |
: ve …den sonra |
6. |
mâ ci’te-nâ |
: bize getirdiğin şey |
7. |
kâle |
: dedi |
8. |
asâ |
: umulur ki, belki |
9. |
rabbu-kum |
: Rabbiniz |
10. |
en yuhlike |
: helâk etmesi |
11. |
aduvve-kum |
: düşmanlarınızı |
12. |
ve yestahlife-kum |
: ve sizi halife tayin edecek, yerine geçirecek |
13. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
14. |
fe yanzure |
: böylece bakar |
15. |
keyfe |
: nasıl |
16. |
ta’melûne |
: amel ediyorsunuz, yapıyorsunuz |
١٣٠
وَلَقَدْ اَخَذْنَا الَ فِرْعَوْنَ بِالسِّنينَ وَنَقْصٍ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
(130) ve le kad ehazna ale fir’avne bis sinine ve naksim mines semerati leallehüm yezzekkerun
gerçekten biz firavun hanedanını kıvrandırdık senelerce mahsullerini azaltarak olur ki onlar düşünürler
(130) We punished the people of Pharaoh with years (of drought) and shortness of crops that they might receive admonition.
1. |
ve lekad |
: ve andolsun ki |
2. |
ehaz-nâ |
: biz aldık, uğrattık |
3. |
âle fir’avne |
: firavunun ailesi |
4. |
bi es sinîne |
: senelerce |
5. |
ve naksın |
: ve eksiltme, kıtlık |
6. |
min es semerâti |
: ürünlerden |
7. |
lealle-hum |
: umulur ki onlar, böylece onlar |
8. |
yezzekkerûne |
: tezekkür ederler |
Sayfa:165
١٣١
فَاِذَا جَاءَتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُوا لَنَا هذِه وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّءَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسى وَمَنْ مَعَهُ اَلَا اِنَّمَا طَاءِرُهُمْ عِنْدَ اللّهِ وَلكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
(131) fe iza caethümül hasenetü kalu lena hazih ve in tüsibhüm seyyietüy yettayyeru bi musa ve mem meah e la innema tairuhüm indellahi ve lakinne ekserahüm la ya’lemun
onlara iyilik geldiği zaman bu bizdendir dediler eğer onlara bir musibet isabet ederse musa ve onun beraberindekilerin uğursuzluğudur (derler) dikkat edin, onların uğursuzluğu ancak Allah katındadır lakin onların çoğu bilmezler
(131) But when good (times) came, they said, this is due to us when gripped by calamity, they ascribed it to evil omens connected with Moses and those with him behold in truth the omens of evil are theirs in Allah’s sight, but most of them do not understand
1. |
fe |
: artık, bundan sonra |
2. |
izâ |
: …dığı zaman |
3. |
câet-hum el hasenetu |
: onlara iyilik geldi |
4. |
kâlû |
: dediler |
5. |
lenâ |
: bizim |
6. |
hâzihi |
: bu |
7. |
ve in |
: ve eğer |
8. |
tusib-hum |
: onlara isabet eder |
9. |
seyyietun |
: bir kötülük |
10. |
yettayyerû |
: uğursuz sayarlar |
11. |
bi mûsâ |
: Musa ile |
12. |
ve men mea-hu |
: ve onunla beraber olan kimse(ler) |
13. |
e lâ |
: değil mi |
14. |
innemâ |
: fakat, ama, öyle olması |
15. |
tâiru-hum |
: onların uğursuzluğu |
16. |
inde allâhi |
: Allah’ın katında |
17. |
lâkinne |
: fakat, lâkin |
18. |
eksere-hum |
: onların çoğu |
19. |
lâ ya’lemûne |
: bilmezler, bilmiyorlar |
١٣٢
وَقَالُوا مَهْمَا تَاْتِنَا بِه مِنْ ايَةٍ لِتَسْحَرَنَا بِهَا فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنينَ
(132) ve kalu mehma te’tina bihi min ayetil li tesharana biha fe ma nahnü leke bi mü’minin
dediler sen bize her türlü mucizeyi getirsen onunla bizi büyülemek için biz sana asla inananlardan değiliz
(132) They said (to Moses): whatever be the Signs thou bringest, to work therewith thy sorcery on us, we shall never believe in thee.
1. |
ve kâlû |
: ve dediler |
2. |
mehmâ |
: ne, her ne, ne olsa |
3. |
te’ti-nâ |
: sen bize getirirsin |
4. |
bihî |
: onu |
5. |
min âyetin |
: âyetten, (âyetlerden bir âyet, bir mucize) |
6. |
li teshare-nâ |
: bizi büyülemek (sihir yapmak) için |
7. |
bi-hâ |
: onunla |
8. |
fe |
: o zaman, olsa bile, gene de |
9. |
mâ nahnu |
: biz değiliz |
10. |
leke |
: sana |
11. |
bi mu’minîne |
: îmân edenler |
١٣٣
فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ ايَاتٍ مُفَصَّلَاتٍ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِمينَ
(133) fe erselna aleyhimüt tufane vel cerade vel kummele ved dafadia ved deme ayatim müfessalatin festekberu ve kanu kavmem mücrimin
biz onlara sel felaketi gönderdik ve çekirge ve haşarat ve kurbağa ve kan ayrı ayrı ayetler olmak üzere yine de kibirlendiler onlar mücrim bir kavim idiler
(133) So we sent (plagues) on them: wholesale death, Locusts, Lice, Frogs, and blood: Signs openly self explained: but they were steeped in arrogance, a people given to sin.
1. |
fe |
: o zaman, bunun üzerine (bundan sonra) |
2. |
erselnâ |
: biz gönderdik |
3. |
aleyhim et tûfâne |
: üzerlerine tufan (yok eden, telef eden yağmur ve sel) |
4. |
ve el cerâde |
: ve çekirgeler (çekirge afeti) |
5. |
ve el kummele |
: ve bitler (elbise yiyen ve vücudun kanını emen bir çeşit bit) |
6. |
ve ed dafâdia |
: ve kurbağalar |
7. |
ve ed deme |
: ve kan |
8. |
âyâtin |
: âyetler, mucizeler |
9. |
mufassalâtin |
: ayrı ayrı |
10. |
fe istekberû |
: gene de, buna rağmen kibirlendiler |
11. |
ve kânû |
: ve oldular |
12. |
kavmen |
: bir kavim |
13. |
mucrimîne |
: suçlu, günahkâr olan kimseler |
١٣٤
وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُوا يَا مُوسَى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَ لَءِنْ كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَنى اِسْرَاءلَ
(134) ve lemma vekaa aleyhimür riczü kalu ya muse d’u lena rabbeke bima ahide indek le in keşefte annar ricze le nü’minenne leke ve le nürsilenne meake beni israil
üzerine murdarlık azabı çökünce dediler ya musa Rabbine bizim için dua et sana olan ahdi hürmetine yemin olsun, bizden bu azabı kaldırırsa sana muhakkak iman edeceğiz seninle beraber mutlaka göndereceğiz israil oğullarını
(134) Every time the penalty fell on them, they said: O Moses on our behalf call on thy Lord in virtue of his promise to thee: if thou wilt remove the penalty from us, we shall truly believe in thee, and we shall send away the Children of Israel with thee.
1. |
ve lemmâ |
: ve …dığı zaman |
2. |
vakaa |
: vaki oldu |
3. |
aleyhim er riczu |
: üzerlerine azap |
4. |
kâlû |
: dediler |
5. |
yâ mûsed’u (mûsâ ud’u) |
: ey Musa dua et |
6. |
lenâ |
: bizim için |
7. |
rabbe-ke |
: Rabbine |
8. |
bi-mâ |
: o şey ile |
9. |
ahide |
: ahid |
10. |
indeke |
: senin katındaki |
11. |
le in |
: eğer, ise |
12. |
keşefte |
: giderirsin, kaldırırsın |
13. |
an-nâ er ricze |
: bizden azabı |
14. |
le nu’minu enne |
: mutlaka inanacağız |
15. |
leke |
: sana |
16. |
ve le nursilu enne |
: ve mutlaka göndereceğiz |
17. |
mea-ke |
: seninle birlikte, beraber |
18. |
benî isrâîle |
: İsrailoğullarını |
١٣٥
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ اِلى اَجَلٍ هُمْ بَالِغُوهُ اِذَاهُمْ يَنْكُثُونَ
(135) felemma keşefna anhümür ricze ila ecelin hüm baliğuhü iza hüm yenküsun
vaktaki, onların azabını kaldırdık onları erişecekleri bir müddete kadar o zaman onlar yeminlerini bozdular
(135) But every time we removed the penalty from them according to a fixed term which they had to fulfil, behold they broke their word
1. |
fe |
: böylece, artık |
2. |
lemma |
: olduğu zaman |
3. |
keşef-nâ |
: gideririz, kaldırırız |
4. |
an-hum er ricze |
: onlardan azabı |
5. |
ilâ ecelin |
: belirli bir müddete kadar |
6. |
hum |
: onlar |
7. |
bâligû-hu |
: ona ulaşanlar |
8. |
izâ hum |
: …dığı zaman |
9. |
hum |
: onlar |
10. |
yenkusûne |
: bozarlar, nakzederler (ediyorlar) |
١٣٦
فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَاَغْرَقْنَاهُمْ فِى الْيَمِّ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلينَ
(136) fentekamna minhüm fe ağraknahüm fil yemmi bi ennehüm kezzebu bi ayatina ve kanu anha ğafilin
onlardan intikam aldık onların (hepsini) denizde boğduk kesinlikle onlar ayetlerimizi yalanladılar mucizelerden gafil oldular
(136) So we exacted retribution from them: we drowned them in the sea, because they rejected our Signs, and failed to take warning from them.
1. |
fentekamnâ (fe intikam-nâ) |
: artık biz intikam aldık, cezalandırdık |
2. |
min-hum |
: onlardan |
3. |
fe agrak-nâ-hum |
: böylece onları boğduk |
4. |
fî el yemmi |
: denizin içinde, denizde |
5. |
bi-enne-hum |
: onlar, ….. olduğundan dolayı |
6. |
kezzebû |
: yalanladılar |
7. |
bi-âyâti-nâ |
: âyetlerimizi |
8. |
ve kânû |
: ve oldular |
9. |
an-hâ |
: ondan |
10. |
gâfilîne |
: gâfil, habersiz |
١٣٧
وَاَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّتى بَارَكْنَا فيهَا وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنى عَلى بَنى اِسْرَاءلَ بِمَا صَبَرُوا وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ
(137) ve evrasnel kavmellezine kanu yüstad’afune meşarikal erdi ve meğaribehe lleti barakna fiha ve temmet kelimetü rabbike l husna ala beni israile bima saberu ve demmerna ma kane yesneu fir’avnü ve kavmühu ve ma kanu ya’rişun
zayıf, çaresiz olan kavmide mirasçı yaptık arzın doğusuna ve batısına ki içine bereket verdiğimiz Rabbinin kelimeleri tamamen yerine geldi israil oğullarının sabretmeleri sebebi ile en güzeli firavun ve kavminin yaptıkları işleri ise harap ettik yükselttikleri taht ve köşkleri (harap ettik)
(137) And we made a people, considered weak (and of no account), inheritors of lands in both east and west, lands whereon we sent down our blessings. The fair promise of thy Lord was fulfilled for the children odd Israel, because they had patience and constancy, and we leveled to the ground the great works and fine buildings which Pharaoh and his people erected (with such pride).
1. |
ve evresna el kavme |
: o kavmi varis kıldık |
2. |
ellezîne kânû |
: ki onlar oldular |
3. |
yustad’afûne |
: zayıf, güçsüz bırakılanlar |
4. |
meşârika el ardı |
: yeryüzünün doğusu |
5. |
ve megâribe-ha elletî |
: ve onun batısı ki o |
6. |
bârek-nâ |
: bereketlendirdik |
7. |
fî-hâ |
: orada |
8. |
ve temmet |
: ve yerine geldi, tamamlandı |
9. |
kelimetu rabbike |
: Rabbinin kelimesi, sözü |
10. |
el husnâ |
: en güzel |
11. |
alâ |
: üzerlerine |
12. |
benî isrâîle |
: İsrailoğulları |
13. |
bi-mâ saberû |
: sabırlarından dolayı |
14. |
ve demmer-nâ |
: ve helâk ettik |
15. |
mâ kâne yasnau |
: yapmış olduğu şey(ler) |
16. |
fir’avnu |
: firavun |
17. |
ve kavmu-hu |
: ve onun kavmi |
18. |
ve mâ |
: ve şey(ler) |
19. |
kânû |
: oldular |
20. |
ya’rişûne |
: çardak (binalar, köşkler) kuruyorlar |
Sayfa:166
١٣٨
وَجَاوَزْنَا بِبَنى اِسْرَاءلَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلى اَصْنَامٍ لَهُمْ قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَنَا اِلهًا كَمَا لَهُمْ الِهَةٌ قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
(138) ve cavezna bi beni israilel bahra fe etev ala kavmiy ya’küfune ala asnamil lehüm kalu ya musec’ al lena ilahen kema lehüm aliheh kale inneküm kavmün techelun
israil oğullarını denizden geçirdik derken bir kavme uğradılar onlar bir takım putlara tapıyorlardı dediler ya musa bize bunların ilahları gibi ilah yap dedi şüphesiz sizler cahillik eden bir kavimsiniz
(138) We took the Children of Israel (with safety) across the sea. They came upon a people devoted entirely to some idols they had. They said: O Moses fashion for us a god like unto the gods they have. He said: surely ye are a people without knowledge.
1. |
ve câvez-nâ |
: ve geçirdik |
2. |
bi benî israîle el bahre |
: İsrailoğullarını deniz(den) |
3. |
fe etev |
: o zaman karşılaştılar, rastladılar |
4. |
alâ kavmin |
: bir kavme |
5. |
ya’kufûne |
: devamlı ibadet ediyorlar |
6. |
alâ asnâmin |
: putlara, putlar üzerine |
7. |
lehum |
: onların, onlara ait |
8. |
kâlû |
: dediler |
9. |
yâ mûsâ ic’al |
: ey Musa yap |
10. |
lenâ |
: bizim için, bize |
11. |
ilâhen |
: bir ilâh |
12. |
kemâ lehum |
: onlarda olduğu gibi |
13. |
âlihetun |
: ilâhlar |
14. |
kâle |
: dedi |
15. |
inne-kum |
: muhakkak siz |
16. |
kavmun |
: bir kavim |
17. |
techelûne |
: siz cahillik ediyorsunuz |
١٣٩
اِنَّ هؤُلَاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ فيهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(139) inne haülai mütebberum ma hüm fihi ve batilüm ma kanu ya’melun
şüphesiz işte hep helak olacak bunların içinde taptıkları şeyler ve yapmakta oldukları şey batıldır
(139) As to these folk, the cult they are in is (but) a fragment of a ruin, and vain is the (worship) which they practise.
1. |
inne |
: muhakkak |
2. |
hâulâi |
: bunlar |
3. |
mutebberun |
: helâk olmuş |
4. |
mâ |
: şey |
5. |
hum |
: onlar |
6. |
fîhi |
: onun içinde |
7. |
ve bâtılun |
: ve bâtıldır (boştur) |
8. |
mâ |
: o şey |
9. |
kânû |
: oldukları |
10. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
١٤٠
قَالَ اَغَيْرَ اللّهِ اَبْغيكُمْ اِلهًا وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَمينَ
(140) kale eğayrallahi ebğiyküm ilahev ve hüve feddaleküm alel alemin
dedi ben size Allah’tan başka ilah ister miyim? o sizi alemler üzerinde faziletli kılmıştır
(140) He said: Shall I seek for you a Allah other than the (true) Allah, when it is Allah who hath endowed you with gifts above the nations?
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
e gayrallâhi |
: Allah’tan başka mı |
3. |
ebgî-kum |
: size istiyorum, sizin için isteyeyim |
4. |
ilâhen |
: bir ilâh |
5. |
ve huve |
: ve O |
6. |
faddale-kum |
: sizi üstün kıldı |
7. |
alâ el âlemîne |
: âlemlerin üstüne |
١٤١
وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ الِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ يُقَتِّلُونَ اَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ وَفى ذلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظيمٌ
(141) ve iz enceynaküm min ali fir’avne yesumuneküm suel azab yükattilune ebnaeküm ve yestahyune nisaeküm ve fi zaliküm belaüm mir rabbiküm aziym
o zaman sizi kurtarmıştır firavun hanedanından sizi kötü bir azaba itiyorlardı oğullarınızı öldürüyorlar kadınlarınızı hayatta bırakıyorlardı ve bunda size Rabbinizden çok büyük bir imtihan vardır.
(141) And remember we rescued you from Pharaoh’s people, who afflicted you with the worst of penalties, who slew your male children and saved alive your females: in that was a momentous trial from your Lord.
1. |
ve iz |
: ve o zaman, olmuştu |
2. |
encey-nâ-kum |
: sizi kurtardık |
3. |
min âli fir’avne |
: firavun ailesinden |
4. |
yesûmûne-kum |
: sizi zorluyorlar, maruz bırakıyorlar |
5. |
sûel azâbi (sûe el azâbi) |
: azabın kötüsü |
6. |
yukattilûne |
: öldürüyorlar |
7. |
ebnâe-kum |
: sizin oğullarınız |
8. |
ve yestahyûne |
: ve sağ bırakıyorlar |
9. |
nisâe-kum |
: kadınlarınız |
10. |
ve fî zâlikum |
: ve işte bunda |
11. |
belâun |
: bir imtihan |
12. |
min rabbi-kum |
: Rabbinizden |
13. |
azîmun |
: büyük |
١٤٢
وَوعَدْنَا مُوسى ثَلثينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ ميقَاتُ رَبِّه اَرْبَعينَ لَيْلَةً وَقَالَ مُوسى لِاَخيهِ هرُونَ اخْلُفْنى فى قَوْمى وَاَصْلِحْ وَلَاتَتَّبِعْ سَبيلَ الْمُفْسِدينَ
(142) ve vaadna musa selasine leyletev ve etmemnaha bi aşrin fe temme mikatü rabbihi erbeiyne leyleh ve kale musa li ehiyhi haruna hlüfni fi kavmi ve aslih ve la tettebi’ sebilel müfsidin
ve musa’dan otuz gece vaat aldık ve on (gece) ona ilave ettik böylece Rabbinin tayin etiği kırk gecenin zamanı tamamlandı musa kardeşi harun’a dedi kavmin içinde benim halifem ol (onları) ıslah et ifsat edenlerin yoluna tabi olma
(142) We appointed for Moses thirty nights, and completed (the period) with ten (more): thus was completed the term (of communion) with his Lord, forty nights. And Moses had charged his brother Aaron (before he went up): act for me amongst my people: do right, and follow not the way of those who do mischief.
1. |
ve vâad-nâ |
: ve vaadettik |
2. |
mûsâ |
: Musa |
3. |
selâsîne |
: otuz |
4. |
leyleten |
: gece |
5. |
ve etmem-nâ-hâ |
: ve onu biz tamamladık |
6. |
bi aşrin |
: 10 ile |
7. |
fe temme |
: böylece tamamlandı |
8. |
mîkâtu |
: kararlaştırılmış muayyen vakit |
9. |
rabbi-hî |
: onun Rabbi |
10. |
erbaîne leyleten |
: kırk gece |
11. |
ve kâle mûsâ |
: ve Musa dedi |
12. |
li ahîhi hârûne |
: kardeşi Harun’a |
13. |
ahluf-nî |
: benim yerime geç (bana halife ol) |
14. |
fî kavmî |
: kavmin içinde |
15. |
ve aslıh |
: ve ıslâh et |
16. |
ve lâ tettebi’ |
: ve tâbî olma |
17. |
sebîle el mufsidîne |
: bozguncuların, fesat çıkaranların yoluna |
١٤٣
وَلَمَّا جَاءَ مُوسى لِميقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ اَرِنى اَنْظُرْ اِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرينى وَلكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرينى فَلَمَّا تَجَلّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسى صَعِقًا فَلَمَّا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُؤْمِنينَ
(143) ve lemma cae musa li mikatina ve kellemehu rabbühu kale rabbi erini enzur ileyk kale len terani ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarra mekanehu fe sevfe terani felemma tecella rabbühu lil cebeli cealehu dekkev ve harra musa saika felemma efaka kale sübhaneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü’minin
vaktaki musa tayin ettiğimiz zamanda geldi ve o, Rabbi (ile) konuştu Rabbim dedi göster bana, bakayım sana buyurdu asla sen beni göremezsin lakin, dağa bak eğer o yerinde durmayı başarırsa sende beni görürsün vaktaki Rabbi dağa tecelli edince o param parça oldu ve Musa bayılarak yere kapandı vaktaki ayılınca dedi seni tenzih ve tasdik ederim sana tövbe ettim ve ben, inananların ilkiyim
(143) When Moses came to the place appointed by us, and his Lord addressed him, he said: O my Lord show (thyself) to me, that I may look upon thee. Allah said. By no means canst thou see me (direct) but look upon the mount if it abide in its place, then shalt thou see me. When his Lord manifested his glory on the mount, He made it as dust, and Moses fell down in a swoon. When he recovered his senses he said: Glory be to thee to thee I turn in repentance, and I am the first to believe.
1. |
ve lemmâ |
: ve …dığı zaman |
2. |
câe mûsâ |
: Musa geldi |
3. |
li mîkâti-nâ |
: belirlediğimiz zaman, muayyen vakitte, mikâtımıza, kararlaştır- dığımız vakit’e |
4. |
ve kelleme-hu |
: ve onunla konuştu |
5. |
rabbu-hu |
: onun Rabbi |
6. |
kâle |
: dedi |
7. |
rabbi |
: Rabbim |
8. |
eri-nî |
: bana göster |
9. |
enzur |
: bakayım |
10. |
ileyke |
: sana |
11. |
kâle |
: dedi |
12. |
len terâ-nî |
: beni asla göremezsin |
13. |
ve lâkin unzur |
: ve fakat bak |
14. |
ilâ el cebeli |
: dağa |
15. |
fe in istekarre |
: o zaman eğer durursa |
16. |
mekâne-hu |
: yerinde, mekânında |
17. |
fe sevfe |
: o zaman olacak |
18. |
terâ-nî |
: beni göreceksin |
19. |
fe lemmâ tecellâ |
: fakat tecelli ettiği zaman |
20. |
rabbu-hu |
: onun Rabbi |
21. |
li el cebeli |
: dağa |
22. |
ceale-hu |
: onu kıldı, yaptı |
23. |
dekkan |
: paramparça, dümdüz |
24. |
ve harra mûsâ |
: ve Musa düştü |
25. |
saikân |
: baygın |
26. |
fe lemmâ efaka |
: ayıldığı zaman |
27. |
kâle |
: dedi |
28. |
subhâne-ke |
: seni noksan sıfatlardan tenzih ederim (Sen Sübhan’sın) |
29. |
tubtu |
: tövbe ettim |
30. |
ve ene |
: ve ben |
31. |
evvelu el mu’minîne |
: mü’minlerin ilkiyim |
Sayfa:167
١٤٤
قَالَ يَا مُوسى اِنِّى اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَاتى وَبِكَلَامى فَخُذْ مَااتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرينَ
(144) kale ya musa innistafeytüke alen nasi bi risalati ve bi kelami fe huz ma ateytüke ve küm mineş şakirin
buyurdu ya musa şüphesiz ben seni insanların üzerine seçtim risaletimi (vererek) (seninle) konuşmamla şimdi sana verdiğimi tut şükür edenlerden ol
(144) (Allah) said: O Moses I have chosen thee above (other) men, by the mission I (have given thee) and the words I (have spoken to thee): take then the (revelation) which I give thee, and be of those who give thanks.
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
yâ mûsâ |
: ey Musa |
3. |
innî istafeytu-ke |
: muhakkak ki ben seni seçtim |
4. |
alâ en nasi |
: insanlar üstüne |
5. |
bi risâlâtî |
: risaletimle, gönderdiklerimle (risalelerimle) |
6. |
ve bi kelâmî |
: ve kelâmımla, sözümle |
7. |
fe huz |
: artık al |
8. |
mâ âteytu-ke |
: sana verdiğim şeyleri |
9. |
ve kun |
: ve ol |
10. |
min eş şâkirîne |
: şükredenlerden |
١٤٥
وَكَتَبْنَا لَهُ فِى الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْصيلًا لِكُلِّ شَىْءٍ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَاْمُرْ قَوْمَكَ يَاْخُذُوا بِاَحْسَنِهَا سَاُريكُمْ دَارَ الْفَاسِقينَ
(145) ve ketebna lehufil elvahi min külli şey’im mev’izatev ve tefsiylel li külli şey’ fe huzha bi kuvvetiv ve’mür kavmeke ye’huzu bi ahseniha seüriküm daral fasikın
o tevrat’ı levhalar üzerine yazdık vaiz verilecek olan her şeyden ve açıklanması gereken her şeyi (yazdık) haydi onu kuvvetle tut ve kavmine de emret en güzel şekilde tutsunlar ilerde size fasıklar yurdunu göstereceğim
(145) And we ordained laws for him in the tablets in all matters, both commanding and explaining all things, (and said): take and hold these with firmness, and enjoin thy people to hold fast by the best in the precepts: soon shall I show you the homes of the wicked, (how they lie desolate).
1. |
ve keteb-nâ |
: ve biz yazdık |
2. |
lehu |
: ona |
3. |
fî el elvâhı |
: levhaların içine |
4. |
min kulli şey’in |
: herşeyden |
5. |
mev’ızaten |
: nasihat ederek, vaaz ederek |
6. |
ve tafsîlen |
: ve tafsil ederek (ayrı ayrı açıklayarak) |
7. |
li kulli şey’in |
: herşeyi |
8. |
fe huz-hâ |
: artık onu al |
9. |
bi kuvvetin |
: kuvvetle |
10. |
ve’mur (ve u’mur) |
: ve emret |
11. |
kavme-ke |
: kavmine |
12. |
ye’huzû |
: alırlar (alsınlar) |
13. |
bi ahseni-hâ |
: onu en güzel şekilde |
14. |
se-urî-kum |
: size göstereceğim |
15. |
dâre el fâsikîne |
: fasıkların yurdu |
١٤٦
سَاَصْرِفُ عَنْ ايَاتِىَ الَّذينَ يَتَكَبَّرُونَ فِى الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ ايَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا وَاِنْ يَرَوْا سَبيلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَبيلًا وَاِنْ يَرَوْا سَبيلَ الْغَىِّ يَتَّخِذُوهُ سَبيلًا ذلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلينَ
(146) seasrifü an ayatiye llezine yetekebberune fil erdi bi ğayril hakk ve iy yerev külle ayetil la yü’minu biha ve iy yerev sebiler rüşdi la yettehizuhü sebila ve iy yerev sebilel ğayyi yettehizuhü sebila zalike bi ennehüm kezzebu bi ayatina ve kanu anha ğafilin
ayetlerimden uzaklaştıracağım yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları eğer onlar görseler her mucizeyi o’na iman etmezler eğer onlar görseler gerçeğe götüren yolu kendilerine yol edinmezler eğer onlar görseler azgınlık yolunu onu, yol ittihaz edinirler böylece onlar kesinlikle ayetlerimizi yalanlamışlar ve onlardan, gaflet içindedirler
(146) Those who behave arrogantly on the earth in defiance of right them will I turn away from my Signs: even if they see all the Signs, they will not believe in them and if they see the way of right conduct, they will not adopt it as the way but if they see the way of error, that is the way they will adopt. For they have rejected our Signs, and failed to take warning from them.
1. |
se-asrifu |
: çevireceğim, uzaklaştıracağım |
2. |
an âyâtî |
: âyetlerimden |
3. |
ellezîne |
: o kimseler ki |
4. |
yetekebberûne |
: kibirlenirler |
5. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
6. |
bi gayri el hakkı |
: haksız yere |
7. |
ve in |
: ve eğer |
8. |
yerev |
: görseler |
9. |
kulle |
: bütün, hepsini |
10. |
âyetin |
: âyet |
11. |
lâ yu’minu |
: inanmazlar |
12. |
bi-hâ |
: ona |
13. |
ve in |
: ve eğer |
14. |
yerev |
: görseler |
15. |
sebîle er ruşdi |
: irşad yolu |
16. |
lâ yettehızû-hu |
: onu edinmezler |
17. |
sebîlen |
: yol |
18. |
ve in |
: ve eğer |
19. |
yerev |
: görseler |
20. |
sebile el gayyi |
: gayy yolu |
21. |
yettehızû-hu sebîlen |
: onu yol edinirler |
22. |
zâlike |
: işte o (bu) |
23. |
bi enne-hum |
: onların, ….. olması sebebiyle |
24. |
kezzebû |
: yalanladılar |
25. |
bi âyâti-nâ |
: âyetlerimizi |
26. |
ve kânû |
: ve oldular |
27. |
an-hâ |
: ondan |
28. |
gâfilîne |
: gâfiller |
١٤٧
وَالَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا وَلِقَاءِ الْاخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(147) vellezine kezzebu bi ayatina ve likail ahirati habitat a’malühüm hel yüczevne illa ma kanu ya’melun
o kimseler ki ayetlerimizi yalanlamışlar kavuşacakları ahireti de onların amelleri boşa gitmiştir amellerin dışında mı cezalandırılıyorlar onlar, yapmış oldukları
(147) Those who reject our Signs and the meeting in the Hereafter, vain are their deeds: can they expect to be rewarded except as they have wrought?
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler |
2. |
kezzebû |
: yalanladılar |
3. |
bi âyâti-nâ |
: âyetlerimizi |
4. |
ve likâi |
: ve kavuşma, ulaşma |
5. |
el âhireti |
: sonraki gün (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşması günü) |
6. |
habitat |
: boşa gitti, heba oldu |
7. |
a’mâlu-hum |
: onların amelleri |
8. |
hel yuczevne |
: onlar cezalandırılır mı |
9. |
illâ |
: başka, hariç |
10. |
mâ kânû |
: oldukları şey |
11. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
١٤٨
وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسى مِنْ بَعْدِه مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْديهِمْ سَبيلًا اِتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِمينَ
(148) vettehaze kavmü musa mim ba’dihi min huliyyihim iclen cesedel lehu huvar e lem yerav ennehu la yükellimühüm ve la yehdihim sebila ittehazuhü ve kanu zalimin
Musa’nın kavmi, bunun ardından süs eşyalarından (yaptıkları) buzağı heykelini (ilah edindi) onun böğürmesi vardı görmediler mi? gerçekten o kendileri (ile) konuşamıyor onlara hidayet yolunu gösteremiyordu onu (ilah) edindiler ve zalimlerden oldular
(148) The people of Moses made, in his absence, out of their ornaments, the image of a calf, (for worship): it seemed to low: did they not see that it could neither speak to them, nor show them the way? they took it for worship and they did wrong.
1. |
vettehaze (ve ittehaze) |
: ve edindiler |
2. |
kavmu mûsâ |
: Musa’nın kavmi |
3. |
min ba’di-hî |
: ondan sonra |
4. |
min huliyyi-him |
: kendilerinin süs ve ziynet eşyaların dan |
5. |
iclen |
: bir buzağı |
6. |
ceseden |
: cansız cisim, heykel, ceset |
7. |
lehu |
: onun var |
8. |
huvârun |
: böğüren, böğürme sesi |
9. |
e lem yerev |
: görmüyorlar mı |
10. |
enne-hu |
: muhakkak o, onun, …… olduğunu |
11. |
ve lâ yehdî-him |
: ve onları hidayet etmiyor |
12. |
sebîlen |
: yol |
13. |
ittehazû-hu |
: onu edindiler |
14. |
ve kânû |
: ve oldular |
15. |
zâlimîne |
: zalimler, zulmedenler |
١٤٩
وَلَمَّا سُقِطَ فى اَيْديهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّوا قَالُوا لَءِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرينَ
(149) ve lemma sükita fi eydihim ve raev ennehüm kad dallu kalu leil lem yerhamna rabbüna ve yağfir lena lenekunenne minel hasirin
vaktaki elleri ile (yaptıklarına) pişman oldular onlar, kesinlikle dalalete düştüklerini gördüler dediler eğer Rabbimiz bize merhamet etmez bizi bağışlamazsa biz mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız
(149) When they repented, and saw that they had erred, they said: if our Lord have not mercy upon us and forgive us, we shall indeed be of those who perish.
1. |
ve lemmâ |
: ve, …dığı zaman |
2. |
sukıta fî eydîhim |
: ellerinin içine düşürüldü (aklı başına geldi, yanıldığını anladı, pişman oldu) |
3. |
ve reev |
: ve gördüler |
4. |
ennehum |
: (kendilerinin), …… olduğunu |
5. |
kad |
: olmuş |
6. |
dallû |
: dalâlete düştüler |
7. |
kâlû |
: dediler |
8. |
le in |
: eğer |
9. |
lem yerham-nâ |
: bize merhamet etmezse |
10. |
rabbunâ |
: Rabbimiz |
11. |
ve yağfir-lenâ |
: ve bize mağfiret et |
12. |
le nekûnenne (le nekûne enne) |
: muhakkak biz oluruz |
13. |
min el hâsirîne |
: hüsrana düşenlerden |
Sayfa:168
١٥٠
وَلَمَّا رَجَعَ مُوسى اِلى قَوْمِه غَضْبَانَ اَسِفًا قَالَ بِءْسَمَا خَلَفْتُمُونى مِنْ بَعْدى اَعَجِلْتُمْ اَمْرَرَبِّكُمْ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَاْسِ اَخيهِ يَجُرُّهُ اِلَيْهِ قَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونى وَكَادُوا يَقْتُلُونَنى فَلَا تُشْمِتْ بِىَ الْاَعْدَاءَ وَلَا تَجْعَلْنى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمينَ
(150) ve lemma racea musa ila kavmihi ğadbane esifen kale bi’sema haleftümuni mim ba’di e aciltüm emra rabbiküm ve elkal elvaha ve ehaze bi ra’si ehiyhi yecürrühu ileyh kale bne ümme innel kavmestad’afuni ve kadu yaktüluneni fe la tüşmit biyel a’dae ve la tec’alni meal kavmiz zalimin
vaktaki musa kavmine öfkeli, kederli dönünce dedi ne kadar kötü benden sonra, bir halifelik yaptınız acele ettiniz Rabbinizin emrini ve levhaları bıraktı kardeşinin başından tutup çekince kendine doğru dedi anamın oğlu şüphesiz kavmim beni zayıf buldular neredeyse öldüreceklerdi beni sende düşmanların (yüzünü) benimle güldürme beni zalim kavimle bir tutma
(150) When Moses came back to his people, angry and grieved, He said: evil it is that ye have done in my place in my absence: did ye make haste to bring on the judgment of your Lord? he put down the tablets, seized his brother by (the hair of) his head, and dragged him to him. Aaron said: son of my mother the people did indeed reckon me as naught, and went near to slaying me make not the enemies rejoice over my misfortune, nor count thou me amongst the people of sin.
1. |
ve lemmâ |
: ve olduğu zaman |
2. |
recea mûsâ |
: Musa döndü |
3. |
ilâ kavmi-hî |
: kavmine |
4. |
gadbâne |
: öfkeli, kızgın |
5. |
esifen |
: üzüntülü, mahzun |
6. |
kâle |
: dedi |
7. |
bi’semâ |
: ne kötü |
8. |
haleftumû-nî |
: benim yerime geçtiniz, bana halef oldunuz |
9. |
min ba’dî |
: …den sonra |
10. |
e aciltum |
: acele mi ettiniz |
11. |
emre rabbi-kum |
: Rabbinizin emri |
12. |
ve elka el elvâha |
: levhaları bıraktı (attı) |
13. |
ve ehaze |
: ve tuttu |
14. |
bi re’si |
: başını |
15. |
ahî-hi |
: onun kardeşi |
16. |
yecurru-hu |
: onu çekiyor |
17. |
ileyhi |
: ona (kendisine) |
18. |
kâle ibne umme |
: dedi, anne oğlu |
19. |
inne el kavme istad’afû-nî |
: muhakkak bu kavim beni hakir gördü(ler), güçsüzleştirdi, zayıf buldu(lar) |
20. |
ve kâdû |
: neredeyse, az kalsın, hemen hemen |
21. |
yaktulûne-nî |
: beni öldürüyorlar |
22. |
fe lâ tuşmit |
: artık yüzlerini güldürme |
23. |
biyel a’dâe (biye el a’dâe) |
: benimle o düşmanları |
24. |
ve lâ tec’al-nî |
: ve beni kılma |
25. |
mea el kavmi ez zâlimîne |
: zalim kavimle beraber, birlikte |
١٥١
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لى وَلِاَخى وَاَدْخِلْنَا فى رَحْمَتِكَ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمينَ
(151) kale rabbiğfir li ve li ehiy ve edhilna fi rahmetike ve ente erhamür rahimin
dedi ya Rabbi beni ve kardeşimi bağışla bizi rahmetine koy sen merhametlilerin en merhametlisisin
(151) Moses prayed: O my Lord forgive me and my brother admit us to thy mercy for thou art the Most Merciful of those who show mercy
1. |
kâle |
: dedi |
2. |
rabbıgfirlî (rabbi ıgfir-lî) |
: Rabbim beni mağfiret et |
3. |
ve li ahî |
: ve kardeşimi |
4. |
ve edhil-nâ |
: bizi dahil et |
5. |
fî rahmeti-ke |
: senin rahmetinin içine |
6. |
ve ente |
: ve sen |
7. |
erhamu er râhımîne |
: rahmet edenlerin en çok rahmet edenisin |
١٥٢
اِنَّ الَّذينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِى الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَكَذلِكَ نَجْزِى الْمُفْتَرينَ
(152) innellezinet tehazül icle seyenalühüm ğadabüm mir rabbihim ve zilletün fil hayatid dünya ve kezalike neczil müfterin
şüphesiz buzağıyı (ilah) edinen kimselere onlara gelecektir Rabbinden gazap dünya hayatında da zillet böylece cezasını veririz iftira edenlerin
(152) Those who took the calf (for worship) will indeed be overwhelmed with wrath from their Lord, and with shame in this life: thus do we recompense those who invent (falsehoods).
1. |
inne |
: muhakkak |
2. |
ellezîne ittehazû el ıcle |
: buzağı (ilâh) edinen kimseler |
3. |
se-yenâlu-hum |
: onlar nail olacaklar, uğrayacaklar |
4. |
gadabun |
: bir öfke, cezalandırma |
5. |
min rabbi-him |
: Rab’lerinden |
6. |
ve zilletun |
: ve bir zillet |
7. |
fî el hayâti ed dunyâ |
: dünya hayatında |
8. |
ve kezâlike |
: ve böylece, işte böyle |
9. |
neczî el mufterîne |
: iftira edenleri cezalandırırız |
١٥٣
وَالَّذينَ عَمِلُوا السَّيِّاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَامَنُوا اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحيمٌ
(153) vellezine amilüs seyyiati sümme tabu mim ba’diha ve amenu inne rabbeke mim ba’diha le ğafurur rahiym
o kimseler ki kötü amel işlediler sonra tövbe edip onun arkasından iman ettiler şüphesiz Rabbin, tövbe ve imandan sonra elbette bağışlayıcı, merhametlidir
(153) But those who do wrong but repent thereafter and (truly) believe, verily thy Lord is thereafter Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler, onlar |
2. |
amilû es seyyiâti |
: seyyiat yaptılar, derecat kaybettiren ameller yaptılar |
3. |
summe |
: sonra |
4. |
tâbû |
: tövbe ettiler |
5. |
min ba’di-hâ |
: ondan sonra |
6. |
ve âmenû |
: ve âmenû oldular |
7. |
inne |
: muhakkak |
8. |
rabbe-ke |
: senin Rabbin |
9. |
min ba’di-hâ |
: ondan sonra |
10. |
le gafûrun |
: elbette mağfiret edendir |
11. |
rahîmun |
: rahmet gönderendir |
١٥٤
وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَ وَفى نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
(154) ve lemma sekete am musel ğadabü ehazel elvah ve fi nüshatiha hüdev ve rahmetül lillezine hüm li rabbihim yerhebun
vaktaki musa’nın öfkesi sükunet bulunca levhaları aldı levhanın bir nüshasında hidayet ve rahmet Rablerinden korkan kimseler içindir.(yazmakta idi)
(154) When the anger of Moses was appeased, he took up the tablets: in the writing thereon was guidance and mercy for such as fear their Lord.
1. |
ve lemmâ |
: …dığı zaman |
2. |
sekete |
: sakinleşti, sukûn buldu |
3. |
an mûsâ el gadabu |
: Musa’dan öfkesi |
4. |
ehaze el elvâhe |
: levhaları tuttu, aldı |
5. |
ve fî nushati-hâ |
: ve onun nüshasında vardır |
6. |
huden |
: hidayet |
7. |
ve rahmetun |
: ve rahmet |
8. |
li ellezîne |
: o kimseler ki |
9. |
hum |
: onlar |
10. |
li |
: için |
11. |
rabbi-him |
: Rab’leri |
12. |
yerhebûne |
: korkarlar |
١٥٥
وَاخْتَارَ مُوسى قَوْمَهُ سَبْعينَ رَجُلًا لِميقَاتِنَا فَلَمَّا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِءْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّاىَ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاءُ مِنَّااِنْ هِىَ اِلَّا فِتْنَتُكَ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَاءُ وَتَهْدى مَنْ تَشَاءُ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِرينَ
(155) vahtara musa kavmehu seb’iyne racülel li mikatina felemma ehazethümür racfetü kale rabbi lev şi’te ehlekte hüm min kablü ve iyyay e tühliküna bima feales süfehaü minna in hiye illa fitnetük tüdillü biha men teşaü ve tehdi men teşa’ ente veliyyüna fağfir lena verhamna ve ente hayrul ğafirin
Musa kavminden yetmiş kişi seçti tayin ettiğimiz zaman için onları bir sarsıntı yakalayınca dedi ya Rabbi eğer dileseydin helak ederdin onları ve beni daha önceden helak edecek misin bizi bizden olan sefihlerin yaptıklarından dolayı bu ancak senin imtihanındır onunla sen dilediğini sapıklıkta bırakırsın dilediğini hidayete erdirirsin sen bizim velimizsin bizi bağışla bize acı sen bağışlayıcıların en hayırlısısın
(155) And Moses chose seventy of his people for our place of meeting: when they were seized with violent quaking, he prayed: O my Lord if it had been thy will thou couldst have destroyed, long before, both them and me: wouldst thou destroy us for the deeds of the foolish once among us? this is no more than trial: by it thou causest whom thou wilt to stray and thou leadest whom thou wilt into the right path. Thou art our protector: so forgive us and give us the mercy: for thou art the best of those who forgive.
1. |
vahtâra (ve ahtâre) |
: ve seçti |
2. |
mûsâ |
: Musa |
3. |
kavme-hu |
: kavmi(den) |
4. |
seb’îne |
: 70 (seb’a |
5. |
raculen |
: adam |
6. |
li mîkâti-nâ |
: belirlediğimiz vakit için (tayin ettiğimiz zaman) |
7. |
fe lemmâ |
: sonra, böylece, …dığı zaman |
8. |
ehazethum er recfetu |
: onları bir sarsıntı aldı |
9. |
kâle |
: dedi |
10. |
rabbi |
: Rabbim |
11. |
lev şi’te |
: eğer sen dileseydin, isteseydin |
12. |
ehlekte-hum |
: onları helâk ettin |
13. |
min kablu |
: önceden, daha önce |
14. |
ve iyyâye |
: ve beni |
15. |
e tuhliku-nâ |
: bizi helâk mı edeceksin (biz senin tarafından helâk mı edileceğiz) |
16. |
bimâ |
: sebebiyle, dolayısıyla |
17. |
feala es sufehâu |
: sefihlerin yaptıkları |
18. |
min-nâ |
: bizden |
19. |
in |
: ise |
20. |
hiye |
: o |
21. |
illâ |
: yalnız, ancak, …den başka |
22. |
fitnetu-ke |
: senin imtihanın |
23. |
tudıllu |
: dalâlete düşürürsün |
24. |
bihâ |
: onun ile |
25. |
men teşâu |
: dilediğin kimse |
26. |
ve tehdî |
: ve hidayete erdirirsin |
27. |
men teşâu |
: dilediğin kimse |
28. |
ente |
: sen |
29. |
veliyyu-nâ |
: bizim velîmizsin, dostumuzsun |
30. |
fâgfirle-nâ (fe ıgfir lenâ) |
: artık bize mağfiret et |
31. |
verhamnâ (ve ırham-nâ) |
: ve bize merhamet et |
32. |
ve ente |
: ve sen |
33. |
hayrû el gâfirîne |
: mağfiret edenlerin en hayırlısısın |
Sayfa:169
١٥٦
وَاكْتُبْ لَنَا فى هذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاخِرَةِ اِنَّا هُدْنَا اِلَيْكَ قَالَ عَذَابى اُصيبُ بِه مَنْ اَشَاءُ وَرَحْمَتى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكوةَ وَالَّذينَ هُمْ بِايَاتِنَا يُؤْمِنُونَ
(156) vektüb lena fi hazihid dünya hasenetev ve fil ahirati inna hüdna ileyk kale azabi üsiybü bihi men eşa’ ve rahmeti vesiat külle şey’ fe seektübüha lillezine yettekune ve yü’tunez zekate vellezine hüm bi ayatina yü’minun
bize yaz bu dünyada hem de ahirette hasene şüphesiz biz sana yöneldik buyurdu azabımı isabet ettiririm istediğim kimselere rahmetim ise daha geniştir her şeyden onlara yazacağım o kimseler ki sakınırlar zekatlarını verirler ve onlar ayetlerimize iman etmişlerdir
(156) And ordain for us that which is good, in this life and in the Hereafter: for we have turned unto thee. He said: with my punishment I visit whom I will but my mercy extendeth to all things. That (mercy) I shall ordain for those who do right, and practise regular Charity, and those who believe in our Signs
1. |
vektub (ve uktub) |
: ve yaz |
2. |
lenâ |
: bize |
3. |
fî hâzihi ed dunyâ |
: bu dünyada |
4. |
haseneten |
: iyilik (zait dereceler), hasene |
5. |
ve fî el âhıreti |
: ve ahirette |
6. |
innâ |
: şüphesiz biz |
7. |
hud-nâ |
: yöneldik, tövbe ettik, döndük |
8. |
ileyke |
: sana |
9. |
kâle |
: dedi |
10. |
azâbî |
: azabım |
11. |
usîbu |
: isabet ettiririm |
12. |
bihî |
: ona, onunla |
13. |
men eşâu |
: dilediğime, dilerim |
14. |
ve rahmetî |
: ve rahmetim |
15. |
vesiat |
: kapsadı, kuşattı, (geniştir) içine aldı |
16. |
kulle şey’in |
: herşeyi |
17. |
fe se ektubu-hâ |
: böylece onu yazacağım |
18. |
li ellezîne |
: o kimselere ki |
19. |
yettekûne |
: takva sahibi olurlar |
20. |
ve yu’tûne ez zekâte |
: ve zekâtı verirler |
21. |
vellezîne (ve ellezîne) |
: ve o kimseler ki |
22. |
hum |
: onlar |
23. |
bi âyâti-nâ |
: âyetlerimize |
24. |
yu’minûne |
: mü’min olurlar, mü’minlerdir |
١٥٧
اَلَّذينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِىَّ الْاُمِّىَّ الَّذى يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِى التَّوْريةِ وَالْاِنْجيلِ يَاْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَاءِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّتى كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذينَ امَنُوا بِه وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذى اُنْزِلَ مَعَهُ اُولءِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
(157) ellezine yettebiuner rasulen nebiyyel ümmiyye llezi yecidunehu mektuben indehüm fit tevrati vel incili ye’müruhüm bil ma’rufi ve yenhahüm anil münkeri ve yühillü lehümüt tayyibati ve yüharrimü aleyhimül habaise ve yedau anhüm israhüm vel ağlalelleti kanet aleyhim fellezine amenu bihi ve azzeruhü ve nesaruhü vettebeun nurallezi ünzile meahu ülaike hümül müflihun
o kimseler ki o resüle tabi olurlar ümmi nebiye onun isminin yazılmış olduğunu bulurlar yanlarındaki tevrat ve incil’de o kendilerine iyiliği emreder onları fenalıklardan men eder onlara temiz şeyleri helal kılar onlara habis olanları haram kılar kaldırır onlardan meşakkatli teklifleri ve üzerlerindeki çile zincirlerini işte ona iman eden kimseler ona tanzimde bulunurlar ona yardım edenler o nura tabi olurlar onunla beraber indirilene işte onlar muratlarına erenlerdir
(157) “Those who follow the Messenger, the unlettered Prophet, whom they find mentioned in their own (Scriptures)- in the Law and the Gospel- for he commands them what is just and forbids them what is evil he allows them as lawful what is good (and pure) and prohibits them from what is bad (and impure) he releases them from their heavy burdens and from the yokes that are upon them. So it is those who believe in him, honour him, help him, and follow the Light which is sent down with him- it is they who will prosper.”
1. |
ellezîne |
: o kimseler ki onlar |
2. |
yettebiûne |
: uyarlar, tâbî olurlar |
3. |
er resûle |
: resûle, elçiye |
4. |
en nebiyye el ummiyye ellezî |
: okuma yazma bilmeyen peygamber ki o |
5. |
yecidûne-hu |
: onu bulurlar |
6. |
mektûben |
: yazılı olarak |
7. |
indehum |
: yanlarında |
8. |
fî et tevrâti |
: Tevrat’ta |
9. |
ve el incîli |
: ve İncil |
10. |
ye’muru-hum |
: onlara emreder |
11. |
bi el ma’rûfi |
: irfanla |
12. |
ve yenhâ-hum |
: ve onlara yasaklar, onları nehyeder |
13. |
an el munkeri |
: kötülükten, münkerden |
14. |
ve yuhıllu |
: ve helâl kılar |
15. |
lehum et tayyibâti |
: onlara, temiz ve güzel olan |
16. |
ve yuharrimu |
: ve haram kılar |
17. |
aleyhim el habâise |
: onlara, habis olan şeyleri (kötü ve pis olan şeyler) |
18. |
ve yedau |
: ve kaldırır |
19. |
an-hum |
: onlardan |
20. |
ısra-hum |
: onların ağırlığını, zorluklarını, yüklerini |
21. |
ve el aglâle elletî |
: ve zincirin halkaları ki o |
22. |
kânet |
: oldu, olmuş olan (olan) |
23. |
aleyhim |
: onların üzerinde |
24. |
fe ellezîne |
: böylece o kimseler ki |
25. |
âmenû bi-hî |
: ona inandılar |
26. |
ve azzerû-hu |
: ona destek oldular |
27. |
ve nasarû-hu |
: ona yardım ettiler |
28. |
ve ittebeû en nûre ellezî |
: o nura tâbî oldular ki o |
29. |
unzile |
: gönderdi, indirdi |
30. |
mea-hu |
: onunla birlikte |
31. |
ulâike |
: işte onlar |
32. |
hum el muflihûne |
: onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir |
١٥٨
قُلْ يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّى رَسُولُ اللّهِ اِلَيْكُمْ جَميعًا الَّذى لَهُ مُلْكُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ لَااِلهَ اِلَّا هُوَ يُحْي وَيُميتُ فَامِنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الَّذى يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِه وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
(158) kul ya eyyühen nasü inni rasulüllahi ileyküm cemian illezi lehu mülküs semavati vel ard la ilahe illa hüve yuhyi ve yümitü fe aminu billahi ve rasulihin nebiyyil ümmiyye llezi yü’minü billahi ve kelimetihi vettebiuhü lealleküm tehtedun
dedi ey insanlar şüphesiz ben Allah’ın resülüyüm sizin hepinize (gönderilmiş) semaların ve arzın mülkü o’nundur o’ndan başka ilah yoktur hayat verir ve öldürür hemen Allah’a iman edin ve o’nun ümmi nebi olan resülüne o ki Allah’a ve onun kelimelerine inanandır ve o’na tabi olun olur ki hidayete erersiniz
(158) Say: “O men! as the Messenger of Allah, I am sent unto you all, to Whom belongeth the dominion of the heavens and the earth: there is no god but He: it is He that giveth both life and death. So believe in Allah and His Messenger, the unlettered Prophet, who believeth in Allah and His Words: follow him that (so) ye may be guided.”
1. |
kul |
: de |
2. |
yâ eyyuha en nâsu |
: ey insanlar |
3. |
innî |
: muhakkak ki ben |
4. |
resûlu allâhi |
: Allah’ın resûlü |
5. |
ileykum |
: size |
6. |
cemîan ellezî |
: hepinize ki o |
7. |
lehu |
: ona ait, onun |
8. |
mulku es semâvâti |
: semaların mülkü |
9. |
ve el ardı |
: ve yeryüzü |
10. |
lâ ilâhe |
: ilâh yoktur |
11. |
illâ huve |
: ondan başka |
12. |
yuhyî |
: o diriltir |
13. |
ve yumîtu |
: ve o öldürür |
14. |
fe âminû bi allâhi |
: öyleyse Allah’a îmân edin |
15. |
ve resûli-hi |
: ve onun resûlüne |
16. |
en nebiyyi el ummiyyi ellezî |
: ümmî peygamber ki o |
17. |
yu’minu |
: inanır (mü’mindir) |
18. |
bi allâhi |
: Allah’a |
19. |
ve kelimâti-hî |
: ve onun sözlerine, kelimelerine |
20. |
ve ittebiû-hu |
: ve ona tâbî olun |
21. |
lealle-kum |
: umulur ki siz, böylece siz |
22. |
tehtedûne |
: hidayete erersiniz |
١٥٩
وَمِنْ قَوْمِ مُوسى اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه يَعْدِلُونَ
(159) ve min kavmi musa ümmetüy yehdune bil hakkı ve bihi ya’dilun
Musa’nın kavminden bir ümmet hakka irşat ederler onunla adaletli davranırlar
(159) Of the people of Moses there is a section who guide and do justice in the light of truth.
1. |
ve min kavmi mûsâ |
: ve Musa’nın kavminden |
2. |
ummetun |
: bir ümmet, bir topluluk (vardır) |
3. |
yehdûne |
: hidayete erdirir, ulaştırır |
4. |
bi el hakkı |
: Hakk’a |
5. |
ve bihî |
: ve onunla |
6. |
ya’dilûne |
: adil olurlar, adaletle hükmederler |
Sayfa:170
١٦٠
وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَىْ عَشْرَةَ اَسْبَاطًا اُمَمًا وَاَوْحَيْنَا اِلى مُوسى اِذِ اسْتَسْقيهُ قَوْمُهُ اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوى كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
(160) ve katta’nahümüs netey aşrate esbatan ümema ve evhayna ila musa izisteskahü kavmühu enidrib bi asakel hacer fenbeceset minhüsneta aşrate ayna kad alime küllü ünasim meşrabehüm ve zallelna aleyhimül ğamame ve enzelna aleyhimül menne ves selva külu min tayyibati ma razaknaküm ve ma zalemuna ve lakin kanu enfüsehüm yazlimun
biz onları ayırdık ümmetler olarak on iki toruna biz musa’ya vahyettik onun kavmi su istediği zaman asan ile taşa vur hemen taştan on iki kaynak fışkırdı kesinlikle hemen insan topluluğu bildi içecekleri yeri bulutlarla üzerlerine gölge yaptık indirdik üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın temizlerinden yeyin size rızık olarak verdiklerimizin biz zulüm etmedik lakin onlar kendi nefislerine zulüm etti
(160) We divided them into twelve Tribes or nations. We directed Moses by inspiration, when his (thirsty) people asked him for water: “Strike the rock with thy staff”: out of it there gushed forth twelve springs: each group knew its own place for water. We gave them the shade of clouds, and sent down to them manna and quails, (saying): “Eat of the good things we have provided for you”: (but they rebelled) but they harmed their own souls.
1. |
katta’nâ-hum |
: ve biz ayrı ayrı ayırdık onları |
2. |
isnetey aşrete |
: on iki |
3. |
esbâtan |
: sıbt (torun, nesil, kol, grup) |
4. |
umemen |
: topluluk, ümmet |
5. |
ve evhay-nâ |
: biz vahyettik |
6. |
ilâ mûsâ |
: Musa’ya |
7. |
iz isteskâ-hu |
: ondan su istediği zaman |
8. |
kavmu-hu |
: onun kavmi |
9. |
en ıdrıb |
: vurmak |
10. |
bi asâ-ke |
: senin asan ile |
11. |
el hacer |
: taş |
12. |
fe inbeceset |
: hemen fışkırdı |
13. |
min-hu |
: ondan |
14. |
isnetâ aşrete |
: on iki |
15. |
aynen |
: pınar |
16. |
kad |
: oldu |
17. |
alime |
: bildi |
18. |
kullu unâsin |
: her insan (bütün insanlar) |
19. |
meşrebe-hum |
: onların içeceği yer |
20. |
ve zallel-nâ |
: ve biz gölgeledik |
21. |
aley-him |
: onların üzerine |
22. |
el gamame |
: bulut |
23. |
ve enzel-nâ |
: ve indirdik |
24. |
aleyhim el menne |
: onlara kudret helvası |
25. |
ve es selvâ |
: ve bıldırcın |
26. |
kulû |
: yeyin |
27. |
min tayyibâti |
: helâl olanlardan |
28. |
mâ rezak-nâ-kum |
: sizi rızıklandırdığımız şeyler |
29. |
ve mâ zâlemû-nâ |
: ve bize zulmetmediler |
30. |
ve lâkin |
: ve fakat |
31. |
kânû |
: oldular |
32. |
enfuse-hum |
: kendi nefsleri |
33. |
yazlimûne |
: zulmediyorlar |
١٦١
وَاِذْ قيلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِءْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا نَغْفِرْ لَكُمْ خَطيَاتِكُمْ سَنَزيدُ الْمُحْسِنينَ
(161) ve iz kıle lehümü skünu hazihil karyete ve külu minha haysü şi’tüm ve kulu hittatüv vedhulül babe sücceden nağfirleküm hatiy’atiküm senezidül muhsinin
o zaman onlara denilmişti yerleşin şu karyeye ve ondan dilediğiniz yerden yeyin günahlarımızı bağışla deyiniz ve kapısından secde ederek giriniz sizin hata ve suçlarınızı bağışlayayım iyilik edenlere ilerde ziyadesini veririz
(161) And remember it was said to them: dwell in this town and eat therein as ye wish, but say the word of humility and enter the gate in a posture of humility: we shall forgive you your faults we shall increase (the portion of) those who do good.
1. |
ve iz kîle |
: ve denildiği zaman |
2. |
lehum uskunû |
: onlara oturun, yerleşin |
3. |
hâzihi el karyete |
: bu şehir |
4. |
ve kûlû |
: ve yeyin |
5. |
min-hâ |
: ondan |
6. |
haysu |
: neresi, nereden |
7. |
şi’tum |
: dilediğiniz, istediğiniz |
8. |
ve kûlû |
: ve deyin, söyleyin |
9. |
hıttatun |
: af dileyerek |
10. |
ve udhul el bâbe |
: ve kapıdan girin (dahil olun) |
11. |
succeden |
: secde ederek |
12. |
nagfir-lekum |
: biz sizi mağfiret edelim |
13. |
hatîâti-kum |
: sizin hatalarınızı |
14. |
se nezîdu el muhsinîne |
: muhsinlere arttıracağız |
١٦٢
فَبَدَّلَ الَّذينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذى قيلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ
(162) fe beddelellezine zalemu minhüm kavlen ğayrallezi kıle lehüm fe erselna aleyhim riczem mines semai bima kanu yazlimun
derken onlardan zulmeden kimseler değiştirdiler onlara söylenen başka bir sözle bunun üzerine bizde gönderdik semadan üzerlerine murdarlık azabını zulüm yaptıkları sebebiyle
(162) But the transgressors among them changed the word from that which had been given them so we sent on them a plague from heaven. For that they repeatedly transgressed.
1. |
ellezîne fe beddele |
: onlar böylece değiştirdi |
2. |
zalemû |
: zulmettiler |
3. |
min-hum |
: onlardan |
4. |
kavlen gayre ellezî |
: ondan başka bir söz |
5. |
kîle |
: söylenen |
6. |
lehum |
: onlara |
7. |
fe ersel-nâ |
: bunun üzerine biz gönderdik |
8. |
aleyhim |
: onların üzerine |
9. |
riczen |
: bir azap |
10. |
min es semâi |
: semadan |
11. |
bimâ |
: sebebiyle |
12. |
kânû |
: oldular |
13. |
yazlimûne |
: zulmediyorlar |
١٦٣
وَسْلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّتى كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِ اِذْ يَعْدُونَ فِى السَّبْتِ اِذْ تَاْتيهِمْ حيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَ لَا تَاْتيهِمْ كَذلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
(163) ves’elhüm anil karyetil leti kanet hadiratel bahr iz ya’dune fis sebti iz te’tihim hiytanühüm yevme sebtihim şürraav ve yevme la yesbitune la te’tihim kezalike nebluhüm bima kanu yefsükun
onlara o karyeden sor deniz kenarının (kıyısında) olan tecavüz ediyorlardı cumartesi gününün yasağına zira balıklar cumartesi günü onlara akın ediyor cumartesi gününün harici günde gelmiyorlardı böylece onlar imtihan oluyorlardı fasık olduklarından dolayı
(163) Ask them concerning the town standing close by the sea. Behold they transgressed in the matter of the Sabbath. For on the day their Sabbath their fish did come to them, openly holding up their heads, but on the day they had no Sabbath, they came not: thus did we make a trial of them, for they were Given to transgression.
1. |
ve ıs’el-hum |
: onlara sor |
2. |
an el karyeti elletî |
: beldeden ki; o |
3. |
kânet |
: idi, oldu |
4. |
hâdırate el bahri |
: deniz kıyısında |
5. |
iz ya’dûne |
: haddi aştıkları zaman |
6. |
fî es sebti |
: cumartesi gününde |
7. |
iz te’tî-him |
: onlara geldiği vakit |
8. |
hîtânu-hum |
: balıkları |
9. |
yevme |
: o gün |
10. |
sebti-him |
: onların yasak uygulama (günü) (cumartesi günü) |
11. |
şurre’an |
: akın akın |
12. |
ve yevme |
: ve o gün |
13. |
lâ yesbitune |
: yasak uygulamama (günü) |
14. |
lâ te’tî-him |
: onlar gelmiyorlar |
15. |
kezâlike |
: böylece |
16. |
neblû-hum |
: onları imtihan ediyoruz |
17. |
bimâ |
: şey sebebiyle |
18. |
kânû |
: oldular |
19. |
yefsukûne |
: fıska düşüyorlar |
Sayfa:171
١٦٤
وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا اللّهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَديدًا قَالُوا مَعْذِرَةً اِلى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
(164) ve iz kalet ümmetüm minhüm lime teizune kavmen üllahü mühlikühüm ev müazzibühüm azaben şedida kalu ma’ziraten illa rabbiküm ve leallehüm yettekun
kendi içlerinden ümmet geldiği zaman niçin o kavme nasihat ediyorsunuz Allah’ın helak edeceği veya şiddetli azaba uğrayacağı dediler Rabbimizden özür dilemeleri için umulur ki onlar sakınırlar
(164) When some of them said: why do ye preach to a people whom Allah will destroy or visit with a terrible punishment? said the preachers: to discharge our duty to your Lord, and perchance they may fear him.
1. |
ve iz kâlet |
: ve dediği zaman |
2. |
ummetun |
: bir topluluk, ümmet |
3. |
min-hum |
: onlardan |
4. |
lime |
: niçin |
5. |
teizûne |
: öğüt veriyorsunuz |
6. |
kavmen |
: bir kavme |
7. |
allâhu muhliku-hum |
: Allah’ın helâk edeceği kimseler |
8. |
ev |
: veya |
9. |
muazzibu-hum |
: azaba uğramış (uğratılacak) kimseler |
10. |
azâben şedîdâ |
: şiddetli bir azap |
11. |
kâlû |
: dediler |
12. |
ma’zireten |
: bir özür olarak, mazeret olarak |
13. |
ilâ rabbi-kum |
: Rabbinize |
14. |
ve lealle-hum |
: ve böylece onlar |
15. |
yettekûne |
: takva sahibi olurlar |
١٦٥
فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه اَنْجَيْنَا الَّذينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَاَخَذْنَا الَّذينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَءيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
(165) felemma nesu ma zükkiru bihi enceynellezine yenhevne anis sui ve ehaznellezine zalemu bi azabim beisim bima kanu yefsükun
vaktaki unuttular edilen nasihatleri bizde kötülükten men edenleri kurtardık zulüm eden kimseleri de yakaladık çetin bir azapla fesat yapmaları sebebiyle
(165) When they disregarded the warnings that had been given them, we rescued those who forbade evil but we visited the wrongdoers with a grievous punishment, because they were given to transgression.
1. |
fe lemmâ |
: artık, böylece, …dığı zaman |
2. |
nesû |
: unuttular |
3. |
mâ zukkirû |
: hatırlatılan şeyi |
4. |
bihî |
: onunla |
5. |
enceynâ ellezîne |
: kurtardık ki onlar |
6. |
yenhevne |
: nehyediyorlar (yasaklıyorlar) |
7. |
an es sûi |
: kötülüklerden |
8. |
ve ahaznâ ellezîne |
: ve o kimseleri yakaladık, aldık |
9. |
zalemû |
: zulmettiler |
10. |
bi azâbin |
: bir azap ile |
11. |
beîsin |
: çetin, zor, fena |
12. |
bimâ |
: şey sebebiyle |
13. |
kânû |
: oldukları |
14. |
yefsukûne |
: fıska düşüyorlar |
١٦٦
فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِينَ
(166) felemma atev amma nühu anhü kulna lehüm kunu kıradeten hasiin
vaktaki haddi aştılar men ettikleri şeyde dedik onlara hor, alçak maymunlar olun
(166) When in their insolence they transgressed (all) prohibitions, we said to them: be ye apes, despised and rejected.
1. |
fe lemmâ |
: böylece, olduğu zaman |
2. |
atev |
: haddi aştılar |
3. |
an mâ |
: şeyden |
4. |
nuhû |
: nehyedildikleri (yasaklandıkları) |
5. |
anhu |
: ondan |
6. |
kulnâ |
: biz dedik |
7. |
lehum |
: onlara |
8. |
kûnû |
: olunuz |
9. |
kıredeten |
: maymunlar |
10. |
hâsiîne |
: aşağılık, alçak |
١٦٧
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلى يَوْمِ الْقِيمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ اِنَّ رَبَّكَ لَسَريعُ الْعِقَابِ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحيمٌ
(167) ve iz teezzene rabbüke le yeb’asenne aleyhim ila yevmil kıyameti mey yesumühüm suel azab inne rabbeke le seriul ikab ve innehu le ğafurur rahiym
o zaman Rabbim bildirdi onların üzerlerine muhakkak göndereceğini kıyamet gününe kadar onları azabın en kötüsüne sevk edecek birini şüphesiz Rabbim çok çabuk ceza (verendir) şüphesiz o çok bağışlayan çok merhametlidir
(167) Behold thy Lord did declare that He would send against them, to the day of judgment, those who would affect them with grievous penalty. Thy Lord is quick in retribution, but He is also Oft-Forgiving, Most Merciful.
1. |
ve iz teezzene |
: ve bildirmişti |
2. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
3. |
le yeb’asenne |
: mutlaka gönderecek |
4. |
aleyhim |
: onların üzerine |
5. |
ilâ yevmi el kıyâmeti |
: kıyâmet gününe (kadar) |
6. |
men |
: kim, kimse |
7. |
yesûmu-hum |
: onları zorlayacak |
8. |
sûe el azâbi |
: azabın kötüsü |
9. |
inne |
: muhakkak, şüphesiz |
10. |
rabbeke |
: senin Rabbin |
11. |
le serîu el ıkâbi |
: mutlaka ikabı (şiddetli ceza) çabuktur (seridir) |
12. |
ve inne-hu |
: ve muhakkak o |
13. |
le gafûrun |
: elbette mağfiret edendir |
14. |
rahîmun |
: Rahîm’dir, rahmet gönderendir |
١٦٨
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِى الْاَرْضِ اُمَمًا مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذلِكَ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّاَتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
(168) ve katta’nahüm fil erdi ümema minhümüs salihune ve minhüm dune zalike ve belevnahüm bil hasenati ves seyyiati leallehüm yerceun
onları dağıttık yeryüzüne ümmetler halinde onlardan salih olanlarda, bunlardan daha aşağı, onları imtihan ettik iyi hem de kötü halleriyle olur ki onlar dönerler
(168) We broke them up into sections on this earth. There are among them some that are the righteous, and some that are the opposite. We have tried them with both prosperity and adversity: in order that they might turn (to us).
1. |
ve katta’nâ-hum |
: ve onları ayrı ayrı böldük, ayırdık |
2. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
3. |
umemâ |
: topluluklar, milletler |
4. |
min hum es sâlihûne |
: onlardan salihler |
5. |
ve min-hum |
: ve onlardan |
6. |
dûne |
: başka |
7. |
zâlike |
: bunlar |
8. |
ve belev-nâ-hum |
: biz onları imtihan ettik |
9. |
bi el hasenâti |
: iyilikle |
10. |
ve es seyyiâti |
: ve kötülükle |
11. |
lealle-hum |
: böylece onlar |
12. |
yerciûne |
: dönerler |
١٦٩
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَاْخُذُونَ عَرَضَ هذَا الْاَدْنى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَا وَاِنْ يَاْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَاْخُذُوهُ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْميثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا فيهِ وَالدَّارُ الْاخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذينَ يَتَّقُونَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
(169) fe halefe mim ba’dihim halfüv verisül kitabe ye’huzune arada hazel edna ve yekulune se yuğferulena ve iy ye’tihim aradum mislühu ye’huzuh e lem yü’haz aleyhim misakul kitabi el la yekulü alellahi illel hakka ve derasu ma fih ved darul ahiratü hayrul lillezine yettekune e fela ta’kilun
bundan sonra arkalarından gelenler halef oldu kitaba varis oldular şu basit dünya malını alıyorlar ve derler bizler mağfiret olacağız yaptıkları işlerin karşılığı olarak onlara gelse onu da alırlar alınmamış mıydı kendilerinden o kitap (gereği) söz Allah’a karşı haktan başka, söylemeyeceklerine (dair) içindeki şeylerden ders görmüşlerdir ahiret yurdu hayırlıdır sakınan kimseler için akıllanmayacak mısınız?
(169) After them succeeded an (evil) generation: they inherited the book, but they chose (for themselves) the vanities of this world, saying (for excuse): (everything) will be forgiven us. (even so), if similar vanities came their way, they would (again) seize them. Was not the Covenant of the book taken from them, that they would not ascribe to Allah anything but the truth? and they study what is in the book. But best for the righteous in the home in the Hereafter. Will ye not understand?
1. |
fe halefe |
: artık yerine geçti |
2. |
min ba’di-him |
: onlardan sonra |
3. |
halfun |
: sonraki nesil |
4. |
verisû el kitâbe |
: kitaba varis oldular |
5. |
ye’huzûne |
: alırlar |
6. |
arada |
: dünya malı |
7. |
hâze el ednâ |
: bu değersiz |
8. |
ve yekûlûne |
: ve derler |
9. |
se yugferu lenâ |
: yakında bize mağfiret edilecek |
10. |
ve in ye’ti-him |
: ve onlara gelirse |
11. |
aradun |
: dünya malı |
12. |
misli-hu |
: onun kadar (daha) |
13. |
ye’huzû-hu |
: onu alırlar |
14. |
e lem yu’haz |
: alınmadı mı |
15. |
aleyhim |
: onların üzerine, onlardan |
16. |
mîsâku el kitâbi |
: kitabın misaki |
17. |
en lâ yekûlû |
: söylememeleri |
18. |
alâ allâhi |
: Allah’a karşı |
19. |
illâ el hakka |
: haktan başka |
20. |
ve deresû |
: ve okudular, öğrendiler |
21. |
mâ fî-hi |
: içindeki şeyleri |
22. |
ve ed dâru el âhıretu |
: ve ahiret yurdu |
23. |
hayrun |
: daha hayırlı |
24. |
li ellezîne |
: o kimseler için |
25. |
yettekûne |
: takva sahibi olurlar |
26. |
e fe lâ ta’kılûne |
: hâlâ akıl etmez misiniz |
١٧٠
وَالَّذينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ وَاَقَامُوا الصَّلوةَ اِنَّا لَا نُضيعُ اَجْرَ الْمُصْلِحينَ
(170) vellezine yümessikune bil kitabi ve ekamüs salah inna la nüdiy’u ecral muslihiyn
kitaba sağlam tutunanlar namazı dosdoğru kılanlar şüphesiz biz zayi etmeyiz iyilik yapanların ecirlerini
(170) As to those who hold fast by the book and establish regular prayer, never shall we suffer the reward of the righteous to perish.
1. |
ve ellezîne |
: ve o kimseler ki |
2. |
yumessikûne |
: sımsıkı sarılırlar |
3. |
bi el kitâbi |
: kitaba |
4. |
ve ekâmu es salâte |
: ve namazı ikame ederler |
5. |
innâ |
: şüphesiz biz |
6. |
lâ nudîu |
: ziyan etmeyiz |
7. |
ecre el muslihîne |
: salihlerin ecrini |
Sayfa:172
١٧١
وَاِذْ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَاَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّوا اَنَّهُ وَاقِعٌ بِهِمْ خُذُوا مَا اتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا فيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(171) ve iz netaknel cebele fevkahüm keennehu zulletüv ve zannu ennehu vakium bihim huzu ma ateynaküm bi kuvvetiv vezküru ma fihi lealleküm tettekun
bir zaman biz dağı onların üzerlerine kaldırmıştık sanki gölgelikmiş gibi onu üzerlerine düşüyor sanmışlardı size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri zikredin umulur ki siz sakınırsınız
(171) When we shook the mount over them, as if it had been a canopy, and they thought it was going to fall on them (we said): hold firmly to what we have given you, and bring (ever) to remembrance what is therein perchance ye may fear Allah.
1. |
ve iz netaknâ el cebele |
: dağı kaldırdığımız zaman (çekip kaldırmıştık) |
2. |
fevka-hum |
: onların üstüne |
3. |
ke enne-hu |
: o, sanki, gibi |
4. |
zulletun |
: bir gölgelik |
5. |
ve zannû |
: ve zannettiler |
6. |
enne-hu |
: onun, ….. olduğunu |
7. |
vâkıun |
: düşen |
8. |
bi-him |
: onlara |
9. |
huzû |
: alın |
10. |
mâ âtey-nâ-kum |
: size verdiğimiz şeyleri |
11. |
bi kuvvetin |
: kuvvetle, sımsıkı |
12. |
ve uzkurû |
: ve hatırlayın, (zikredin) |
13. |
mâ fî-hi |
: onun içinde olan şey(ler)i |
14. |
lealle-kum |
: böylece siz |
15. |
tettekûne |
: takva sahibi olursunuz |
١٧٢
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنى ادَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلى اَنْفُسِهِمْ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلى شَهِدْنَا اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هذَا غَافِلينَ
(172) ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kıyameti inna künna an haza ğafilin
o zaman adem oğullarından Rabbin ahit almıştı onların sırtlarından zürriyetlerinden onların nefislerine karşı şahit tutarak sizin Rabbiniz ben değil miyim? evet dediler bizler şahitiz kıyamet günü demeyesiniz diye muhakkak biz bundan gafillerdik
(172) When thy Lord drew forth from the children of Adam from their loins their descendants, and made them testify concerning themselves, (saying): Am I not your Lord (who cherishes and sustains you)? they said: yea we do testify (this), lest ye should say on the day of judgment: of this we were never mindful:
1. |
ve iz ehaze |
: ve çıkardığı zaman, (çıkarmıştı) |
2. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
3. |
min benî âdeme |
: Âdemoğullarından |
4. |
min zuhûri-him |
: onların sırtlarından |
5. |
zurriyyete-hum |
: onların zürriyetlerini |
6. |
ve eşhede-hum |
: ve onları şahit tuttu |
7. |
alâ enfusi-him |
: nefslerinin üzerine |
8. |
e lestu |
: ben değil miyim |
9. |
bi rabbi-kum |
: sizin Rabbiniz |
10. |
kâlû |
: dediler |
11. |
belâ |
: evet |
12. |
şehid-nâ |
: biz şahit olduk |
13. |
en tekûlû |
: demeniz, demenize karşı (dememeniz için) |
14. |
yevme el kıyâmeti |
: kıyâmet günü |
15. |
innâ |
: muhakkak ki biz |
16. |
kun-nâ |
: biz olduk |
17. |
an hâzâ |
: bundan |
18. |
gâfilîne |
: gâfiller, habersiz olanlar |
١٧٣
اَوْ تَقُولُوا اِنَّمَا اَشْرَكَ ابَاؤُنَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ
(173) ev tekulu innema eşrake abaüna min kablü ve künna zürriyyetem mim ba’dihim e fetühliküna bima fealel mübtilun
yahut demeyesiniz fakat babalarımız önceden şirk koşmuş biz onların ardından gelen bir zürriyet idik bizi helak mı edeceksin batılı kuranları yaptığı şeyler yüzünden
(173) Or lest ye should say: our fathers before us may have taken false gods, but we are (their) descendants after them: wilt thou then destroy us because of the deeds of men who were futile?
1. |
ev |
: veya, yahut, yoksa |
2. |
tekûlû |
: dersiniz |
3. |
innemâ |
: fakat |
4. |
eşreke |
: şirk koştu |
5. |
âbâu-nâ |
: atalarımız, babalarımız |
6. |
min kablu |
: önceden, daha önce |
7. |
ve kun-nâ |
: ve biz olduk |
8. |
zurriyyeten |
: bir nesil |
9. |
min ba’di-him |
: onlardan sonra |
10. |
e fe tuhliku-nâ |
: o zaman bizi helâk mı edeceksin |
11. |
bimâ |
: sebebiyle, dolayısıyla |
12. |
feale |
: yaptı |
13. |
el mubtilûne |
: bâtılla amel edenler |
١٧٤
وَكَذلِكَ نُفَصِّلُ الْايَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
(174) ve kezalike nüfessilül ayati ve leallehüm yerciun
işte biz ayetleri böyle açıklarız olur ki onlar dönerler
(174) Thus do we explain the Signs in detail and perchance they may turn (unto us).
1. |
ve kezâlike |
: ve işte böyle |
2. |
nufassılu el âyâti |
: âyetleri ayrı ayrı açıklarız |
3. |
ve lealle-hum |
: ve böylece onlar |
4. |
yerciûne |
: dönerler, rücu ederler |
١٧٥
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّذى اتَيْنَاهُ ايَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوينَ
(175) vetlü aleyhim nebeellezi ateynahü ayatina feseleha minha fe etbeahüş şeytanü fe kane minel ğavin
sen onlara o kimsenin haberini oku ona ayetlerimizi vermiştik o bunlardan sıyrıldı nihayet şeytan onu arkasına taktı azgınlardan oldu
(175) Relate to them the story of the man to whom we sent our Signs, but he passed them by: so Satan followed him up, and he went astray.
1. |
vetlu (ve utlu) |
: ve anlat, tilâvet et, oku |
2. |
aleyhim |
: onlara üzerlerine |
3. |
nebee |
: haber |
4. |
ellezî |
: ki o |
5. |
âtey-nâ-hu |
: biz ona verdik |
6. |
âyâti-nâ |
: âyetlerimizi |
7. |
fenseleha (fe inseleha) |
: sonra o ayrıldı |
8. |
min-hâ |
: ondan |
9. |
fe etbea-hu eş şeytânu |
: şeytan onu kendine tâbî kıldı |
10. |
fe kâne |
: böylece oldu |
11. |
min el gâvîne |
: zarar görenlerden (azgınlardan) |
١٧٦
وَلَوْ شِءْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلكِنَّهُ اَخْلَدَ اِلَىالْاَرْضِ وَاتَّبَعَ هَويهُ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ ذلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
(176) ve lev şi’na le rafa’nahü biha ve lakinnehu ahlede ilel erdi vettebea hevah fe meselühu ke meselil kelb in tahmil aleyhi yelhes ev tetrukhü yelhes zalike meselül kavmillezine kezzebu bi ayatina faksusil kasasa leallehüm yetefekkerun
eğer dileseydik kendisine verilen ayetlerle onu yükseltirdik lakin o arza saplandı ve o hevasına tabi oldu onun misali köpeğin haline benzer onun üzerine varsan dilini çıkarır solur yahut kendi haline bıraksan solur hali böyledir işte ayetlerimizi yalanlayan kavim sen kıssayı anlat olur ki onlar düşünürler
(176) If it had been our will, we should have elevated him with our Signs but he inclined to the earth, and followed his own vain desires. His similitude is that of a dog: if you attack him, he lolls out his tongue, or if you leave him alone, he (still) lolls out his tongue. That is the similitude of those who reject our Signs so relate the story perchance they may reflect.
1. |
ve lev |
: ve eğer |
2. |
şi’nâ |
: biz diledik |
3. |
le refa’nâ-hu |
: mutlaka onu yükselttik (yükseltirdik) |
4. |
bi-hâ |
: onunla |
5. |
ve lâkinne-hû |
: ve fakat o |
6. |
ahlede |
: meyletti |
7. |
ilâ el ardı |
: arza, dünyaya |
8. |
ve ittebea |
: ve tâbî oldu, uydu |
9. |
hevâ-hu |
: hevasına, nefsinin afetlerine |
10. |
fe meselu-hu |
: böylece onun durumu |
11. |
ke meseli el kelbi |
: köpeğin misali gibi |
12. |
in |
: eğer |
13. |
tahmil |
: hamle yaparsın, ilgilenirsin |
14. |
aleyhi |
: onun üzerine, ona |
15. |
yelhes |
: solur |
16. |
ev |
: veya |
17. |
tetruk-hu |
: onu kendi haline terkedersin |
18. |
yelhes |
: solur |
19. |
zâlike |
: o, işte o, işte böyle |
20. |
meselu el kavmi ellezîne |
: o kavmin durumu gibi |
21. |
kezzebû |
: yalanladılar |
22. |
bi âyâti-nâ |
: âyetlerimizi |
23. |
faksusîl kasasa
(fe uksusî el kasasa) |
: bu kısası anlat |
24. |
lealle-hum |
: böylece onlar |
25. |
yetefekkerûne |
: tefekkür ederler |
١٧٧
سَاءَ مَثَلًا الْقَوْمُ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ
(177) sae meselenil kavmüllezine kezzebu bi ayatina ve enfüsehüm kanu yazlimun
hali ne kötüdür ayetlerimizi yalanlayanların onlar kendi nefislerine zulüm ederler
(177) Evil as an example are people who reject our Signs and wrong their own souls.
1. |
sâe |
: ne kötü |
2. |
meselen |
: misali, durumu, hali |
3. |
el kavmu ellezîne |
: o kavim ki onlar |
4. |
kezzebû |
: yalanladılar |
5. |
bi âyati-nâ |
: âyetlerimizi |
6. |
ve enfuse-hum |
: ve nefslerine |
7. |
kânû |
: oldular |
8. |
yazlimûne |
: zulmediyorlar |
١٧٨
مَنْ يَهْدِ اللّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدى وَمَنْ يُضْلِلْ فَاُولءِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
(178) mey yehdillahü fe hüvel mühtedi ve mey yudlil fe ülaike hümül hasirun
Allah kimi hidayete erdirirse hidayeti bulan odur kimi de saptırırsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır
(178) Whom Allah doth guide, he is on the right path: whom He rejects from his guidance, such are the persons who perish.
1. |
men |
: kim |
2. |
yehdi allâhu |
: Allah hidayete erdirirse |
3. |
fe huve el muhtedî |
: o zaman o hidayete ermiştir |
4. |
ve men |
: ve kim |
5. |
yudlil |
: dalâlette ise |
6. |
fe ulâike |
: o zaman işte onlar |
7. |
hum el hâsirûne |
: onlar hüsrana düşenlerdir |
Sayfa:173
١٧٩
وَلَقَدْ ذَرَاْنَا لِجَهَنَّمَ كَثيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَايُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا اُولءِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ اُولءِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
(179) ve le kad zera’na li cehenneme kesiram minel cinni vel insi lehüm kulubül la yefkahune biha ve lehüm a’yünül la yübsirune biha ve lehüm azanül la yesmeune biha ülaike kel en’ami bel hüm edal ülaike hümül ğafilun
gerçekten biz çoğunu cehennem için çoğalttık cinlerin ve insanların onların kalpleri vardır onlarla anlamazlar onların gözleri vardır onlarla görmezler onların kulakları vardır onlarla işitmezler işte onlar hayvanlar gibidir hatta daha taşkındırlar işte onlar gafillerdir
(179) Many are the Jinns and men we have made for Hell: they have hearts wherewith they understand not, eyes wherewith they see not, and ears wherewith they hear not. They are like cattle, nay more misguided: for they are heedless (of warning).
1. |
ve lekad |
: ve andolsun ki |
2. |
zere’nâ |
: yarattık, hazırladık |
3. |
li cehenneme |
: cehennemi |
4. |
kesîren |
: çok |
5. |
min el cinni |
: cinlerden |
6. |
ve el insi |
: ve insanlar |
7. |
lehum |
: onların vardır |
8. |
kulûbun |
: kalpler |
9. |
lâ yefkahûne |
: fıkıh edemezler, idrak edemezler |
10. |
bi-hâ |
: onunla |
11. |
ve lehum |
: ve onların vardır |
12. |
a’yunun |
: gözler |
13. |
lâ yubsırûne |
: göremezler |
14. |
bi-hâ |
: onunla |
15. |
ve lehum |
: ve onların vardır |
16. |
âzânun |
: kulaklar |
17. |
lâ yesmeûne |
: işitemezler |
18. |
bi-hâ |
: onunla |
19. |
ulâike |
: işte onlar |
20. |
ke el en’âmi |
: hayvanlar gibi |
21. |
bel hum |
: hayır onlar, hatta onlar |
22. |
edallu |
: daha çok dalâlette |
23. |
ulâike |
: işte onlar |
24. |
hum el gâfilûne |
: onlar gâfil olanlardır |
١٨٠
وَلِلّهِ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذينَ يُلْحِدُونَ فى اَسْمَاءِه سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(180) ve lillahil esmaül husna fed’uhü biha ve zerullezine yülhidune fi esmaih seyüczevne ma kanu ya’melun
Allah’ındır en güzel isimler o’na o isimlerle dua edin o isimleri yanlış, zatına yakışmayacak şekilde okuyanları bırakın cezalandırılacaklardır onlar yaptıklarından (dolayı)
(180) The most beautiful names belong to Allah: so call on him by them but shun such men as use profanity in his names: for what they do, they will soon be requited.
1. |
ve li allâhi |
: ve Allah’ındır |
2. |
el esmâu el husnâ |
: en güzel isimler |
3. |
fe ud’u-hu |
: artık ona dua edin |
4. |
bi-hâ |
: onunla |
5. |
ve zerû ellezîne |
: ve o kimseleri terket |
6. |
yulhıdûne |
: saptırıyorlar |
7. |
fî esmâi-hi |
: onun isimlerinde, isimleri hakkında |
8. |
se yuczevne |
: yakında cezalandırılacaklar |
9. |
mâ |
: o şey (dolayı) |
10. |
kânû |
: oldular |
11. |
ya’melûne |
: yapıyorlar |
١٨١
وَمِمَّنْ خَلَقْنَا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه يَعْدِلُونَ
(181) ve mimmen halakna ümmetüy yehdune bil hakkı ve bihi ya’dilun
sizden yarattığımız bir ümmette var hakka eriştirirler ve onunla adalet gösterirler
(181) Of those we have created are people who direct (others) with truth. And dispense justice therewith.
1. |
ve mim-men (min men) |
: ve o kimselerden |
2. |
halâk-nâ |
: biz yarattık |
3. |
ummetun |
: bir ümmet, topluluk (vardır) |
4. |
yehdûne |
: hidayete erdirir |
5. |
bi el hakkı |
: Hakk’a |
6. |
ve bihî |
: ve onunla |
7. |
ya’dilûne |
: adaletli davranırlar, adaleti sağlarlar |
١٨٢
وَالَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ
(182) vellezine kezzebu bi ayatina senestedricühüm min haysü la ya’lemun
ayetlerimizi yalanlayan o kimseler de biz onları bilmedikleri yerden tedrici olarak (helaka) yaklaştıracağız
(182) Those who reject our Signs, we shall gradually visit with punishment, in ways they perceive not
1. |
vellezine (ve ellezîne) |
: ve o kimseler |
2. |
kezzebû |
: yalanladılar |
3. |
bi ayâti-nâ |
: âyetlerimizi |
4. |
se nestedricu-hum |
: onların derecelerini yavaş yavaş azaltacağız |
5. |
min haysu |
: bir yerden |
6. |
lâ ya’lemûne |
: bilmedikleri |
١٨٣
وَاُمْلى لَهُمْ اِنَّ كَيْدى مَتينٌ
(183) ve ümli lehüm inne keydi metin
mühlet verilir onlara benim mekrim çok çetindir
(183) Respite will I grant unto them: for my scheme is strong (and unfailing).
1. |
ve umlî |
: ve uzatırım, mühlet veriyorum |
2. |
lehum |
: onlara |
3. |
inne |
: muhakkak |
4. |
keydî |
: benim tuzağım (hilem) |
5. |
metînun |
: çok çetin, çok kuvvetli, zordur |
١٨٤
اَوَ لَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذيرٌ مُبينٌ
(184) e ve lem yetefekkeru ma bi sahibihim min cinneh in hüve illa nezirum mübin
bunlar düşünmezler mi? arkadaşlarında cinnetten (bir şey yoktur) o ancak açık bir uyarıcıdır
(184) Do they not reflect? their companion is not seized with madness: He is but a perspicuous warner.
1. |
e ve |
: ve mi |
2. |
lem yetefekkerû |
: tefekkür etmezler |
3. |
mâ |
: yoktur, olmadı |
4. |
bi sâhıbi-him |
: sahiplerinde, onların arkadaşlarında |
5. |
min cinnetin |
: delilikten (bir şey) |
6. |
in huve illâ |
: o ancak …’dır |
7. |
nezîrun |
: bir nezir, uyarıcı |
8. |
mubînun |
: apaçık, açıkça |
١٨٥
اَوَ لَمْ يَنْظُرُوا فى مَلَكُوتِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّهُ مِنْ شَىْءٍ وَاَنْ عَسى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْ فَبِاَىِّ حَديثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
(185) e ve lem yenzuru fi melekutis semavati vel erdi ve ma halekallahü min şey’iv ve en asa ey yekune kadikterabe ecelühüm fe bi eyyi hadisim ba’dehu yü’minun
onlar hiç bakmadılar mı? semaların ve arzın mülkiyet ve tasarrufuna ve Allah’ın yaratmış olduğu şeyle gerçekten yaklaşmış olabileceğine onların ecellerinin artık bu sözden sonra neye iman edeceksiniz?
(185) Do they see nothing in the government of the heavens and the earth and all that Allah hath created? (do they not see) that it may well be that their term in nigh drawing to an end? in what message after this will they then believe?
1. |
e ve lem yanzurû |
: bakmıyorlar mı, bakmazlar mı |
2. |
fî |
: içinde, hakkında |
3. |
melekûti |
: nizam, saltanat, idare, mülkiyet |
4. |
es semâvâti |
: gökler, semalar |
5. |
ve el ardı |
: ve yeryüzü |
6. |
mâ halaka allâhu |
: Allah’ın yarattığı şey(ler) |
7. |
min |
: …den, …dan |
8. |
şey’in |
: bir şey |
9. |
ve |
: ve |
10. |
en asâ |
: ihtimal olması, olasılık olması |
11. |
en yekûne |
: olması |
12. |
kad ıkterebe |
: pek yakın olmuş olan, çok yaklaşmış olan |
13. |
ecelu-hum |
: onların ecelleri |
14. |
fe bi eyyi |
: artık hangisi |
15. |
hadîsin |
: bir söz |
16. |
ba’de-hu |
: ondan sonra |
17. |
yu’minûne |
: inanırlar (mü’min olurlar) |
١٨٦
مَنْ يُضْلِلِ اللّهُ فَلَا هَادِىَ لَهُ وَيَذَرُهُمْ فى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
(186) mey yudlilillahü fe la hadiye leh ve yezeruhüm fi tuğyanihim ya’mehun
Allah bir kimseyi saptırmışsa onu yola getirecek yoktur onları bırakır da azgınlıkları içinde bocalar dururlar
(186) To such as Allah rejects from his guidance, there can be no guide: He will leave them in their trespasses, wandering in distraction.
1. |
men |
: kimse, kim |
2. |
yudlili allâhu |
: Allah dalâlette bırakır |
3. |
fe lâ |
: artık yoktur |
4. |
hâdiye |
: hidayete erdiren kimse |
5. |
lehu |
: onun için |
6. |
ve yezeru-hum |
: ve onları bırakır, terkeder |
7. |
fî |
: içinde |
8. |
tugyâni-him |
: azgınlıkları, isyanları |
9. |
ya’mehûne |
: şaşırırlar, şaşkın halde olurlar |
١٨٧
يَسْلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسيهَا قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّى لَا يُجَلّيهَا لِوَقْتِهَا اِلَّا هُوَ ثَقُلَتْ فِى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ لَا تَاْتيكُمْ اِلَّا بَغْتَةً يَسْلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِىٌّ عَنْهَا قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّهِ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
(187) yes’eluneke anis saati eyyane mürsaha kul innema ilmüha inde rabbi la yücelliha li vaktiha illa hu sekulet fis semavati vel ard la te’tiküm illa bağteh yes’eluneke keenneke hafiyyün anha kul innema ilmüha indellahi ve lakinne ekseran nasi la ya’lemun
sana (kıyamet) saatinden sorarlar ne zaman vukua geleceğini de ki onun ilmi ancak Rabbimin katındadır tecelli ettirecektir onu tam vaktinde semalara ve yere ağır basmıştır size ansızın gelecek sana soruyorlar sanki onun gizli sırrından (haberin varmış gibi) de ki ancak onun ilmi Allah’ın katındadır lakin insanların çoğu bilmezler
(187) They ask thee about the (final) hour when will be its appointed time? say: the knowledge thereof is with my Lord (alone): none but He can reveal as to when it will occur. Heavy were its burden though the heavens and the earth. Only, all of a sudden will it come to you. They ask thee as if thou wart eager in search thereof: say: the knowledge thereof is with Allah (alone), but most men know not.
1. |
yes’elûne-ke |
: sana sorarlar |
2. |
an es sâati |
: saatini (vaktini), o saatten, o saat hakkında |
3. |
eyyâne |
: ne zaman |
4. |
mursâhâ |
: vukua gelmesi |
5. |
kul |
: de |
6. |
innemâ |
: sadece, yalnızca |
7. |
ilmu-hâ |
: onun ilmi |
8. |
inde rabbî |
: Rabbimin yanında, Rabbimin katında |
9. |
lâ yucellî-hâ |
: onu açığa çıkarmaz (açıklamaz) açığa vermemek |
10. |
li vakti-hâ |
: onun vakti, zamanı |
11. |
illâ hu |
: ondan başkası (ancak o) |
12. |
sekulet |
: ağır geldi |
13. |
fî es semâvâti |
: göklerde, göklere (semalara) |
14. |
ve el ardı |
: ve yerde, yerlere |
15. |
lâ te’tî-kum |
: size gelmez |
16. |
illâ bagteten |
: ancak ansızın (ansızın olmaktan başka bir şekilde) |
17. |
yes’elûne-ke |
: sana sorarlar |
18. |
ke enne-ke |
: sanki sen |
19. |
hafiyyun |
: haberdar olarak, gizli olarak, (gizliden haberi olan) |
20. |
anhâ |
: ondan |
21. |
kul |
: de |
22. |
innemâ |
: sadece |
23. |
ilmu-hâ |
: onun ilmi |
24. |
inde allâhi |
: Allah’ın indinde, katında |
25. |
ve lâkinne |
: ve lâkin, fakat |
26. |
eksere en nâsi |
: insanların çoğu |
27. |
lâ ya’lemûne |
: bilmezler |
Sayfa:174
١٨٨
قُلْ لَا اَمْلِكُ لِنَفْسى نَفْعًا وَلَا ضَرًّا اِلَّا مَا شَاءَ اللّهُ وَلَوْ كُنْتُ اَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِىَ السُّوءُ اِنْ اَنَا اِلَّا نَذيرٌ وَبَشيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
(188) kul la emlikü li nefsi nef’av ve la darran illa ma şaellah ve lev küntü a’lemül ğaybe lesteksertü minel hayr ve ma messeniyes suü in ene illa neziruv ve beşirul li kavmiy yü’minun
de ki ben malik değilim kendi nefsim için fayda ve zarar vermeye ancak Allah’ın dilemesi başka eğer gaybı bilmiş olsaydım elbette hayırdan daha çok yapardım ve bana fenalık dokunmazdı ben ancak uyarıcı ve müjdeleyiciyim inanan bir kavim için
(188) Say: I have no power over any good or harm to my self except as Allah willeth. If I had knowledge of the unseen I should have multiplied all good and no evil should have touched me: I am but a warner, and a bringer of glad tidings to those who have Faith.
1. |
kul |
: de |
2. |
lâ emliku |
: malik değilim (güce sahip değilim) |
3. |
li nefsî |
: nefsim için |
4. |
nef’an |
: bir fayda |
5. |
ve lâ darran |
: ve darlık olmaz |
6. |
illâ mâ şae allâhu |
: Allah’ın dilemesi hariç |
7. |
ve lev kuntu |
: ve eğer ben olsaydım |
8. |
a’lemu el gaybe |
: gaybı biliyorum |
9. |
le isteksertu |
: elbette çoğaltırım |
10. |
min el hayrı |
: hayırdan |
11. |
ve |
: ve |
12. |
mâ messeniye es sûu |
: bana bir kötülük dokunmaz |
13. |
in ene |
: öyle ise ben |
14. |
illâ |
: ancak |
15. |
nezîrun |
: bir nezir, uyarıcı |
16. |
ve beşîrun |
: ve bir müjdeleyici |
17. |
li kavmin |
: bir kavim için |
18. |
yu’minûne |
: inanırlar (mü’min olurlar) |
١٨٩
هُوَ الَّذى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ اِلَيْهَا فَلَمَّا تَغَشّيهَا حَمَلَتْ حَمْلًا خَفيفًا فَمَرَّتْ بِه فَلَمَّا اَثْقَلَتْ دَعَوَا اللّهَ رَبَّهُمَا لَءِنْ اتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرينَ
(189) hüvellezi halekaküm min nefsiv vahidetiv ve ceale minha zevceha li yesküne ileyha felemma teğaşşaha hamelet hamlen hafifen fe merrat bih felemma eskalet deavellahe rabbehüma lein ateytina salihal lenekunenne mineş şakirin
o ki sizi bir nefisten yaratan sükunet bulasınız diye ondan da eşini yaratandır vaktaki onu bürüdü o hafif bir yük yüklendi böylece onunla geçti derken ağırlaştı Allah’a dua ettiler her ikisinin de Rableri olan eğer bize salih bir çocuk verirse muhakkak şükür edicilerden olacağız
(189) It is He Who created you from a single person and made his mate of like nature, in order that he might dwell with her (in love). When they are united, she bears a light burden and carries it about (unnoticed) when she grows heavy, they both pray to Allah their Lord, (saying): if thou givest us a goodly child. We vow shall (ever) be grateful.
1. |
huve ellezî |
: o ki |
2. |
halaka-kum |
: sizi yarattı |
3. |
min nefsin |
: bir nefsten |
4. |
vâhıdetin |
: bir tek |
5. |
ve ceale |
: ve kıldı, yarattı |
6. |
min-hâ |
: ondan |
7. |
zevce-hâ |
: eşini |
8. |
li yeskune |
: meyletmesi, teskin edilmesi, tatmin olması için |
9. |
ileyhâ |
: ona |
10. |
fe lemmâ |
: böylece, …olduğu zaman |
11. |
tegaşşâ-hâ |
: onu (sarılıp) örttü |
12. |
hamelet |
: yüklendi (hamile kaldı) |
13. |
hamlen |
: bir yük (rahimdeki bebek) |
14. |
hafîfen |
: hafif olarak (ilk devresindeki aşılanmış hücre) |
15. |
fe merret |
: artık dolaştı, yürüdü |
16. |
bi-hî |
: onunla |
17. |
fe lemmâ |
: artık olduğu zaman |
18. |
eskalet |
: ağırlaştı, ağır oldu |
19. |
deavâ allâhe |
: ikisi Allah’a dua etti |
20. |
rabbe-humâ |
: ikisinin Rabbi |
21. |
le in |
: elbette, eğer, ise |
22. |
âteyte-nâ |
: sen bize ver |
23. |
sâlihan |
: salih olan |
24. |
le nekûnenne |
: mutlaka oluruz |
25. |
min eş şâkirîne |
: şükredenlerden |
١٩٠
فَلَمَّا اتيهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اتيهُمَا فَتَعَالَى اللّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
(190) felemma atahüma salihan ceala lehu şürakae fima atahüma fe tealellahü amma yüşrikun
nihayet salih çocuk verilince o’na ortak koşmaya başladılar onlara verdikleri ile Allah şeylerden çok aladır o ortak koştukları
(190) But when He giveth them a goodly child, they ascribe to others a share in the gift they have received: but Allah is exalted high above the partners they ascribe to him.
1. |
fe lemmâ |
: böylece olduğu zaman |
2. |
âtâ-humâ |
: ikisine verdi |
3. |
sâlihan |
: salih olan |
4. |
cealâ |
: kıldılar (ikisi) |
5. |
lehu |
: ona |
6. |
şurakâe |
: ortaklar |
7. |
fî-mâ |
: o şey(ler) hakkında |
8. |
âtâ-hu-mâ |
: ikisine verdi |
9. |
fe teâlâ allâhu |
: halbuki, Allah âlîdir, yücedir |
10. |
ammâ (an mâ) |
: şey(ler)den |
11. |
yuşrikûne |
: ortak, şirk koşuyorlar |
١٩١
اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيًْا وَهُمْ يُخْلَقُونَ
(191) e yüşrikune ma la yahlüku şey’ev ve hüm yuhlekun
onlar hiçbir şey yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar onlar yaratılmışlardır
(191) Do they indeed ascribe to him as partners things that can create nothing, but are themselves created?
1. |
e yuşrikûne |
: şirk (ortak) mı koşuyorlar |
2. |
mâ |
: şeyi, şeyleri |
3. |
lâ yahluku |
: yaratamayan |
4. |
şey’en |
: bir şey |
5. |
ve hum |
: ve onlar |
6. |
yuhlekûne |
: yaratılanlar, yaratılıyorlar |
١٩٢
وَلَا يَسْتَطيعُونَ لَهُمْ نَصْرًا وَلَا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ
(192) ve la yestetuy’une lehüm nasrav ve la enfüsehüm yensurun
güç yetiremezler onlara yardım etmeye onlar kendi nefislerine de yardım edemezler
(192) No aid can they give them nor can they aid themselves
1. |
ve lâ yestetîûne |
: ve güç yetiremezler |
2. |
lehum |
: onlara |
3. |
nasran |
: bir yardım |
4. |
ve lâ |
: ve olmaz |
5. |
enfuse-hum |
: onlar nefslerine (kendilerine) |
6. |
yansurûne |
: yardım ederler (ediyorlar) |
١٩٣
وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدى لَا يَتَّبِعُوكُمْ سَوَاءٌ عَلَيْكُمْ اَدَعَوْتُمُوهُمْ اَمْ اَنْتُمْ صَامِتُونَ
(193) ve in ted’uhüm ilel hüda la yettebiuküm sevaün aleyküm e deavtümuhüm em entüm samitun
eğer onları hidayete davet ederseniz size tabi olmazlar sizin için musavidir onları ister davet edin isterseniz susun
(193) If ye call them to guidance, they will not obey: for you it is the same whether ye call them or ye hold your peace
1. |
ve in ted’û-hum |
: ve onları çağırırsanız |
2. |
ilâ el hudâ |
: hidayete |
3. |
lâ yettebiû-kum |
: size uymazlar, tâbî olmazlar |
4. |
sevâun |
: birdir, eşittir |
5. |
aleykum |
: sizin üzerinize |
6. |
e deavtumû-hum |
: onları davet ettiniz mi |
7. |
em entum |
: veya siz |
8. |
sâmitûne |
: sessiz oldunuz |
١٩٤
اِنَّ الَّذينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ عِبَادٌ اَمْثَالُكُمْ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَجيبُوا لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ
(194) innellezine ted’une min dunillahi ibadün emsalüküm fed’uhüm felyestecibu leküm in küntüm sadikın
şüphesiz Allah’tan başka kulluk ettikleriniz sizin gibi kullardır onlara dua ediniz size cevap versinler eğer sizler doğru söylüyorsanız
(194) Verily those who mean ye who ye call upon besides Allah are servants like unto you: call upon them and let them lesson to your prayer, if ye are (indeed) truthful
1. |
inne ellezîne |
: şüphesiz onlar |
2. |
ted’ûne |
: dua ediyorsunuz |
3. |
min dûni allâhi |
: Allah’tan başka |
4. |
ıbâdun |
: kullar |
5. |
emsâlu-kum |
: sizin gibi |
6. |
fed’û-hum |
: öyleyse onları çağırın |
7. |
fe li yestecibû |
: icabet etsinler |
8. |
lekum |
: size |
9. |
in kuntum |
: eğer siz iseniz |
10. |
sâdıkîne |
: sadık, doğru sözlü |
١٩٥
اَلَهُمْ اَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَا اَمْ لَهُمْ اَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَا اَمْ لَهُمْ اَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَا اَمْ لَهُمْ اذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا قُلِ ادْعُوا شُرَكَاءَ كُمْ ثُمَّ كيدُونِ فَلَا تُنْظِرُونِ
(195) e lehüm ercülüy yemşune biha em lehüm eydiy yebtişune biha em lehüm a’yünüy yübsirune biha em lehüm azanüy yesmeune biha kul id’u şürakaeküm sümme kiduni fela tünzirun
onların yürüyecek ayakları mı var? veya onların onlarla tutunacak elleri mi var? yahut onların görecek gözlerimi var? veyahut işitecek kulakları mı var? de ki çağırın ortaklarınızı sonra bana hilenizi kurun benim (için) beklemeyin
(195) Have they feet to walk with? or hands to lay hold with? or eyes to see with? or earth to hear with? say: call your Allah partners, scheme (your worst) against me, and give me no respite!
1. |
e lehum |
: onların var mı |
2. |
erculun |
: ayaklar |
3. |
yemşûne |
: yürürler |
4. |
bihâ |
: onunla |
5. |
em lehum |
: veya onların var mı |
6. |
eydin |
: eller |
7. |
yabtışûne bihâ |
: onunla tutarlar |
8. |
em lehum |
: veya onların var mı |
9. |
a’yunun |
: gözler |
10. |
yubsırûne bi-hâ |
: onunla görürler |
11. |
em lehum |
: veya onların var mı |
12. |
âzânun |
: kulaklar |
13. |
yesmeûne bi-hâ |
: onunla işitirler |
14. |
kul ud’û |
: de ki davet edin |
15. |
şurekâe-kum |
: ortaklarınızı |
16. |
summe |
: sonra |
17. |
kîdû-ni |
: bana tuzak kurun |
18. |
fe |
: böylece |
19. |
lâ tunzirûne |
: göz açtırmayın (fırsat vermeyin), bekletmeyin, mühlet vermeyin (hile yapın, tuzak kurun) |
Sayfa:175
١٩٦
اِنَّ وَلِِّىَ اللّهُ الَّذى نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحينَ
(196) inne veliyyi yellahü llezi nezzelel kitabe ve hüve yetevelles salihiyn
şüphesiz benim velim Allah’tır o kitabı indirendir ve O salihlerin de velisidir
(196) For my protector is Allah, who revealed the book (from time to time), and he will choose and befriend the righteous.
1. |
inne |
: muhakkak ki |
2. |
veliyyî allâhu ellezine |
: benim velîm Allah’tır ki, o |
3. |
nezzele el kitâbe |
: kitabı indirdi |
4. |
ve huve |
: ve O |
5. |
yetevelle es sâlihîne |
: salihlere velîlik yapar (dost olur) |
١٩٧
وَالَّذينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِه لَا يَسْتَطيعُونَ نَصْرَكُمْ وَلَا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ
(197) vellezine ted’une min dunihi la yestetiy’une nasraküm ve la enfüsehüm yensurun
o’ndan başka tapmış olduklarınız ise size yardım etmeye güçleri yetmez kendi nefislerine de yardım edemezler
(197) But those ye call upon besides him, are unable to help you, and indeed to help themselves.
1. |
ve ellezîne |
: ve onlar ki |
2. |
ted’ûne |
: siz dua ediyorsunuz |
3. |
min dûni-hî |
: ondan başka |
4. |
lâ yestetîûne |
: güç yetiremezler, muktedir değiller |
5. |
nasra-kum |
: size yardıma |
6. |
ve lâ |
: ve olmaz |
7. |
enfuse-hum |
: nefslerine, kendilerine |
8. |
yensurûne |
: yardım ederler |
١٩٨
وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدى لَا يَسْمَعُوا وَتَريهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
(198) ve in ted’uhüm ilel hüda la yesmeu ve terahüm yenzurune ileyke ve hüm la yübsirun
onları hidayete çağırırsın duymazlar onların sana baktıklarını görürsün onlar görmezler
(198) If thou callest them to guidance, they hear not. Thou wilt see them looking at the but the see not.
1. |
ve in ted’û-hum |
: ve eğer onları çağırırsanız |
2. |
ilâ el hudâ |
: hidayete, Allah’a ulaşmaya |
3. |
lâ yesmeû |
: işitmezler |
4. |
ve terâ-hum |
: ve onları görürsün |
5. |
yenzurûne |
: bakarlar, bakıyorlar |
6. |
ileyke |
: sana |
7. |
ve hum |
: ve onlar |
8. |
lâ yubsırûne |
: görmezler |
١٩٩
خُذِ الْعَفْوَ وَاْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلينَ
(199) huzil afve ve’mür bil urfi ve a’rid anil cahilin
af yolunu tut iyiliği emret cahillerden yüz çevir
(199) Hold to forgiveness command what is right but turn away from the ignorant.
1. |
huzil afve (huz el afve) |
: af yolunu benimse, tut |
2. |
ve’mur (ve u’mur) |
: ve emret |
3. |
bil urfi (bi el urfi) |
: örf ile, irfan ile |
4. |
ve a’rıd |
: ve yüz çevir |
5. |
anil câhilîne (an el câhilîne) |
: cahillerden |
٢٠٠
وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ اِنَّهُ سَميعٌ عَليمٌ
(200) ve imma yenzeğanneke mineş şeytani nezğun festeiz billah innehu semiun alim
eğer seni şeytandan bir vesvese dürterse hemen Allah’a sığın şüphesiz o İşiten, Bilendir
(200) If a suggestion from Satan Assail thy (mind), seek refuge with Allah for He heareth and knoweth (all things).
1. |
ve immâ |
: ve ama, fakat |
2. |
yenzeganne-ke |
: sana bir vesvese gelirse |
3. |
min eş şeytâni |
: şeytandan |
4. |
nezgun |
: bir vesvese, dürtme |
5. |
festeiz (fe isteiz) |
: hemen sığın |
6. |
billâhi |
: Allah’a |
7. |
inne-hu |
: muhakkak o |
8. |
semîun |
: işitendir |
9. |
alîmun |
: bilendir |
٢٠١
اِنَّ الَّذينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَاءِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ
(201) innellezinettekav iza messehüm taifüm mineş şeytani tezekkeru fe izahüm mübsirun
şüphesiz sakınan o kimseler kendilerine şeytandan bir taife dokunduğu zaman düşünürler hemen o zaman onlar basiretleriyle bakarlar
(201) Those who fear Allah, when a thought of evil from Satan assaults them, bring Allah to remembrance, when lo they see (aright)
1. |
innellezînettekav
(inne ellezîne ittekav) |
: muhakkak ki takva sahibi olan kimseler |
2. |
izâ messe-hum |
: onlara dokunduğu zaman |
3. |
tâifun |
: gözü bürüyen bir vesvese, musîbet |
4. |
min eş şeytâni |
: şeytandan |
5. |
tezekkerû |
: Allah’ı tezekkür ederler |
6. |
fe izâ-hum |
: o zaman onlar |
7. |
mubsırûne |
: gören kimseler |
٢٠٢
وَاِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِى الْغَىِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ
(202) ve ihvanühüm yemüddünehüm filgayyi sümme la yuksirun
onlar kendi kardeşlerini azgınlık noktasında destekler sonra yakalarını bırakmazlar
(202) But their brethren (the evil once) plunge them deeper into error, and never relax (their efforts).
1. |
ve ihvânu-hum |
: ve onların kardeşleri |
2. |
yemuddûne-hum |
: onları sürüklerler (uzatırlar, çekerler) |
3. |
fî el gayyi |
: gayyın içine (cehenneme) |
4. |
summe |
: sonra |
5. |
lâ yuksirûne |
: vazgeçmezler |
٢٠٣
وَاِذَا لَمْ تَاْتِهِمْ بِايَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَا قُلْ اِنَّمَا اَتَّبِعُ مَا يُوحى اِلَىَّ مِنْ رَبّى هذَا بَصَاءِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
(203) ve iza lem te’tihim bi ayatin kalu lev lectebeyteha kul innema ettebiu ma yuha ileyye mir rabbi haza besairu mir rabbiküm ve hüdev ve rahmetül li kavmiy yü’minun
onlara bir ayeti getirmesen derler derleyip toplayıp uydursaydın ya de ben ancak tabi olurum Rabbimden vahiy olunana bunlar gerçeği gösteren hüccetleridir Rabbinizden gelen hidayet ve rahmettir iman eden kavim için
(203) If thou bring them not a revelation, they say: why hast thou not go it together? say: I but follow what is revealed to me from my Lord: this is (nothing but) lights from your Lord, and guidance, and mercy, for any who have Faith.
1. |
ve izâ lem te’ti-him |
: ve onlara getirmediğin zaman |
2. |
bi-âyetin |
: bir âyet |
3. |
kâlû |
: dediler |
4. |
lev lectebeyte-hâ
(lev lâ ictebeyte-hâ) |
: eğer, şâyet, keşke onu toplasan (düzsen, uydursan) olmaz mı |
5. |
kul |
: de ki |
6. |
innemâ |
: ancak, sadece |
7. |
ettebiu |
: tâbî olurum, uyarım |
8. |
mâ yûhâ |
: vahyolunan şeye |
9. |
ileyye |
: bana |
10. |
min rabbî |
: Rabbimden |
11. |
hâzâ |
: bu |
12. |
besâiru |
: basiret(ler)dir |
13. |
min rabbi-kum |
: Rabbinizden |
14. |
ve huden |
: ve bir hidayettir, hidayete erdiren (Allah’a ulaştıran)dır |
15. |
ve rahmetun |
: ve bir rahmettir |
16. |
li kavmin |
: bir kavim için |
17. |
yu’minûne |
: mü’min oluyorlar (kalplerine îmân yazılıyor) |
٢٠٤
وَاِذَا قُرِءَ الْقُرْانُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
(204) ve iza kuriel kur’anü festemiu lehu ve ensitu lealleküm turhamun
Kur’an okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve anlamaya çalışın umulur ki siz merhamet olunursunuz
(204) When the Quran is read, listen to it with attention, and hold your peace: that ye may receive mercy.
1. |
ve izâ kurielkur’ânu |
: ve Kur’ân okunduğu zaman |
2. |
festemiû (fe istemiû) |
: hemen dinleyin |
3. |
lehu |
: onu |
4. |
ve ensıtû |
: ve susun |
5. |
lealle-kum |
: böylece siz |
6. |
turhamûne |
: rahmet olunursunuz |
٢٠٥
وَاذْكُرْ رَبَّكَ فى نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِلينَ
(205) vezkür rabbeke fi nefsike tedarruav ve hiyfetev ve dunel cehri minel kavli bil gudüvvi ve asali vela teküm minel ğafilin
Rabbini zikir et kendi içinden yalvararak ve korkarak cehri sözden daha az sabahları ve akşamları gafillerden olma
(205) And do thou (O reader) bring thy Lord to remembrance in thy (very) soul, with humility and in reverence, without loudness in words, in the mornings and evenings and be not thou of those who are unheedful.
1. |
vezkur (ve uzkur) |
: ve zikret |
2. |
rabbe-ke |
: Rabbini |
3. |
fî nefsi-ke |
: kendi kendine, nefsinde |
4. |
tedarruan |
: yalvararak |
5. |
ve hîfeten |
: ve korkarak, ürpererek |
6. |
ve dûne el cehri |
: ve sesli olmayarak (açıkça olmayarak) |
7. |
min el kavli |
: sözden |
8. |
bi el guduvvi |
: sabahleyin |
9. |
ve el âsâli |
: ve akşamları (ikindi, akşam arası zaman) |
10. |
ve lâ tekun |
: ve sen olma |
11. |
min el gâfilîne |
: gâfillerden, gaflete düşenlerden |
٢٠٦
اِنَّ الَّذينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ
(206) innellezine inde rabbike la yestekbirune an ibadetihi ve yüsebbihu nehu ve lehu yescüdun
şüphesiz onlar Rabbinin katında büyüklenmezler ona kulluk etmekten onu tespih ederler ve ona secde ederler
(206) Those who are near to thy Lord, disdain not to do him worship: they celebrate his praises, and bow down before him.
1. |
inne ellezîne |
: muhakkak ki onlar, o kimseler |
2. |
inde rabbi-ke |
: senin Rabbinin katında |
3. |
lâ yestekbirûne |
: kibirlenmezler |
4. |
an ibadeti-hî |
: ona kul olmaktan (ona ibadet etmekten) |
5. |
ve yusebbihûne-hu |
: ve onu tesbih ederler |
6. |
ve lehu |
: ve ona |
7. |
yescudûne |
: secde ederler |
8-ENFAL
Sayfa:176
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
١
يَسْلُونَكَ عَنِ الْاَنْفَالِ قُلِ الْاَنْفَالُ لِلّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُوا اللّهَ وَاَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْ وَاَطيعُوااللّهَ وَرَسُولَهُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ
(1) yes’eluneke anil enfal kulil enfalü lillahi ver rasul fettekullahe ve aslihu zate beyniküm ve etiy’ullahe ve rasulehu in küntüm mü’minin
sana soruyorlar ganimetlerden de ki ganimetler Allah’ın ve resülünündür Allah’tan sakının ıslah ediniz birbirinizin arasını Allah ve resulüne itaat ediniz eğer sizler müminlerseniz
(1) They ask thee concerning (things taken as) spoils of war. Say: “(Such) spoils are at the disposal of Allah and the Messenger: so fear Allah, and keep straight the relations between yourselves: Obey Allah and His Messenger, if ye do believe.”
1. |
yes’elûne-ke |
: sana sorarlar |
2. |
an el enfâli |
: ganimetlerden |
3. |
kul el enfâlu |
: de ki, ganimetler |
4. |
li allâhi |
: Allah’ın |
5. |
ve er resûli |
: ve resûl |
6. |
fe ittekû allâhe |
: artk Allah’a karşı takva sahibi olun |
7. |
ve aslihû |
: ve düzeltin, ıslâh edin |
8. |
zâte |
: sahip olduğunuz (durum) |
9. |
beyni-kum |
: aranızda |
10. |
ve etîû allâhe |
: ve Allah’a itaat edin |
11. |
ve resûle-hû |
: ve onun resûlüne |
12. |
in kuntum |
: eğer siz iseniz |
13. |
mu’minîne |
: mü’minler, kalbine îmân yazılmış kimseler |
٢
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ اِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ ايَاتُهُ زَادَتْهُمْ ايمَانًا وَعَلى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
(2) innemel mü’minunellezine iza zükirallahü vecilet kulubühüm ve iza tüliyet aleyhim ayatühu zadethüm imanev ve ala rabbihim yetevekkelun
ancak inanan o kimseler ki Allah zikir edildiği zaman kalpleri ürperir onlara (Allah’ın) o’nun ayetleri okunduğu zaman ziyadeleştirdik imanlarını onlar Rablerine tevekkül ederler
(2) For, Believers are those who, when Allah is mentioned, feel a tremor in their hearts, and when they hear His Signs rehearsed, find their faith strengthened, and put (all) their trust in their Lord
1. |
innemâ |
: amma, lâkin, gerçekten |
2. |
el mu’minûne ellezîne |
: mü’minler onlardır ki |
3. |
izâ zukirallâhu (zukire allâhu) |
: Allah zikredildiği zaman |
4. |
vecilet |
: ürperdi, titredi, cezbelendi |
5. |
kulûbu-hum |
: onların kalpleri |
6. |
ve izâ tuliyet |
: ve okunduğu zaman |
7. |
aleyhim |
: onlara |
8. |
âyâtu-hu |
: onun âyetleri |
9. |
zâdet-hum |
: onların artırdı |
10. |
îmânen |
: îmân |
11. |
ve alâ rabbi-him |
: ve Rab’lerine |
12. |
yetevekkelûne |
: tevekkül ederler |
٣
اَلَّذينَ يُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
(3) ellezine yükiymunes salate ve mimma razaknahüm yünfikun
o kimseler ki namazlarını dosdoğru kılarlar onlara rızık olarak verdiğimiz şeyden de infak ederler
(3) Who establish regular prayers and spend (freely) out of the gifts We have given them for sustenance:
1. |
ellezîne |
: o kimseler ki, onlar |
2. |
yukîmûne es salâte |
: namazı ikame ederler (kılarlar) |
3. |
ve mimmâ |
: ve şeyden |
4. |
razaknâ-hum |
: onları rızıklandırdık (rızık verdik) |
5. |
yunfikûne |
: infâk ederler |
٤
اُولءِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَريمٌ
(4) ülaike hümül mü’minune hakka lehüm deracatün inde rabbihim ve mağfiratüv ve rizkun kerim
işte onlar hakiki müminlerdir onlar için Rableri katında dereceler (vardır) bağışlanma ve kerim rızık
(4) Such in truth are the Believers: they have grades of dignity with their Lord, and forgiveness, and generous sustenance:
1. |
ulâike |
: işte onlar |
2. |
humu |
: onlar |
3. |
el mu’minûne |
: onlar mü’minlerdir |
4. |
hakkâ |
: gerçek, hak |
5. |
lehum |
: onlar için, onların |
6. |
derecâtun |
: dereceler (vardır) |
7. |
inde rabbi-him |
: Rab’lerinin yanında (katında) |
8. |
ve magfiretun |
: ve mağfiret (vardır) (günahların sevaba çevrilmesi) |
9. |
ve rızkun kerîmun |
: ve kerim bir rızık (vardır) |
٥
كَمَا اَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِنْ بَيْتِكَ بِالْحَقِّ وَاِنَّ فَريقًا مِنَ الْمُؤْمِنينَ لَكَارِهُونَ
(5) kema ahraceke rabbüke mim beytike bil hakkı ve inne ferikam minel mü’minine le karihun
nasıl ki Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardı şüphesiz müminlerden bir kısmı hoşlanmıyordu
(5) Just as thy Lord ordered thee out of thy house in truth, even though a party among the Believers disliked it,
1. |
kemâ |
: durum, ….. gibi |
2. |
ahrece-ke |
: seni çıkardı |
3. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
4. |
min beyti-ke |
: senin evinden |
5. |
bi el hakkı |
: hak sebebiyle |
6. |
ve inne |
: ve muhakkak |
7. |
ferîkan |
: bir grup |
8. |
min el mu’minîne |
: mü’minlerden |
9. |
le kârihûne |
: kesinlikle kerih görenler isteksiz olanlar, hoşlanmayanlar |
٦
يُجَادِلُونَكَ فِى الْحَقِّ بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ كَاَنَّمَا يُسَاقُونَ اِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنْظُرُونَ
(6) yücadiluneke fil hakkı ba’de ma tebeyyene keennema yüsakune ilel mevti ve hüm yenzurun
seninle mücadele ediyorlardı hak konusu açığa çıktıktan sonra sanki ölüme sürükleniyorlardı ve onlar baka baka
(6) Disputing with thee concerning the truth after it was made manifest, as if they were being driven to death and they (actually) saw it.
1. |
yucadilûne-ke |
: seninle mücâdele ediyorlar, tartışıyorlar |
2. |
fî el hakkı |
: hak konusunda |
3. |
ba’de mâ |
: o şeyden sonra |
4. |
tebeyyene |
: açığa çıktı, zahir oldu, belli oldu |
5. |
ke ennemâ |
: sanki, tıpkı, gibi |
6. |
yusâkûne |
: sürükleniyorlar |
7. |
ilâ el mevti |
: ölüme |
8. |
ve hum |
: ve onlar |
9. |
yanzurûne |
: bakıyorlar |
٧
وَاِذْ يَعِدُكُمُ اللّهُ اِحْدَى الطَّاءِفَتَيْنِ اَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ اَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُريدُ اللّهُ اَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِه وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرينَ
(7) ve iz yaıdükümüllahü ihdet taifeteyni enneha leküm ve teveddune enne ğayra zatiş şevketi tekunü leküm ve yüridüllahü ey yühıkkal hakka bi kelimatihi ve yaktaa dabiral kafirin
o zaman Allah size vaat ediyordu kesinlikle o iki taifeden birinin sizin (olacağını) sizde istiyordunuz, sizin olması için silahsız olanını Allah’ta istiyordu hak olarak yerine getirmek hak olan kelimelerini ve kafirlerin arkasını kesmek
(7) Behold Allah promised you one of the tow (enemy) parties, that is should be yours: ye wished that the one unarmed should be yours, but Allah willed to justify the truth according to his words, and to cut off the roots of the Unbelievers
1. |
ve iz yaıdu-kum allâhu |
: ve Allah size vaadettiği zaman |
2. |
ihdâ et tâifeteyni |
: iki taifeden biri |
3. |
enne-hâ |
: onun olduğu, olması |
4. |
lekum |
: sizin için |
5. |
ve teveddûne |
: ve temenni ediyorsunuz, diliyorsunuz |
6. |
enne |
: olduğunu, olmasını |
7. |
gayre |
: başka, diğer |
8. |
zâti eş şevketi |
: silâh sahibi |
9. |
tekûnu |
: olması |
10. |
lekum |
: sizin için |
11. |
ve yurîdu allâhu |
: ve Allah istiyor |
12. |
en yuhıkka el hakka |
: hakkın gerçekleşmesi |
13. |
bi kelimâti-hî |
: onun sözleri ile |
14. |
ve yaktaa |
: ve kesiyor |
15. |
dâbire el kâfirîne |
: kâfirlerin arkasını |
٨
لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ
(8) li yühikkal hakka ve yübtilel batile ve lev kerihel mücrimun
hakkı hak olarak tanıtıp yok eder batılı hoşlanmasalar bile mücrimler
(8) That He might justify truth and prove falsehood false, distasteful though it be to those in guilt.
1. |
li yuhıkka el hakka |
: hakkı gerçekleştirmek için |
2. |
ve yubtıle el bâtıle |
: ve bâtılı iptal etmek, yok etmek |
3. |
ve lev |
: ve olsa (da) |
4. |
kerihe |
: kerih gördü, istemedi |
5. |
el mucrimûne |
: mücrimler, günahkârlar |
Sayfa:177
٩
اِذْ تَسْتَغيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ اَنّى مُمِدُّكُمْ بِاَلْفٍ مِنَ الْمَلءِكَةِ مُرْدِفينَ
(9) iz testeğiysune rabbeküm festecabe leküm enni mümiddüküm bi elfim minel melaiketi mürdifin
o zaman imdat istiyorsunuz Rabbinizden hemen icabet etti size şüphesiz ben sizi teyit ediciyim arka arkaya inen bin melekle
(9) Remember ye implored the assistance of Lord, and He answered you: I will assist you with a thousand of the angels, ranks on ranks.
1. |
iz testegîsûne |
: yardım istediğiniz zaman |
2. |
rabbe-kum |
: Rabbiniz |
3. |
fe istecâbe |
: o zaman icabet etti |
4. |
lekum |
: size |
5. |
ennî |
: muhakkak ki ben |
6. |
mumiddu-kum |
: size yardım eden |
7. |
bi elfin |
: bin (tane) ile |
8. |
min el melâiketi |
: meleklerden |
9. |
murdifîne |
: birbirini izleyen |
١٠
وَمَا جَعَلَهُ اللّهُ اِلَّا بُشْرى وَلِتَطْمَءِنَّ بِه قُلُوبُكُمْ وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ عَزيزٌ حَكيمٌ
(10) ve ma cealehüllahü illa büşra ve li tatmeinne bihi kulubüküm ve men nasru illa min indillah innellahe azizün hakim
Allah bunu ancak müjde olarak yaptı onunla kalpleriniz yatışsın diye nusret ancak Allah’ın katındadır muhakkak Allah güç ve hüküm sahibidir
(10) Allah made it but a message of hope, and an assurance to your hearts: (in any case) there is no help except from Allah: and Allah is exalted in power, wise.
1. |
iz |
: idi, olmuştu, olduğu zaman |
2. |
yugaşşî-kum |
: sizi uyuklama hali |
3. |
en nuâse |
: bürüyor, kaplıyor |
4. |
emeneten |
: emin olarak |
5. |
min-hu |
: ondan |
6. |
ve yunezzilu |
: ve indiriyordu |
7. |
aley-kum |
: size, sizin üzerinize |
8. |
min es semâi |
: semadan |
9. |
mâen |
: su |
10. |
li yutahhire-kum |
: sizi temizlemek için |
11. |
bi-hî |
: onunla |
12. |
ve yuzhibe |
: ve giderir |
13. |
an-kum |
: sizden |
14. |
ricze eş şeytâni |
: şeytanın murdarlığı, vesvesesi |
15. |
ve li yerbıta alâ |
: ve bağlamak için |
16. |
kulûbi-kum |
: kalpleriniz |
17. |
ve yusebbite |
: ve sabit kılar, sağlamlaştırır |
18. |
bi-hi |
: onunla |
19. |
el akdâme |
: ayaklar |
١١
اِذْ يُغَشّيكُمُ النُّعَاسَ اَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِه وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْاَقْدَامَ
(11) iz yüğaşşikümün nüase emenetem minhü ve yünezzilü aleyküm mines semai mael li yütahhiraküm bihi ve yüzhibe anküm riczeş şeytani ve li yerbita ala kulubiküm ve yüsebbite bihil akdam
o zaman bastırıyordu sizi hafif bir uyku emniyet olarak kendi tarafında üzerinize indiriyordu semadan su temizliyordu sizi onunla gidiyordu üzerinizden şeytanın pisliğini cesaret veriyordu kalplerinize sebat veriyordu onunla ayaklarınıza
(11) Remember He covered you with a sort of drowsiness, to give you calm as from Himself, and He caused rain to descend on you from heaven, to clean you therewith, to remove from you the stain of Satan, to strengthen your hearts, and to plant your feet firmly therewith.
1. |
iz |
: idi, olmuştu, olduğu zaman |
2. |
yugaşşî-kum |
: sizi uyuklama hali |
3. |
en nuâse |
: bürüyor, kaplıyor |
4. |
emeneten |
: emin olarak |
5. |
min-hu |
: ondan |
6. |
ve yunezzilu |
: ve indiriyordu |
7. |
aley-kum |
: size, sizin üzerinize |
8. |
min es semâi |
: semadan |
9. |
mâen |
: su |
10. |
li yutahhire-kum |
: sizi temizlemek için |
11. |
bi-hî |
: onunla |
12. |
ve yuzhibe |
: ve giderir |
13. |
an-kum |
: sizden |
14. |
ricze eş şeytâni |
: şeytanın murdarlığı, vesvesesi |
15. |
ve li yerbıta alâ |
: ve bağlamak için |
16. |
kulûbi-kum |
: kalpleriniz |
17. |
ve yusebbite |
: ve sabit kılar, sağlamlaştırır |
18. |
bi-hi |
: onunla |
19. |
el akdâme |
: ayaklar |
١٢
اِذْ يُوحى رَبُّكَ اِلَى الْمَلءِكَةِ اَنّى مَعَكُمْ فَثَبِّتُوا الَّذينَ امَنُوا سَاُلْقى فى قُلُوبِ الَّذينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْاَعْنَاقِ وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍ
(12) iz yuhiy rabbüke ilel melaiketi enni meaküm fe sebbitüllezine amenu seülkiy fi kulubillezine keferur ru’be fadribu fevkal a’naki vadribu minhüm külle benan
o zaman vahy ediyordu Rabbin meleklerine şüphesiz ben sizinle beraberim haydi iman edenlere sebat veriniz salacağım kafirlerin kalplerine korku hemen boyunlarının üzerine vurun onların bütün parmaklarına vurun
(12) Remember thy Lord inspired the angels (with the message): “I am with you: give firmness to the Believers: I will instil terror into the hearts of the Unbelievers: smite ye above their necks and smite all their finger tips off them.”
1. |
iz yuhî |
: vahyettiği zaman |
2. |
rabbu-ke |
: senin Rabbin |
3. |
ilâ el melâiketi |
: meleklere |
4. |
ennî |
: muhakkak ben |
5. |
mea-kum |
: sizinle beraberim |
6. |
fe sebbitû ellezîne |
: artık sebat verin, destek olun o kimselere |
7. |
âmenû |
: inananlar, âmenû olanlar |
8. |
se ulkî |
: ilka edeceğim, atacağım, vereceğim |
9. |
fî kulûbi |
: kalplerine |
10. |
ellezîne keferû |
: kâfir olan kimseler |
11. |
er ru’be |
: korku |
12. |
fadribû (fe idribû) |
: o zaman vurun |
13. |
fevka |
: üzerine |
14. |
el a’nâkı |
: boyunlar |
15. |
vadribû (ve idribû) |
: ve vurun |
16. |
min-hum |
: onlardan |
17. |
kulle |
: tüm, bütün, hepsi |
18. |
benânin |
: parmaklar, parmak uçları |
١٣
ذلِكَ بِاَنَّهُمْ شَاقُّوا اللّهَ وَرَسُولَهُ وَمَنْ يُشَاقِقِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَاِنَّ اللّهَ شَديدُ الْعِقَابِ
(13) zalike bi ennehüm şakkullahe ve rasuleh ve mey yüşakikillahe ve rasulehu fe innellahe şedidül ikab
bunun sebebi onlar karşı gelmişlerdi Allah ve resulüne kim ki karşı gelirse Allah ve resulüne muhakkak Allah’ın azabı şiddetlidir
(13) This because they contended against Allah and His Messenger: if any contend against Allah and His Messenger, Allah is strict in punishment.
1. |
zâlike |
: bu, o |
2. |
bi enne-hum |
: onların sebebiyle |
3. |
şâkku allâhe |
: Allah’a karşı geldiler (şâkî oldular) |
4. |
ve resûle-hu |
: ve resûlüne |
5. |
ve men |
: ve kim |
6. |
yuşâkıkı allâhe |
: Allah’a karşı gelir |
7. |
ve resûle-hu |
: ve onun resûlüne |
8. |
fe inne allâhe |
: o zaman, muhakkak Allah |
9. |
şedîdu el ikâbi |
: azabı şiddetli |
١٤
ذلِكُمْ فَذُوقُوهُ وَاَنَّ لِلْكَافِرينَ عَذَابَ النَّارِ
(14) zaliküm fe zukuhü ve enne lil kafirine azaben nar
şimdi onu tadınız şüphesiz kafirlere ateş azabı vardır
(14) Thus (will it be said): taste ye then of the (punishment): for those who resist Allah, is the penalty of the fire.
1. |
zâlikum |
: işte bu, işte böyle, böylece |
2. |
fe zûkû-hu |
: artık onu tadın |
3. |
ve enne |
: ve muhakkak ki |
4. |
li el kâfirîne |
: kâfirlere vardır |
5. |
azâbe en nâri |
: ateşin azabı |
١٥
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا لَقيتُمُ الَّذينَ كَفَرُوا زَحْفًا فَلَا تُوَلُّوهُمُ الْاَدْبَارَ
(15) ya eyyühellezine amenu iza lekiytümüllezine keferu zahfen fe la tüvellu hümül edbar
ey iman edenler karşılaştığınız zaman kafirlerin ordusu ile hemen dönmeyin onlara arkanızı
(15) O ye who believe when ye meet the Unbelievers in hostile array, never turn your backs to them.
1. |
yâ eyyuhâ ellezîne |
: ey o kimseler |
2. |
âmenû |
: âmenû olan, Allah’a ulaşmayı dileyen |
3. |
izâ lekîtum |
: karşılaştığınız zaman |
4. |
ellezîne keferû |
: kâfir olan kimselerle |
5. |
zahfen |
: toplu olarak |
6. |
fe lâ tuvellûhumu el edbâre |
: sakın onlara arkanızı dönmeyin (kaçmayın) |
١٦
وَمَنْ يُوَلِّهِمْ يَوْمَءِذٍ دُبُرَهُ اِلَّا مُتَحَرِّفًا لِقِتَالٍ اَوْ مُتَحَيِّزًا اِلى فِءَةٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللّهِ وَمَاْويهُ جَهَنَّمُ وَبِءْسَ الْمَصيرُ
(16) ve mey yüvellihim yevmeizin dübürahu illa müteharrifel li kıtalin ev mütehayyizen ila fietin fe kad bae bi ğadabim minellahi ve me’vahü cehennem ve bi’sel mesiyr
o gün bir kimsenin arkasını onlara dönmesi ancak tekrar dönmek şartıyla savaşa yahut dahil olmak şartıyla bir topluluğa uğramıştır gazabına Allah’ın onun varacağı yer cehennemdir ne kötü bir dönüş yeridir
(16) If any do turn his back to them on such a day unless it be in a stratagem of war, or to retreat to a troop (of his own) he draws on himself the wrath of Allah, and his abode is Hell, an evil refuge (indeed)!
1. |
ve men |
: ve kim |
2. |
yuvelli-him |
: onlara döndürürse |
3. |
yevme izin |
: o gün |
4. |
dubure-hu |
: arkasını |
5. |
illâ |
: ancak, …den başka |
6. |
muteharrifen |
: tekrar (harbe hazırlık için) dönen |
7. |
li kıtâlin |
: savaşmak için |
8. |
ev |
: veya |
9. |
mutehayyizen |
: dahil olan, katılan, katılmak üzere olan |
10. |
ilâ fietin |
: bir gruba |
11. |
fe kad |
: böylece olmuştur |
12. |
bâe |
: uğradı |
13. |
bi gadabin |
: bir gazap |
14. |
min allâhi |
: Allah’tan |
15. |
ve me’vâ-hu |
: ve onun barınma yeri, onun mekânı |
16. |
cehennemu |
: cehennem |
17. |
ve bi’se el masîru |
: ve ne kötü dönüş yeridir |
Sayfa:178
١٧
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمى وَلِيُبْلِىَ الْمُؤْمِنينَ مِنْهُ بَلَاءً حَسَنًا اِنَّ اللّهَ سَميعٌ عَليمٌ
(17) fe lem taktüluhüm ve lakinnellahe katelehüm ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnellahe rama ve li yübliyel mü’minine minhü belaen hasena innellahe semiun alim
onları siz öldürmediniz lakin onları Allah öldürdü sen atmadın attığın zaman lakin Allah attı imtihan ettik müminleri bununla güzel bir imtihanla şüphesiz Allah işiten bilendir
(17) It is not ye who slew them it was Allah: when thou threwest (a handful of dust), it was not thy act, but Allah’s: in order that He might test the Believers by a gracious trial from Himself: for Allah is He Who heareth and knoweth (all things).
1. |
fe lem taktulû-hum |
: onları siz öldürmediniz |
2. |
ve lâkinne allâhe |
: ve fakat, ama Allah |
3. |
katele-hum |
: onları öldürdü |
4. |
ve mâ remeyte |
: ve sen atmadın |
5. |
iz remeyte |
: attığın zaman |
6. |
ve lâkinne allâhe |
: ve fakat, ama Allah |
7. |
remâ |
: attı |
8. |
ve li yubliye el mu’minîne |
: ve mü’minleri imtihan etmek için |
9. |
min-hu |
: ondan (kendisinden) |
10. |
belâen |
: bir belâ, bir imtihan |
11. |
hasenen |
: güzel |
12. |
inne allâhe |
: muhakkak ki Allah |
13. |
semî’un |
: işitendir |
14. |
alîmun |
: bilendir |
١٨
ذلِكُمْ وَاَنَّ اللّهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرينَ
(18) zaliküm ve ennellahe muhinü keydil kafirin
böylece Allah muhakkak kafirlerin hilelerini zayıf düşürendir
(18) That, and also because Allah is He Who makes feeble the plans and stratagems of the Unbelievers.
1. |
zâlikum |
: işte böyle |
2. |
ve enne allâhe |
: ve muhakkak ki Allah |
3. |
mûhinu |
: boşa çıkaran, zayıflatan, bozan |
4. |
keydi el kâfirîne |
: kâfirlerin tuzağını, hilesini |
١٩
اِنْ تَسْتَفْتِحُوا فَقَدْ جَاءَكُمُ الْفَتْحُ وَاِنْ تَنْتَهُوا فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَاِنْ تَعُودُوا نَعُدْ وَلَنْ تُغْنِىَ عَنْكُمْ فِءَتُكُمْ شَيًْا وَلَوْ كَثُرَتْ وَاَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُؤْمِنينَ
(19) in testeftihu fekad caekümül feth ve in tentehu fe hüve hayrul leküm ve in teudu neud ve len tuğniye anküm fietüküm şey’ev ve lev kesürat ve ennellahe meal mü’minin
eğer siz fetih istiyorsanız kesinlikle o fetih size geldi eğer vazgeçerseniz o sizin için hayırlı olur eğer dönerseniz bizde döneriz size asla bir şey sağlamaz topluluğunuz velev çok olsanız da şüphesiz Allah beraberdir müminlerle
(19) (O Unbelievers!) if ye prayed for victory and judgement, now hath the judgement come to you: if ye desist (from wrong), it will be best for you: if ye return (to the attack), so shall We. Not the least good will your forces be to you even if they were multiplied: for verily Allah is with those who believe!
1. |
in |
: eğer |
2. |
testeftihû |
: zafer (fetih) istiyorsunuz |
3. |
fe kad |
: böylece, olmuştur |
4. |
câe-kum el fethu |
: fetih size geldi |
5. |
ve in tentehû |
: ve eğer vazgeçerseniz |
6. |
fe huve |
: muhakkak ki, O |
7. |
hayrun |
: daha hayırlıdır |
8. |
lekum |
: sizin için |
9. |
ve in teûdû |
: ve eğer dönerseniz |
10. |
naud |
: biz döneriz |
11. |
ve len tugniye |
: ve asla fayda vermez |
12. |
ankum |
: sizden |
13. |
fietu-kum |
: topluluğunuz, fırkanız |
14. |
şey’en |
: bir şey |
15. |
ve lev |
: ve olsa bile |
16. |
kesuret |
: çok oldu |
17. |
ve enne allâhe |
: ve muhakkak ki, Allah |
18. |
mea el mu’minîne |
: mü’minlerle beraber |
٢٠
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَاَنْتُمْ تَسْمَعُونَ
(20) ya eyyühellezine amenu etiy’ullahe ve rasulehu vela tevellev anhü ve entüm tesmeun
ey iman edenler itaat ediniz Allah ve onun resülüne yüz çevirmeyin ondan sizler işitip dururken
(20) O ye who believe! Obey Allah and His Messenger, and turn not away from him when ye hear (him speak).
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey |
2. |
ellezîne âmenû |
: âmenû olan kimseler |
3. |
etîu allâhe |
: Allah’a itaat edin |
4. |
ve resûle-hu |
: ve onun resûlüne |
5. |
ve lâ tevellev |
: ve yüz çevirmeyin |
6. |
an-hu |
: ondan |
7. |
ve entum |
: ve siz |
8. |
tesmeûne |
: siz işitiyorsunuz |
٢١
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
(21) ve la tekunu kellezine kalu semi’na ve hüm la yesmeun
olmayınız o kimseler gibi işittik derler onlar işitmedikleri (halde)
(21) Nor be like those who say, “We hear,” but listen not:
1. |
ve lâ tekûnû |
: ve olmayın |
2. |
ke ellezîne |
: o kimseler gibi |
3. |
kâlû |
: dediler |
4. |
semi’nâ |
: biz işittik |
5. |
ve hum |
: ve onlar |
6. |
lâ yesmeûne |
: işitmezler |
٢٢
اِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذينَ لَا يَعْقِلُونَ
(22) inne şerrad devabbi indellahis summül bükmü llezine la ya’kilun
en şerli mahluklar Allah’ın yolunda sağırlar dilsizler akıl erdiremezler
(22) For the worst of beasts in the sight of Allah are the deaf and the dumb, those who understand not.
1. |
inne |
: muhakkak ki |
2. |
şerre ed devâbbi |
: hayvanların en şerrlisi |
3. |
inde allâhi |
: Allah’ın katında |
4. |
es summu |
: sağır |
5. |
el bukmu |
: dilsiz |
6. |
ellezîne lâ ya’kılûne |
: onlar akıl etmeyenler |
٢٣
وَلَوْ عَلِمَ اللّهُ فيهِمْ خَيْرًا لَاَسْمَعَهُمْ وَلَوْ اَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ
(23) ve lev alimellahü fihim hayral le esmeahüm ve lev esmeahüm le tevellev ve hüm mu’ridun
Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi onlara işittirirdi velev onlar işitseler de yüz çevirirler ve onlar dönektirler
(23) If Allah had found in them any good, he would indeed have made them listen: (as it is), if he had made them listen, they would but have turned back and declined (Faith).
1. |
ve lev |
: ve eğer, ise |
2. |
alime allâhu |
: Allah bildi |
3. |
fî-him |
: onların içinde, onlarda |
4. |
hayren |
: bir hayır |
5. |
le esmea-hum |
: elbette onlara işittirirdi |
6. |
ve lev |
: ve eğer |
7. |
esmea-hum |
: onlara işittirdi |
8. |
le tevellev |
: elbette yüz çevirirler, dönerler |
9. |
ve hum |
: ve onlar |
10. |
mu’ridûne |
: yüz çeviren kimseler |
٢٤
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اسْتَجيبُوا لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْييكُمْ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه وَاَنَّهُ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
(24) ya eyyühellezine amenü stecibü lillahi ve lir rasuli iza deaküm lima yühyiküm va’lemu ennellahe yehulü beynel mer’i ve kalbihi ve ennehu ileyhi tuhşerun
ey iman edenler Allah ve resülüne icabet ediniz sizi davet ettiği zaman size hayat veren şeylere bilin ki muhakkak Allah kişinin kalbi ile arasına girer şüphesiz o’na toplanıp varacaksınız
(24) O ye who believe! give your response to Allah and His Messenger, when He calleth you to that which will give you life and know that Allah cometh in between a man and his heart, and that it is He to Whom ye shall (all) be gathered.
1. |
yâ eyyuhâ ellezîne |
: ey o kimseler |
2. |
âmenû istecîbû |
: âmenû olanlar icabet edin |
3. |
li allâhi |
: Allah’a |
4. |
ve li er resûli |
: ve resûle |
5. |
izâ deâ-kum |
: sizi davet ettiği zaman |
6. |
li-mâ |
: o şeylere |
7. |
yuhyî-kûm |
: size hayat verecek (verir) |
8. |
ve ı’lemû |
: ve bilin ki |
9. |
enne allâhe |
: muhakkak Allah, Allah’ın ….. olduğunu |
10. |
yehûlu |
: girer |
11. |
beyne |
: arasına |
12. |
el mer’i |
: kişi |
13. |
ve kalbi-hî |
: ve onun kalbi |
14. |
ve ennehû |
: ve muhakkak ki o |
15. |
ileyhi |
: ona |
16. |
tuhşerûne |
: haşrolunacaksınız, toplanacaksınız |
٢٥
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَاتُصيبَنَّ الَّذينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ شَديدُ الْعِقَابِ
(25) vetteku fitnetel la tüsiybennellezine zalemu minküm hassah va’lemu enne llahe şedidül ikab
o fitneden sakının sizden yalnız zalimlere isabet etmez mahsusa bilin ki muhakkak Allah’ın azabı şiddetlidir
(25) And fear tumult or oppression, which affecteth not in particular (only) those of you who do wrong: and know that Allah is strict in punishment.
1. |
ve ittekû |
: ve takva sahibi olun, sakının |
2. |
fitneten |
: bir fitne, imtihan |
3. |
lâ tusîbenne |
: isabet etmez |
4. |
ellezîne zalemû |
: zulmeden kimseler |
5. |
min-kum |
: sizden |
6. |
hâssaten |
: sadece, yalnız, has |
7. |
ve a’lemû |
: ve biliniz |
8. |
enne allâhe |
: muhakkak Allah, Allah’ın, … olduğunu |
9. |
şedîdu el ikâbi |
: azabı çok şiddetli |
Sayfa:179
٢٦
وَاذْكُرُوا اِذْ اَنْتُمْ قَليلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِى الْاَرْضِ تَخَافُونَ اَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَاويكُمْ وَاَيَّدَكُمْ بِنَصْرِه وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
(26) vesküru iz entüm kalilüm müsted’afune fil erdi tehafune ey yetehattafekümün nasü fe avaküm ve eyyedeküm bi nasrihi ve razekaküm minet tayyibati lealleküm teşkürun
hatırlayın siz bir zaman azınlıktınız yeryüzünde zayıf bırakılan kimselerdiniz korkuyordunuz insanların sizi kıskıvrak yakalamasından öfke ile sizi barındırdı o sizi yardım ile teyit etti ve sizi rızıklandırdı temiz olanlarla umulur ki siz şükür edersiniz
(26) Call to mind when ye were a small (band), despised through the land, and afraid that men might despoil and kidnap you but he provided a safe asylum for you, strengthened you with his aid, and gave you good things for sustenance: that ye might be grateful.
1. |
ve izkurû |
: ve hatırlayın |
2. |
iz |
: olduğu zaman |
3. |
entum |
: siz |
4. |
kalîlun |
: az |
5. |
mustad’afûne |
: güçsüz, aciz, hakir görülen kimseler |
6. |
fî el ardı |
: yeryüzünde |
7. |
tehâfûne |
: korkuyorsunuz, korkarsınız |
8. |
en |
: …mesi, …ması |
9. |
yetehattafekum en nâsu |
: insanların sizi kıskıvrak tutması, yakalaması |
10. |
fe âvâ-kum |
: o zaman sizi barındırdı |
11. |
ve eyyede-kum |
: ve sizi destekledi |
12. |
bi nasri-hî |
: onun yardımı ile |
13. |
ve rezeka-kum |
: ve size rızıklar verdi |
14. |
min et tayyibâtî |
: temiz şeylerden |
15. |
lealle-kum |
: böylece siz, umulur ki siz |
16. |
teşkurûne |
: şükredersiniz |
٢٧
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَخُونُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
(27) ya eyyühellezine amenu la tehunüllahe ver rasule ve tehunu emanatiküm ve entüm ta’lemun
ey iman edenler hainlik yapmayın Allah ve resülüne emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz sizler (bunu) bilmezsiniz
(27) O ye that believe! betray not the trust of Allah and the Messenger, nor misappropriate knowingly things entrusted to you.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey o kimseler |
2. |
ellezîne âmenû |
: inanan, âmenû olan, Allah’a ulaşmayı dileyen kimseler |
3. |
lâ tehûnû allâhe |
: Allah’a ihanet etmeyin |
4. |
ve er resûle |
: ve resûl |
5. |
ve tehûnû |
: ve ihanet ediyorsunuz |
6. |
emânâti-kum |
: emanetlerinize |
7. |
ve entum |
: ve siz |
8. |
ta’lemûne |
: biliyorsunuz |
٢٨
وَاعْلَمُوا اَنَّمَا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ وَاَنَّ اللّهَ عِنْدَهُ اَجْرٌ عَظيمٌ
(28) va’lemu ennema emvalüküm ve evladüküm fitnetüv ve ennellahe indehu ecrun aziym
ancak biliniz ki malınız ve evlatlarınız birer fitnedir muhakkak Allah’ın yanında çok büyük mükafat (var)
(28) And know ye that your possessions and your progeny are but a trial and that it is Allah with whom lies your highest reward.
1. |
ve ı’lemû |
: ve biliniz |
2. |
ennemâ |
: ancak, sadece, ….. olduğunu |
3. |
emvâlu-kum |
: mallarınız |
4. |
ve evlâdu-kum |
: ve evlâtlarınız, çocuklarınız |
5. |
fitnetun |
: fitne, imtihandır |
6. |
ve enne allâhe |
: ve muhakkak ki Allah |
7. |
inde-hû |
: onun yanında, katında |
8. |
ecrun |
: bir ücret vardır |
9. |
azîmun |
: büyük, yüce |
٢٩
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنْ تَتَّقُوا اللّهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيَِّاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظيمِ
(29) ya eyyühellezine amenu in tettekullahe yec’al leküm fürkanev ve yükeffir anküm seyyiatiküm ve yağfir leküm vallahü zül fadlil aziym
ey iman edenler Allah’tan sakınırsanız size hakla batılı ayıran bir anlayış verir örter sizin kötülüklerinizi ve sizi bağışlar Allah büyük fazilet sahibidir
(29) O ye who believe if ye fear Allah, he will grant you a Criterion (to judge between right and wrong), remove from you (all) evil (that may afflict) you, and forgive you: for Allah is the Lord of Grace unbounded.
1. |
yâ eyyuhâ |
: ey, onlar ki |
2. |
ellezîne âmenû |
: inanan, âmenû olan, Allah’a ulaşmayı dileyen kimseler |
3. |
in |
: eğer |
4. |
tetteku allâhe |
: Allah’a (karşı) takva sahibi olun |
5. |
yec’al |
: kılar, yapar |
6. |
lekum |
: sizin için, sizi, size, siz |
7. |
furkânen |
: bir furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) |
8. |
ve yukeffir |
: ve örter |
9. |
an-kum |
: sizden |
10. |
seyyiâti-kum |
: günahlarınızı |
11. |
ve yagfir-lekum |
: ve size mağfiret eder |
12. |
ve allâhu |
: ve Allah |
13. |
zu el fadli el azîmi |
: büyük fazl sahibidir |
٣٠
وَاِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ اَوْ يَقْتُلُوكَ اَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرينَ
(30) ve iz yemküru bikellezine keferu li yüsbituke ev yaktüluke ev yuhricuk ve yemkürune ve yemkürullah vallahü hayrul makirin
o zaman kafirler sana mekir kuruyorlardı seni hapis etmek yahut seni öldürmek yahut seni çıkarmak için onlar mekir kuruyorlardı Allah’ta mekir kuruyordu Allah mekir kuranların hayırlısıdır
(30) Remember how the Unbelievers plotted against thee, to keep thee in bonds, or slay thee, or get thee out (of thy home). They plot and plan, and Allah too plans, but the best of planners is Allah.
1. |
ve iz yemkuru |
: ve tuzak (pusu) kurdukları zaman |
2. |
bi-ke |
: sana |
3. |
ellezîne keferû |
: kâfir olan kimseler, inkâr eden kimseler |
4. |
li yusbitû-ke |
: seni tutuklamak, bağlamak için |
5. |
ev |
: veya |
6. |
yaktulû-ke |
: seni öldürür |
7. |
ev |
: veya |
8. |
yuhricû-ke |
: seni sürgün ederler, çıkarırlar |
9. |
ve yemkurûne |
: ve hile, tuzak kuruyorlar, kurarlar |
10. |
ve yemkuru allâhu |
: ve Allah tuzak kurar |
11. |
ve allâhu |
: ve Allah |
12. |
hayru el mâkirîne |
: hile yapanların en hayırlısıdır |
٣١
وَاِذَا تُتْلى عَلَيْهِمْ ايَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هذَا اِنْ هذَا اِلَّا اَسَاطيرُ الْاَوَّلينَ
(31) ve iza tütla alehim ayatüna kalu kad semi’na lev neşaü le kulna misle haza in haza illa esatiyrul evvelin
onlara ayetlerimiz okunduğu zaman derler ki kesinlikle işittik dilersek biz de onun misli (gibi) söyleriz bu ancak evvelkilerden aktarılan sözlerdir
(31) When our Signs are rehearsed to them, they say: we have heard this (before): if we wished, we could say (words) like these: these are nothing but tales of the ancients.
1. |
ve iza tutlâ |
: ve tilâvet edildiği zaman |
2. |
aleyhim |
: onlara |
3. |
âyâtu-nâ |
: âyetlerimiz |
4. |
kâlû |
: dediler |
5. |
kad |
: olmuştu |
6. |
semi’nâ |
: biz işittik |
7. |
lev |
: eğer, olsa |
8. |
neşâu |
: dileriz |
9. |
le kul-nâ |
: elbette biz söyledik |
10. |
misle |
: benzerini, onun gibi |
11. |
hâzâ |
: bu |
12. |
in |
: eğer, ise |
13. |
hâzâ |
: bu |
14. |
illâ |
: …den başka, ancak |
15. |
esâtîru el evvelîne |
: evvelkilerin masalı (yazdıkları, satıra döktükleri asılsız şeyler) |
٣٢
وَاِذْ قَالُوا اللّهُمَّ اِنْ كَانَ هذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَاَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَاءِ اَوِ اءْتِنَا بِعَذَابٍ اَليمٍ
(32) ve iz kalü llahümme in kane haza hüvel hakka min indike fe emtir aleyna hicaratem mines semai evi’tina bi azabin elim
o zaman dediler ki Allahım eğer bu senin tarafından gelen bir haksa semadan üzerimize taş yağdır yahut bize elim bir azap ver
(32) Remember who they said: O Allah if this is indeed the truth from thee, Rain down on us a shower of stones from the sky, or send us a grievous penalty.
1. |
ve iz |
: ve olmuştu |
2. |
kâlû allâhumme |
: onlar “Allah’ım” dediler |
3. |
in |
: eğer, ise |
4. |
kâne |
: idi, oldu |
5. |
hâzâ |
: bu |
6. |
huve el hakka |
: o hak, gerçek |
7. |
min indi-ke |
: senin katından |
8. |
fe emtir |
: o zaman yağdır |
9. |
aleynâ |
: üzerimize |
10. |
hıcâreten |
: taş |
11. |
min es semâi |
: gökten, semadan |
12. |
ev i’ti-nâ |
: veya bize getir |
13. |
bi azâbin elîmin |
: acı azabı |
٣٣
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ فيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
(33) ve ma kanellahü li yüazzibehüm ve ente fihim ve ma kanellahü müazzibehüm ve hüm yestağfirun
Allah onlara azap edici değildir sen onların içlerinde iken Allah onlara azap edici değildir onlar istiğfar ettikleri halde
(33) But Allah was not going to send them a penalty whilst thou wast amongst them nor was he going to send it whilst they could ask for pardon.
1. |
ve |
: ve |
2. |
mâ kâne allâhu |
: Allah olmadı, değildir |
3. |
li yuazzibe-hum |
: onları azaplandıracak |
4. |
ve ente |
: ve sen |
5. |
fî-him |
: onların içinde, arasında |
6. |
ve |
: ve |
7. |
mâ kâne allâhu |
: Allah olmadı, değildir |
8. |
muazzibe-hum |
: onlara azap veren, azaplandıran |
9. |
ve hum |
: ve onlar |
10. |
yestagfirûne |
: mağfiret dilerler |
Sayfa:180
٣٤
وَمَا لَهُمْ اَلَّا يُعَذِّبَهُمُ اللّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُوا اَوْلِيَاءَهُ اِنْ اَوْلِيَاؤُهُ اِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
(34) ve ma lehüm ella yüazzibehümüllahü ve hüm yesuddune anil mescidil harami ve ma kanu evliyaeh in evliyaühu illel müttekune ve lakinne ekserahüm la ya’lemun
neden Allah onlara azap etmesin onlar men ediyorlardı mescidi haramdan o’nun dostu ehil değillerdi o’nun dostu ehli olanlar ancak muttakilerdir lakin onların çoğu bilmezler
(34) But what plea have they that Allah should not punish them, when they keep out (men) from the sacred Mosque and they are not its guardians? no men can be its guardians except the righteous but most of them do not understand.
1. |
ve mâ lehum |
: ve niçin (neden), onlar |
2. |
ellâ |
: olmasın |
3. |
yuazzibe-hum allâhu |
: Allah onları azaplandırır |
4. |
ve hum |
: ve onlar |
5. |
yasuddûne |
: alıkoyarlar, men ediyorlar, engel oluyorlar |
6. |
an el mescidi el harâmi |
: Mescid-i Haram’dan |
7. |
ve |
: ve |
8. |
mâ kânû |
: olmadı, değil |
9. |
evliyâe-hû |
: onun dostları |
10. |
in |
: ise |
11. |
evliyâu-hû |
: onun dostları |
12. |
illâ el muttekûne |
: ancak takva sahipleridir |
13. |
ve lâkinne |
: ve fakat, ama, lâkin |
14. |
eksere-hum |
: onların çoğu |
15. |
lâ ya’lemûne |
: bilmezler |
٣٥
وَمَا كَانَ صَلَاتُهُمْ عِنْدَ الْبَيْتِ اِلَّا مُكَاءً وَتَصْدِيَةً فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ
(35) ve ma kane salatühüm indel beyti illa mükaev ve tasdiyeh fe zukul azabe bi ma küntüm tekfürun
onların beyti haramda duaları ancak ıslık çalmak el çırpmaktır küfrünüzden dolayı tadın azabı
(35) Their prayer at the house (of Allah) is nothing but whistling and clapping of hands: (its only answer can be), taste ye the penalty because ye blasphemed.
1. |
ve mâ kâne |
: ve olmadı |
2. |
salâtu-hum |
: onların ibadetleri |
3. |
inde el beyti |
: beytin yanında |
4. |
illâ |
: …den başka, ancak |
5. |
mukâen |
: ıslık çalarak |
6. |
ve tasdiyeten |
: ve alkışlayarak, el çırparak |
7. |
fe zûkû |
: o halde tadın |
8. |
el azâbe |
: azabı |
9. |
bi-mâ |
: şey(ler) sebebiyle |
10. |
kuntum |
: oldunuz |
11. |
tekfurûne |
: inkâr ediyorsunuz |
٣٦
اِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَبيلِ اللّهِ فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ وَالَّذينَ كَفَرُوا اِلى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ
(36) innellezine keferu yünfikune emvalehüm li yesuddu an sebilillah fe seyünfikuneha sümme tekunü aleyhim hasraten sümme yuğlebun vellezine keferu ila cehenneme yuhşerun
şüphesiz kafir olan kimseler mallarını sarf ederler Allah yolundan men etmek için onları yine sarf edecekler sonra kendilerine hasret olacak sonra da mağlup olacaklar küfreden kimseler cehennemde toplanacaklar
(36) The Unbelievers spend their wealth to hinder (men) from the path of Allah, and so will they continue to spend but in the end they will have (only) regrets and sighs at length they will be overcome: and the Unbelievers will be gathered together to Hell
1. |
inne |
: muhakkak |
2. |
ellezîne keferû |
: inkâr eden kimseler |
3. |
yunfikûne |
: infâk ederler, verirler |
4. |
emvâle-hum |
: mallarını |
5. |
li yesuddû |
: men etmek, alıkoymak için |
6. |
an sebîli allâhi |
: Allah’ın yolundan (Sıratı Mustakîm’den) |
7. |
fe se-yunfikûne-hâ |
: böylece onu harcayacaklar |
8. |
summe |
: sonra |
9. |
tekûnu |
: olacak |
10. |
aleyhim |
: onların üzerine, onlara |
11. |
hasreten |
: şiddetli pişmanlık, hasret |
12. |
summe |
: sonra |
13. |
yuglebûne |
: yenilecek, bozguna uğratılacak, onlara gâlip gelinecek |
14. |
ve ellezîne keferû |
: ve inkâr eden kimseler |
15. |
ilâ cehenneme |
: cehenneme |
16. |
yuhşerûne |
: toplanacaklar, haşrolunacaklar |
٣٧
لِيَميزَ اللّهُ الْخَبيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَيَجْعَلَ الْخَبيثَ بَعْضَهُ عَلى بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَميعًا فَيَجْعَلَهُ فى جَهَنَّمَ اُولءِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
(37) li yemizellahül habise minet tayyibi ve yec’alel habise ba’dahu ala ba’din fe yerkümehu cemian fe yec’alehu fi cehennem ülaike hümül hasirun
ayırsın Allah pisliği temizden pisliği de yığsın birbirinin üzerine sonra hepsini biriktirsin sonra onları cehennemin içine bıraksın işte onlar kendilerine yazık edenlerdir
(37) In order that Allah may separate the impure from the pure, put the impure one on another, heap them together, and cast them into Hell. They will be the ones to have lost.
1. |
li yemîze allâhu el habîse |
: Allah’ın murdarı, pisi ayırt etmesi için |
2. |
min et tayyibi |
: temizden |
3. |
ve yec’ale |
: ve kılar, yapar, koyar |
4. |
el habîse |
: murdar, pis |
5. |
ba’da-hu |
: onun bir kısmını |
6. |
alâ ba’dın |
: bir kısmının üzerine |
7. |
fe yerkume-hu |
: öyle ki onu (onları) üst üste koyup yığın yapar |
8. |
cemîan |
: bütününü, hepsini |
9. |
fe yec’ale-hu |
: böylece onu kılar, yapar |
10. |
fî cehenneme |
: cehennemin içinde |
11. |
ulâike |
: işte bunlar |
12. |
hum el hâsirûne |
: onlar hüsrana uğrayanlar |
٣٨
قُلْ لِلَّذينَ كَفَرُوا اِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَ وَاِنْ يَعُودُوا فَقَدْ مَضَتْ سُنَّتُ الْاَوَّلينَ
(38) kul lillezine keferu iy yentehu yuğfer lehüm ma kad selef ve iy yeudu fe kad medat sünnetül evvelin
küfredenlere söyle eğer vazgeçerlerse geçmişte yaptıkları kendileri için bağışlanır eğer dönerse muhakkak evvelki ümmetlerin başına gelen vukuatlar devam edecektir
(38) Say to the Unbelievers, if (now) they desist (from unbelief), their past would be forgiven them but if they persist, the punishment of those before them is already (a matter of warning for them).
1. |
kul |
: de ki |
2. |
li ellezîne keferû |
: inkâr eden kimseler için |
3. |
in |
: eğer |
4. |
yentehû |
: vazgeçersiniz, bırakırsınız, nihayet verirseniz |
5. |
yugfer lehum |
: onlar mağfiret edilecek |
6. |
mâ |
: şey, şeyler |
7. |
kad selefe |
: geçmiştir |
8. |
ve in |
: ve eğer |
9. |
yeûdû |
: dönerler |
10. |
fe kad |
: o zaman olmuştur |
11. |
madat |
: geçmişte oldu, mazi oldu, önceden vuku buldu |
12. |
sunnetu el evvelîne |
: öncekilerin sünneti, Allah’ın geçmiştekilere uyguladığı adet, sünnet |
٣٩
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّى لَاتَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّينُ كُلُّهُ لِلّهِ فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَصيرٌ
(39) ve katiluhüm hatta la tekune fitnetüv ve yekuned dinü küllühu lillah fe inintehev fe innellahe bi ma ya’melune besiyr
onlarla savaşın hatta fitne kalmayıp din tamamıyla Allah’ın oluncaya (kadar) eğer vazgeçerlerse şüphesiz Allah onların yaptıklarını görendir
(39) And fight them on until there is no more tumult or oppression, and there prevail justice and Faith in Allah altogether and everywhere but if they cease, verily Allah doth see all that they do.
1. |
ve kâtilû-hum |
: ve onlarla savaşın |
2. |
hattâ |
: oluncaya kadar |
3. |
lâ tekûne |
: olmasın |
4. |
fitnetun |
: fitne |
5. |
ve yekûne ed dînu |
: ve dîn olsun |
6. |
kullu-hu |
: onun hepsi, tamamı |
7. |
lillâhi (li allâhi) |
: Allah’ın, Allah’a ait, Allah için |
8. |
fe in intehev |
: o zaman eğer vazgeçerlerse |
9. |
fe inne allâhe |
: o taktirde, muhakkak Allah |
10. |
bimâ |
: şeyleri |
11. |
ya’melûne |
: yaparlar, yapıyorlar |
12. |
basîrun |
: en iyi görendir |
٤٠
وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ مَوْليكُمْ نِعْمَ الْمَوْلى وَنِعْمَ النَّصيرُ
(40) ve in tevellev fa’lemu ennellahe mevlaküm ni’mel mevla ve ni’men nesiyr
eğer yüz çevirirlerse biliniz ki muhakkak Allah sizin mevlanızdır ne güzel mevla ne güzel yardım edicidir
(40) if they refuse, be sure that Allah is your protector the best to protect and the best to help.
1. |
ve in |
: ve eğer |
2. |
tevellev |
: yüz çevirirler, dönerler |
3. |
fa’lemû (fe i’lemû) |
: bilin ki |
4. |
enne allâhe |
: muhakkak Allah |
5. |
mevlâ-kum |
: sizin mevlânızdır, sahibinizdir |
6. |
ni’me el mevlâ |
: ne güzel mevlâdır |
7. |
ve ni’me en nasîru |
: ve ne güzel yardımcıdır |